İLK DÖNEM ESERLERİ – Nokta Risalesi (169-222)

169

Nokta Risalesi [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır]

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1337 1

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1337

170
171

Nokta

مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللهِ جَلَّ جَلاَلُهُ 1

[Çok kıymetlidir.]

 İfade-i Meram

Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem “Huz mâ safâ[gönül hoşnutluğu] derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler:

“Sözlerin iyi anlaşılmıyor?”

Bilirim ki, kâh [bazan] minare başında, kâh [bazan] kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat [görünümler, gelişmeler] öyle. Şuâât [ışınlar, parıltılar] ve şu kitapta mütekellim, [konuşan] âciz kalbimdir. Muhatap, âsi nefsimdir. Müstemi, [dinleyici] müteharrî-i hakikat [doğruyu ve gerçeği araştıran] bir Japondur. Temâşâ eden bunu düşünmeli. Gayetü’l-gâyât olan mârifetullahın [Allah’ı tanıma, bilme] bir burhanı [delil] olan mârifetü’n-Nebîyi [Allah’ı tanıma, bilme] Şuâât‘ta [ışınlar, parıltılar] bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat [asıl gaye] olan tevhidin lâyühad berâhininden [deliller] yalnız dört muazzam burhanına [delil] işaret edeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek için, melâike [melek] ve haşrin bir kısım delâiline [deliller] imâ ederek, imanın altı rüknünden [esas, şart] dördünün birer lem’asını, [parıltı] fehm-i kàsırımla [kısa anlayış] göstermek isterim.

Said Nursî

172

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

ba

173

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍ خَاتَمِ النَّبِيِّينَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ * 2

maksudumuzdur, matlubumuzdur. [istek] Gayr-ı mütenahi [sonsuz] berâhininden [deliller] dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz.

Birinci burhan: [delil] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz [nurlu, parlak delil] Şuâât‘ta [ışınlar, parıltılar] tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver [aydın] bir mir’attır. [ayna]

İkinci burhan: [delil] Kitab-ı kebîr [büyük bir kitabı andıran kâinat] ve insan-ı ekber [büyük insan] olan kâinattır.

Üçüncü burhan: [delil] Kitab-ı mu’cizü’l-beyan, Kelâm-ı Akdestir.

Dördüncü burhan: [delil] Âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın [gezegenler] mültekası, [buluşma noktası, kavşak] vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. [şuurlu yaratılış] Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler.

BİRİNCİ BURHAN: [delil] Risalet [elçilik, peygamberlik] ve İslâmiyetle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan hakikat-i Muhammediyedir [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] ki, risalet [elçilik, peygamberlik] noktasında en muazzam icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve en vâsi [geniş] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] sırrını ihtiva eden mecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun [içerme, içine alma] eder. Ve İslâmiyet cihetiyle

174

vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. İşte, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] şehadetiyle ve bütün edyânın tasdikiyle ve bütün mu’cizatının teyidiyle musaddak [doğrulanan] olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sânii beşere gösteriyor. Demek şu dâvada ittihad [birleşme] etmiş bütün efâzıl-ı beşer nâmına o nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, [erişme, nail olma] büyük, derin, durbîn, sâfi, keskin, hakaik-aşina [doğru gerçekler] bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?

İKİNCİ BURHAN: [delil] Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu [harfler] ve bütün noktaları, efrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücud ve vahdetini, [Allah’ın birliği] elsine-i mahsusaları [özel lisanlar] kıraatla وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 ‘yi tilâvet [okuma] ediyorlar. Cemî [bütün] zerrat-ı kâinat, birer birer, zât ve sıfât ve saire vücuh [vecihler, yönler] ile hadsiz imkânat mabeyninde [ara] mütereddit [kararsız, şüpheli] iken, birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşâ hikemi intaç [netice verme] ettiğinden, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadetle, avâlim-i gaybiyenin [gayb âlemleri, gözle görünmeyen âlemler] enmuzeci [nümune, örnek] olan lâtife-i Rabbâniye [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] içinde ilân-ı Sâni [herşeyi san’atla ve mükemmel bir biçimde yaratan Allah’ın varlığının îlânı, duyurulması] eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. Evet, bir nefer, [asker] nefsinde ve takımda ve bölükte, taburda ve orduda gibi; her bir zerre de, kendi başıyla zât, sıfât, keyfiyetindeki imkânat cihetiyle Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ilân ettiği gibi, tesâvir-i mütedahileye [iç içe geçmiş tasvirler, görüntüler] benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinatın her bir makamında ve her bir nisbetinde ve her bir dairesinde, her bir zerre,  

175

muvâzene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza; ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi ifa ve hikmeti intaç [netice verme] ettiklerinden, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve vücut ve vahdetinin [Allah’ın birliği] âyâtını kıraat ettikleri için, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] berâhini, [deliller] zerrattan [atomlar] kat kat ziyade olur. Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ 1 hakikattir, mübalâğa değil; belki nâkıstır. [eksik]

S: Neden aklıyla herkes göremiyor?

C: Kemâl-i zuhurundan [bir şeyin eşsiz mükemmellikte ortaya çıkması, belirmesi] ve zıddın ademinden.

تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَۤائِنَاتِ فَإِنَّهَا * مِنَ الْملاَِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ

Yani, “Sahife-i âlemin [kâinat sayfası] eb’âd-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] yazdığı silsile-i hâdisâtın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle [hakikat düşüncesi] sarıl. Ta ki mele-i âlâdan [en yüce mertebe] uzanan şu selâsil-i resâil, [mektuplar silsilesi; İlâhî mesajlar] seni âlâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın.”

Şu kitabın heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] öyle parlak bir nizam var ki, nazzâmı güneş gibi içinde tecellî ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] te’lifinde öyle bir i’câz [mu’cize oluş] var ki, bütün esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak muktedir birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olsalar, yine kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ile o i’câza [mu’cize oluş] karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 2 diyeceklerdir. Her bir kelimesi bütün kelimatıyla [ifadeler, sözler] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Ve her harfi, bâhusus [bilhassa, özellikle] zîhayat [canlı] bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih [yönelen] birer yüzü, nâzır birer gözü var

176

olan bu kitabın öyle bir muzâaf iştibak[birbirine geçme, ağ, örgü] tesânüd[dayanışma] nazmı vardır ki, bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lâzımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] de o tanzim etmiştir.

Sünuhat‘ın [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] dokuzuncu sahifesinde مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin sırrına müracaat et. Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan balarısını gör: Nasıl şehd-i şehadet [şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti] o mu’cize-i kudretin [Allah’ın kudret mu’cizesi] lisânından akıyor! Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebini bir huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et: Nasıl mu’ciznümâ, [mu’cize gösteren] hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ı kâinattır! Sûre-i Yâsin, sûret-i lâfz-ı “Yâsin” de yazıldığı gibi, cezâletli, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] mûciz bir nokta-i câmiadır. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insafla dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynatın sûreti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlâhiyenin şuursuz, kör, mecrâ [akım yeri] ve mahrekleri [hareket edilen yol] tahdid [sınırlama] olunmayan ve imkânâtından evleviyet olmayan [öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan] esbab-ı basîta-i câmide-i tabiiyeden husulünü, [meydana gelme] muhal-ender-muhal göreceksin

Eğer her bir zerrede hükemâ [filozof, felsefeci] şuuru, etibbâ hikmeti, hükkâmın [idareciler, idareye hükmedenler] siyaseti bulunduğunu ve her bir zerre de sair zerratla [atomlar] vasıtasız muhabere ettiğini itikad [inanç] edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad [inanç] edebilirsin. Hâlbuki, o zîhayat [canlı] makinede öyle bir mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] öyle bir harika-i hikmet [hikmet harikası] vardır ki, ancak bütün kâinatı, bütün şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] icad eden, tanzim eden bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sun’u [sanat] olabilir. Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz. Esbab-ı tabiîden olamaz.  

177

Bâhusus [bilhassa, özellikle] o esbab-ı tabiîyenin üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki [maddenin bölünemeyen en küçük parçası, atom] kuvve-i câzibe [çekim gücü] ve kuvve-i dâfianın [itme gücü (fizik)] içtimâlarının hortumu üzerinde, bir muhaliyet [imkansızlık] damgası var. Fakat câizdir ki, her birşeyin esası zannettikleri olan cezb, [çekme] def, hareket, kuvâ [duygular, hisler] gibi emirler, âdâtullahın [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten [kural olma özelliği] tabiîliğe ve zihnîlikten [zihne ve düşünceye ait olma] hâricîliğe ve itibarîden hakikate ve âletiyetten [âlet ve vasıta oluş] müessiriyete [gerçek tesir kaynağı olma, bir eseri ortaya koyma] geçmemek şartıyla kabul ederiz.

Suâl: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan [zerrelerin, atomların hareketleri] teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?

Cevap: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde [asıl konu, esas mânâ] olduğu için, o umurun [emirler] esas-ı fasidesini tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazarla derk [anlama, algılama] etmediğinden neş’et [doğma] ediyor. Eğer nefsini ikna etmek sûretinde, kasten ve bizzat ona müteveccih [yönelen] olursa, muhaliyetine [imkansızlık] ve mâkul olmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül[gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olan ıztırar [çaresizlik] ile kabul edilebilir. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ne kadar aciptir. Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] lâzım-ı zarurîsi [zorunlu gerek] olan ezeliyeti ve hassası olan icadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenâhî zerrâta [atomlar] ve âciz şeylere veriyor?

Evet, meşhurdur ki, hilâl-i îde [Ramazanın bittiğini gösteren yeni ayın hilâli] bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin etti: “Hilâli gördüm.” Hâlbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, kamer [ay] nerede? Harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] nerede, sebeb-i teşkil-i envâ nerede?

İnsan fıtraten mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız [irade dışı] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.

178

Suâl: Nedir şu tabiat, kavânin, [kanunlar] kuva ki, onlarla kendilerini aldatıyorlar?

Cevap: Tabiat, âlem-i şehadet [görünen alem] denilen cesed-i hilkatin [yaratılış bedeni; yaratılış maddî bedene benzetiliyor] anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve âzâsının ef’âlini [fiiler, davranışlar] intizam ve rapt [bağlama] altına alan bir şeriat-ı kübrâ-yı İlâhiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ki, “sünnetullah” ve “tabiat” ile müsemmâdır. [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] câri olan kavânin-i itibariyesinin mecmû ve muhassalasından [elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] ibarettir. Kuvâ [duygular, hisler] dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavânin [kanunlar] dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın [hükümler] yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] istimrârına [devam etme] istinaden vehim, hayal tasallut [hükmetme, musallat olma] ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevâiye tevazzu’ ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] edip mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] ve hayalden hakikat sûretine girmiştir. Hayali, hakikat sûretinde gören, gösteren, nüfusun [nefisler] istidat[beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] şûresinden, fâil-i müessir sûretini takmıştır. Hâlbuki, kör, şuursuz tabiat, kat’iyen [kesinlikle] kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat [gerçekçi görüş] ona ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar [fiillerin asıl kökü] olmaya kabiliyeti mefkud [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] iken, sırf nefy-i Sâni farzından çıkan bir ıztırar [çaresizlik] ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] âsâr-ı bâhiresinin tabiattan suduru [bir şeyden çıkma, olma] tahayyül [hayal etme] edilmiş.

Hâlbuki tabiat misâlî bir matbaadır, tâbi’ [tab eden, yapan] değil; nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] değil; kàbildir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil; mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil; nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil. Meselâ, yirmi yaşında bir adam birden bire dünyaya gelse, hâli [boş] bir yerde, muhteşem ve sanayi-i nefîsenin âsârıyla [eserler/asırlar] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saraya girse, hem farz etse, kat’iyen [kesinlikle] hariçten gelme hiçbir

179

fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebep ararken, tanziminin kavâninini [kanunlar] câmi bir kitap bulsa, onu mâkes-i şuur olduğundan, bir fâil, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir illet-i ıztırarî kabul eder. İşte, Sâni-i Zülcelâlden [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] sebebiyle, böyle gayr-ı mâkul, [akla aykırı] gayr-ı mülâyim bir illet-i ıztırarî olan tabiat ile kendilerini aldatmışlar.

Şeriat-ı İlâhiye [ilâhî kânun, yasalar] ikidir:

Biri: Sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’âl-i ihtiyariyesini [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] tanzim eder.

İkincisi: Sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen ve “evâmir-i tekviniye[yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tesmiye [isimlendirme] edilen şeriat-ı fıtriyedir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ki, bütün kâinatta câri olan kavânin-i âdâtullahın muhassalasından [elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavânîn-i akliyeden ibârettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavânin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hassası olan tesir ve icada mâlik değillerdir.

Sabıkan, [bundan önce] sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] beyanında demiştik: Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden, herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, [bir] Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Ferd, Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olmak zarurîdir.

Şu ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gösterdikleri esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] hem müteaddit, [bir çok] hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ * 1

180

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] İkinci burhanımız [delil] olan kitab-ı kebir-i kâinattaki [büyük kâinat kitabı] nazm [diziliş, tertip] ve nizam, intizam ve telifindeki [kaleme alma] i’câz [mu’cize oluş] güneş gibi gösteriyor ki, bir kudret-i gayr-ı mütenahi, bir ilm-i lâyetenâha, bir irâde-i ezeliyenin eserleridir.

S: Nazm [diziliş, tertip] ve nizam-ı tâmme neyle sabittir?

Elcevap: Nev-i beşerin havâs ve cevâsisi hükmünde olan fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] istikrâ-i tâmme [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] ile o nizamı keşfetmişlerdir. Çünkü, her bir nev’e dair bir fen ya teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş veya etmeye kabildir. Her bir fen, külliyet-i kaide [kaidenin küllî olması, bir türü veya türleri kapsaması] hasebiyle, kendi nev’indeki nazm [diziliş, tertip] ve intizamı gösteriyor. Zira, her bir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir. Demek, şahsın nazarı, nizamı ihata [herşeyi kuşatma] etmezse, cevâsis-i fünun vasıtasıyla görür ki, insan-ı ekber, [büyük insan] insan-ı asgar gibi muntazamdır. Her birşey, hikmet üzere vaz edilmiştir. Faidesiz, abes yoktur. Şu1 burhanımız [delil] değil yalnız erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, [hücrecikler] belki bütün zerratı [atomlar] birer lisân-ı zâkir-i tevhid olarak büyük burhanın [delil] sadâ-yı bülendine iştirak ederek Lâ ilâhe illâllah diye zikrediyorlar.

ÜÇÜNCÜ BURHAN: [delil] Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Şu burhan-ı nâtıkın [konuşan delil] sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin ki, “Allahü Lâ İlâhe İllâ Hû”yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmel semerâtıyla, [meyve] meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı [hayat kaynağı] olan cürsûme olmazsa veya kökü bozuk ise, semere vermez. Şu burhanımız [delil] dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doğrudur ki, şüphe bırakmaz ki, cürsûmesinde olan mesele-i tevhid, hiç vehim bırakmaz derecede

181

kuvvetli, doğru bir hak ve hakikati tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Hem şu burhanın [delil] âlem-i şehadet [görünen alem] tarafına tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] etmiş olan ahkâma [hükümler] dair dalı, bütün sıdk [doğruluk] ve hak ve hakikat olduğu gibi, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] tarafına uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u azamı yine sabit hakaikle [doğru gerçekler] meyvedardır.

Hem derince şu burhan [delil] tersim edilse anlaşılır ki, onu gösteren zât, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadar emindir ki, hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsas [hissettirme] edilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakaike [doğru gerçekler] esas addederek, müselleme [herkes tarafından kabul edilen] ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor. Ve başka şeyleri ona ircâ [döndürme] ediyor. Temel taşı gibi o şedit [çok şiddetli] kuvvet, sun’î [gerçek olmayan] olamaz. Hem de, üstündeki sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] her ihbarını tasdik eder, tezkiyeden [hatadan arındırma, temize çıkarma] müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] kılar. Âdeta ihbaratı binefsihâ sâbit umurlardandır. [emirler] Evet, şu burhan-ı münevverin [nurlu, parlak delil] altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] de şeffaftır. Üstünde i’câz, [mu’cize oluş] altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, [konuşturma] solunda vicdanı istişhad, [şahid gösterme] önünde, hedefinde hayır ve saadet, nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i mahzdır. [Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] Vehmin ne haddi var ki girebilsin!

Mârifet-i Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] denilen kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] arşına uzanan miracların [Allah’ın huzuruna yükselme] usulü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işrâka [iç müşahede ve sezgiye dayalı olarak hakikatlere ulaşma, nurlanma] müesses [kurulmuş] olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacıdır. [meslek, yol]

İkincisi: İmkân ve hudûsa [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] mebnî [bina edilmiş, dayandırılmış] mütekellimînin [konuşan] tarîkidir.

Bu iki asıl, çendan [gerçi] Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer [insan düşüncesi] başka sûrete ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. [zor] Evhamdan masun kalmamışlar.

182

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd [şüpheler, tereddütler] hükemâ [filozof, felsefeci] mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] cihetiyle en parlağı ve istikamet [doğru] cihetiyle en kısası [ödeşmek, hakkını almak] ve vuzuh [açıklık] cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli [daha kapsamlı] olan mirac-ı Kur’ânîdir. [Kur’ânî hakikatlerden hareketle yüce mertebelere yükselme]

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.

Tarîk-i Kur’ânî iki nev’idir.

Birincisi: Delil-i inayet [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] ve gayettir ki, menâfi-i eşyayı tâdât [sayma] eden bütün âyat-ı Kur’âniye bu delili nesc [dokuma] ve şu burhanı [delil] tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, [en seçkin kısım, öz, tereyağı] kâinatın nizam-ı ekmelinde [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] ittikan[sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] san’at ve riayet-i mesâlih ve hikemdir. [hikmetler] Bu ise, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. [gönderilme, sürgün] Zira ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ihtiyarsız [irade dışı] olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] silsilelerindeki halkalardan asılmış mesâlih [maslahatlar, faydalar] ve semeratı [meyve] ve inkılâbât-ı ahvâlin katmer [kat kat] ve düğümleri içinde saklanmış hikem [hikmetler] ve fevaidi [faydalar] göstermekle, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetine kat’î şehadet ediyorlar. Ezcümle:

Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecâviz envâın [tür] büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin [başlangıç] her birinin hudûsuna [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] şehadet ettiği gibi; mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ve itibarî olan kavânin, [kanunlar] kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ise bu kadar hayret-fezâ silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad [bireyler] denilen dehşet-engiz [dehşet verici] birer makine-i acîbe-i [hayrette bırakan makina] İlâhiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle

183

her bir fert, her bir nev’i müstakillen [bağımsız] Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktıklarını ilân ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Kur’ân-ı Kerîm فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1 der.

Kur’ân’dan delil-i inayet, [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] vücuh-u mümkinenin [olması ihtimal dahilinde bulunan yönler] en mükemmel veçhi ile bulunuyor. Kur’ân kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevâidi [faydalar] tezkâr [anma, dile getirme] ve ni’metleri tâdât [sayma] eden âyâtın fevâsıl ve hâtimelerinde [son] galiben [çoğunlukla] akla havale ve vicdanla müşaverete [istişare etme, danışma] sevk etmek için

اَوَلاَ يَعْلَمُونَ 2* اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 3* اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ 4* فَاعْتَبِرُوا * 5

gibi o burhan-ı inayeti [sarsılmaz inayet delili; Allah’ın kâinata koyduğu hikmet ve düzeni gösteren kesin delil] ezhanda [zihinler] tesbit ediyor.

İkinci delil-i Kur’ânî: [Kur’ânî delil] Delil-i ihtirâdır. [varetme delili] Hülâsası: [esas, öz]

Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde mürettep [bağlantılı, dizili] olan âsâr-ı mahsusasını [ferde ve türe özel eserler] müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nev’i müteselsil-i [zincirleme] ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılâb-ı hakikat olmaz. Mutavassıt [orta derece] nev’in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf [sınıflardaki hâllerin değişimi, dönüşümü] inkılâb-ı hakaikin [gerçeklerin değişmesi] gayrısıdır. Madde dedikleri şey, sûret-i mütegayyire, hem harekât-ı mütehavvile-i hadiseden tecerrüd [sıyrılma] etmediğinden hudûsu [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] muhakkaktır. Kuvvet ve sûretler, a’râziyetleri [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] cihetiyle envâdaki mübâyenet-i [farklılık] cevheriyeyi teşkil edemez.

184

A’râz [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] cevher olamaz. Demek envâının [tür] fasîleleri ve umum a’râzının [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] muhteradırlar. Silsilede tenâsül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir.

Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, her bir cihetten ezeliyete münâfi [aykırı] olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların [atomlar] (öyle dehşetli salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] yed-i îdamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] hassası olan ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve icadı, hiçbir münasebet-i mâkule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor?

İşte Kur’ân-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtı ile ezhanda [zihinler] tanzim ediyor. Müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] yalnız Allah’tır. Tesir-i hakikî [gerçek tesir] esbabda yoktur. Esbab, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet-i kudretin [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] perdesidir—tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde, [dışa dönük bakış] dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] umur-u hasîse ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] görünmesin. Birşeyde iki cihet var:

Biri, mülk—âyinenin mülevven [renkli] vechi gibi, ezdat ona vârid [söylenen] oluyor; çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. [sonuna kadar] Esbab [sebebler] bu cihette vardır; izhar-ı azamet ve izzet-i kudret [kudretin izzet ve şerefi] öyle ister.

İkinci cihet, melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet [Allah’ın birliği] öyle ister. Hatta hayat ve ruh ve nur ve vücut, iki vecihleri [yön] şeffaf ve güzel olduğundan, mülken ve melekûten [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] vasıtasız dest-i kudretten [Allah’ın kudret eli] çıkıyorlar.

185

DÖRDÜNCÜ BURHAN: [delil] Vicdan-ı beşer [insan vicdanı] denilen fıtrat-ı zîşuurdur. [şuurlu yaratılış] Şu burhanda [delil] dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkate al.

Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv [yeşillenme, gelişme meyli] der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelân-ı hayat [hayat bulma meyli, arzusu, kabiliyeti] var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh [Allah’ın izni ile] olur. Doğru söyler. Meselâ, bir avuç su incimad [donma] ile meyelân-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin [sağlam] demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar. İşte şu meyelânlar, [meyil, eğilim] irade-i İlâhiyeden [Allah’ın iradesi, dilemesi] gelen evâmir-i tekviniyenin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tecellîleridir, cilveleridir.

İkincisi: Beşerin havâssü’l-hams-ı zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur [bilincine varılmayan] pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, [görme duygusu] zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i [altıncı his] sâdıka olan sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika [insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.

Üçüncüsü: Mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] birşey hakikat-i hariciyeye [dış dünyaya ait gerçek] mebde’ [başlangıç] olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad [dayanak noktası] ile nokta-i istimdad, [medet noktası; yardım alınan nokta] iki hakikat-i zaruriyedir. Hilkatin [yaratılış] safveti [arılık, berraklık] ve en mükerremi [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olan ruh-u beşer, [insan ruhu] o iki nokta olmazsa en süflî, [alçak] en berbat bir mahlûk olur. Hâlbuki, kâinattaki hikmet ve nizam ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bu ihtimali reddeder.

Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal [çalışmayı durdurma, görevini yapmama] etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. [yönelen] Hads—ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir—daima [çabuk anlama ve kavrama] onu tahrik eder. Hadsin muzaafı [kat kat] olan ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] onu daima tenvir [aydınlatma] eder. Meyelânın [meyil, eğilim] muzâafı olan arzu ve onun

186

muzaafı [kat kat] olan iştiyak [arzu, istek] ve onun muzaafı [kat kat] olan aşk-ı İlâhî, onu daima mârifet-i Zülcelâle sevk eder. Şu fıtrattaki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.

Bu nükteleri [derin anlamlı söz] bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarına [kuturlar, çaplar; her taraf] neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] olan mârifet-i Sânidir [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] ki, istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i [sınırsız kabileyetler, yetenekler] insaniyeyle mütenasip [birbirine uygun] olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeye neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder.

İşte, nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ve kavga ve müzâhemetin meydanı olan dağdağa-i hayata [hayatta yaşanan çalkantılar] hücum gösteren âlemin binlerce musibet ve müzâhemelere karşı yegâne nokta-i istinad, [dayanak noktası] yine mârifet-i Sânidir. [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] Evet, herşeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] itikad [inanç] etmezse ve ale’l-amyâ [körü körüne] kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyâta [belalar] karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] düşünse, ister istemez tevahhuş, [korkma, çekinme] dehşet, telâş, havftan [korku] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir hâlet-i cehennem-nümûn ve ciğer-şikâfe [ciğer yaralayan] düşecektir. O ise, eşref [en şerefli] ve ahsen-i mahlûkat [yaratılmışların en güzeli, yaratılışı en kıvamda olan] olan ruh-u insaniyetin herşeyden ziyade perişan olduğunu istilzam [gerektirme] eder. O ise, intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] zıt oluyor. Şu nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] ve nokta-i istinad [dayanak noktası] ile bu derece nizam-ı âlemde [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] hükümfermâlık, [hüküm süren] hakikat-i nefsü’l-emriyenin [hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisi; gerçekte var olan iş] hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mârifetini [Allah’ı tanıma, bilme] kalb-i beşere [insan kalbi] daima tecellî ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da, vicdanın gözü daima açıktır. Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bu dört burhan-ı azîmin kat’î şehadetleriyle  

187

Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Ezelî, Vâhid, [bir] Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Ferd, Samed, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] Alîm, Kadîr, Mürid, Semî’, [herşeyi duyan ve işiten Allah] Basîr, [gören] Mütekellim, [konuşan] Hayy, [diri, canlı] Kayyum olduğu gibi, bütün evsâf-ı celâliye ve cemâliye ile muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki, masnudaki feyz-i kemâl, [kemâlin, mükemmelliğin feyiz ve bereketi] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zıll-i tecellîsinden muktebestir. Demek, kâinatta ne kadar hüsün, [güzellik] cemâl, kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] varsa, umumundan lâyühad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliye ile Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira, ihsan [bağış] servetin, icad vücudun, icab vücubun, [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] hüsnün, [güzellik] tenvir [aydınlatma] nurun fer’i ve delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâline bir zıll[gölge] zalîldir ve burhanıdır. [delil]

Hem de, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cemî [bütün] nekaisten [eksiklikler, kusurlar] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Zira, nevâkis mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] neş’et [doğma] eder. Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] maddiyattan mücerrettir, [soyut] münezzehdir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Hem kâinatın mâhiyât-i [mahiyetler, temel özellikler] mümkinesinden [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] neş’et [doğma] eden evsaf [vasıflar, nitelikler] ve levâzımatından [gerekli olan şeyler] mukaddestir.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ * سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ * سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهِ * سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِاْلاَسْبَابِ لِعِزَّتِهِ * 1

188

S: Vahdetü’l-vücudu [Allah’ın birliği] nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. [Allah aşkıyla kendinden geçme] Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani ُلاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ الله 1 sonra vahdet-i idare, [idare birliği] sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sufiyenin müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] hükmünde olan şatahatıyla [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] edilmez. Daire-i esbabı [sebepler dairesi] yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan [Allah’ın birliği] dem [an, vakit] vursa, haddinden tecavüz eder. Dem [an, vakit] vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmişlerdir ki, mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] tecerrüd [sıyrılma] ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.

Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] müşahede etmek, tarîk-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat[tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi] İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] sereyan-ı füyuzatı [feyizlerin sürekli olarak akması, devam etmesi] ve merâyâ-yı mevcudatta [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] tecellî-i esmâ ve sıfâtı, [Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması] yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye [varlıklara sirayet eden, geçen ulûhiyet] ve hayat-ı sâriye [varlıklara sirayet [bulaşma] eden, geçen hayat] tabir ettiler. Ehl-i fikir, [düşünce sahipleri] o hakaik-i zevkiyeyi nazarın  

189

mekayisine [ölçüler] sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya [insanları haktan uzaklaştıran bâtıl vehimler ve kuruntular] menşe oldu. Maddeperver hükemâ [filozof, felsefeci] ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu [Allah’ın birliği] ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, [Allah’ın birliği] tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmiş ve müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükemâ [filozof, felsefeci] ve zaîfü’l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmişler ve müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten [Cenâb-ı Allah’ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı] uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hatta ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] onda mezcetmek, [karışma, bütünleşme] hatta kâinat hesabına ulûhiyetten [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmek derecede meslek-i müteassifeye [sapık, azgın meslek] girmişlerdir.

İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] vahdet-i vücudu, vahdetü’ş-şuhudu [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] tazammun [içerme, içine alma] eder. İkincilerin, vahdetü’l-mevcudu [Allah’ın birliği] tazammun [içerme, içine alma] eder.

Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir. [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan]

Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.

Beşincisi: Birinciler, Hudâperesttirler. İkinciler, hodperesttiler.

اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَاَيْنَ الضِّيَ اءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الدَّامِسَةِ * 1

ba

190

 Tenvir

Meselâ, küre-i arz [yer küre, dünya] rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka hasiyetle levnine [renk] ve cirmine [büyük cisim] ve şekline nispetle şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zâtı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. [ışığın kendisi, bizzat ışık] Hem de ziyanın temâsili [timsaller, yansımalar] ve elvân-ı seb’asının [yedi renk] tesâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn [tarz, çeşit] ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.

آنْ خَياَلاَتِى كِه دَامِ اَوْلِياسْت * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتاَنِ خُدَاسْت * 1

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] meşrebi [hareket tarzı, metod] fark ve sahvdır. [doğruyu fark etme ve uyanık olma] Ehl-i vahdetü’l-vücudun [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] meşrebi [hareket tarzı, metod] mahv ve sekirdir. [mânâ alemindeki sarhoşluk] Sâfi meşrep [hareket tarzı, metod] ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır. [fark ve sahv ehlinin gittiği yol]

تَفَكَّرُوا فِى اٰلاَءِ اللهِ وَلاَ تَفَكَّرُوا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا * 2

حَقِيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا * فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ * هُوَ الَّذِى اَبْدَعَ اْلاَشْيَۤاءَ وَاَنْشَأَهَا * فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ * 3

ba

191

 İfade1

Evliyâullah demişler: اَلطُّرُقُ اِلَى اللهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ Yani, mârifetullahın [Allah’ı tanıma, bilme] burhanları [delil] nefesler kadar hadsizdir.

Mârifet-i Nebinin burhanları [delil] dahi nüfûs-u mü’minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder. Demek şu enfâs-ı [daha yararlı] halâik miktarında ve bu nüfûs-u ehl-i iman adedinde layuad burhanların [delil] netice-i yegânesidir.

Evet muvaffak bir nazar, kainatın her zerresinin her hâlinden vücud-u Sânii, [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] hem Peygamberin her bir hâl, kâl, fiilinden sıdk-ı nübüvvetin şuâını görür.

Bir şahıs bir şahsa tamamen benzemediği gibi, fehim [anlama, kavrama] dahi fehme benzemez. Delil bir olsa da, tarz-ı telâkki ve tarik-i tefehhüm ayrı ayrıdır.

İşte şu risalede kelime-i şehâdetin iki kelâmındaki tevhid ve nübüvvete [peygamberlik] dair tarz-ı tefehhüm ve tarik-i telâkkimi Japonun eski bir suali münâsebetiyle yalnız meslek-i nazar noktasında mûcez bir icmal [kısaca, özet olarak] ile yazdım. O maksad-ı âliyeye uzanan mi’râc-ı zevkî-i işrâkî ve minhâc-ı hadsî-i ilhamî ise tabire sığışmaz. İşârâtü’l İ’câz’da يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 2 ilâahir… وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا 3 ilâ

192

ahir… وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ 1 ilâahir… âyetleri beyanında yine Kur’ân’dan istifaza [feyizlenme] ettiğim aynı fehmimi Arabî olarak yazmıştım.

Şu kelime-i şehâdetteki cevher-i iman bir nurdur. Allah (c.c.) istediğinin kalbine atar. Kayyumu hidayet-i İlâhiyedir. [Allah’ın doğru yola erdirmesi] Burhan [delil] ise bir mücahiddir, düşmanını tard [kovma] eder, süpürgecidir evhamdan tehzib eder.

Peşinen derim; Türkçe güzel ifade edemiyorum. Mânâyı düşündükçe lâfzı düşünemiyorum. Kári’den ricam [ümit] odur ki, lafzın perişaniyetini görüp mânâya karşı ihtiramsızlık, [hürmet etme, saygı gösterme] lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] göstermesin.

وَمِنْ اللهِ التَّوْفِيقُ * 2

ba

193

 Melâike Tasdiki, İmanın Bir Rüknüdür [esas, şart]

 Medhal

Dört Nükteye [derin anlamlı söz] Dikkat!

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Madde asıl değil, tâbi’dir. [tab eden, yapan] Mahdum [efendi, kendisine hizmet edilen] değil, hâdimdir. Hâkim değil, mahkûmdur. Lüb, [öz, iç] esas, müstekar [karar kılınan yer] değil; yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ [hazır] bir kışırdır, [kabuk] zebeddir, sûrettir.

Zira âlet-i mükebbire ile binler defa büyütülen sonra görünen bir mikroba dikkat edilse görünür ki, maddenin tesâguru nisbetinde âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] nur-u ruh [ruhun nuru] tezâyüd [artma] eder, teşeddüd eder.

Madde inceleştikçe bizden uzaklaşınca, ruh âlemine hayat âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, [ruhun sıcaklığı] nur-u hayat [hayat ışığı] daha şiddet ile tecellî ediyor.

Bak o hurdebînî huveynenin havassına! [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] Ne kadar keskindirler ki, âzâsını, rızkını görür. Kardeşinin sesini işitir, ilâahir… Demek havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve kuvvaları binler defa bizimkilerden şediddir, [şiddetli] keskindir, hassastırlar.

Hem madde-i meşhureden başka pek çok menâbiin tereşşuhatı, [belirti] lemaatı, semeratı [meyve] âlem-i mülkte vardır ki, katiyyen maddeye ve hareketine irca[döndürme, yönlendirme] ile izah edilmez. Demek âlem-i mülk ve şehadet, âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve ervâh [ruhlar] üstünde tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] bir perdedir…

Herşey, hatta meyvelerin içi dışından, batnı [iç] zahirinden daha muntazam, daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha san’atkârane [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olduğu gösterir ki; hüküm melekûtundur. [birşeyin iç yüzü, aslı, esası]

194

Esbâb-ı maddiye bahanedir, tâbidirler. Yoksa zâhiri daha mükemmmel olmak lâzım gelirdi. Maddeden azîm bir kütleyi nasıl bir ruh istihdam [çalıştırma] eder, bir zerreyi de istihdam [çalıştırma] edebilir. Ona istinad ile âlem-i misâlde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] müzehher [çiçeklerle bezenmiş] bir şahıs olur. Âlem-i turabda bir çekirdek âlem-i havada ondan bir şecer-i [ağaç] meyvedâr gibi.

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Hayat herşeyin başında ve esasındadır. Hayat herşeyi herşeye mâleder. Onun ile birşey der: “Herşey malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat mülkümdür.”

Ziya, ecsâmın [cisimler] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve elvanın [renkler] sebeb-i vücudu [varlık sebebi] olduğu gibi; hayat dahi mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keşşafı; [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve cüz’ü küll [bütün] gibi belki daha büyük yapmak; ve küllü cüz’e sıkıştırmak ve iştirak ve ittihad [birleşme] ettirmek gibi kemâlât-ı vücudun sebebidir. “Hayat kesrette [çokluk] bir çeşit tecellî-i vahdettir.” [Allah’ın birlik tecellisi]

Bak! Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten mâdumdur. [yok]

Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat [bağlantılar, ilişkiler] tesis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: “Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor.” Sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ve şâika[insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] ihtiva eden havass-ı aşeresiyle; dünyanın ekser envâı [tür] ile ihtisas, ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] mübadele [değiş tokuş] ve tasarrufa başlar.

Bak! Hayat tabaka-i insaniyeye [insan tabakası] çıktıkça öyle inbisat [genişleme, yayılma] ve inkişaf [açığa çıkma] ve tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder ki; ziyâ-yı akılla menzilindeki odaları gezer gibi, avâlim-i ulviye [yüce âlemler] ve ruhiye ve cismâniyede gezer. O, o avâlime misafir gittiği gibi, onlar dahi onun mir’ât-ı ruhuna [ruh aynası] misafir oluyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] en parlak bir burhan-ı vahdeti [birliğin güçlü delili]

195

ve en büyük bir nimeti ve tecellî-i merhameti [merhamet yansıması] ve en hafî, [gizli] dakik, [derin ve ince] bilinmez bir nakş-ı nezihidir.

Bak! Envâ-ı hayatın [hayat çeşitleri, yaşayış seviyeleri] en ednâ[basit, aşağı] olan hayat-ı nebat [bitki hayatı] ve onun en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin [hayat düğümü] tenebbühü, [uyanış, yeşerme] o derece zuhur, kesret, [çokluk] mebzuliyet, [bolluk] ülfetle zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri hikmet-i beşer [insanın bilgi ve felsefesi] nazarından gizli kalmış. Hakikati keşfedilememiş. Hem o kadar nezihdir [temiz] ki, dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] ile onun arasında sebeb-i zahirî vaz edilmemiş. Zira mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtu, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] iki vechi temiz, pak, şeffaftır. Nazar-ı zahirîde [dışa dönük bakış] umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile perdesiz mübaşeretinden [bir işe başlama, girişim, temas etme] teâlî [yükselme, yücelme] eden izzet-i kudret, [kudretin izzet ve şerefi] esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] yalnız mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hattâ denilebilir; “hayat olmazsa vücud vücud değildir. Hayat ruhun ziyasıdır.”

Mademki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil [mükemmel şekilde aksamadan devam eden düzen ve düzenlilik] var. Bir itkan-ı muhkem [kusursuz ve pürüzsüz bir sağlamlık] var. Madem bu bîçare perişan küremiz, bu kadar zevi’l-ervâh [ruh sahipleri] ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-i sâdıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye [gökteki saraylar] ve şu burûc-u [burçlar] sâmiyenin [dinleyen, işiten] dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nurânî dahi şemste yaşar (Balık suda gibi.)

Madem Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] âdi ve en kesif [katı] bir maddeden zevi’l-ervâhı [ruh sahipleri] halkeder. Elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyâlât-ı lâtife [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] maddelerini ihmal etmez, meyyit [ölü] bırakmaz.

Temsil: Melâikeyi, [melekler] ruhaniyâtı [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] tasdik etmeyen; vahşi bir adama benzer ki; büyük muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan,

196

küçük bir haneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevi’l-ervâh [ruh sahipleri] ile memlu. Onlara mahsus şerait-i hayatiye [hayat şartları] vardır ki; bazısı âkilü’n-nebat, bazısı âkilü’s-simaktir.

Sonra uzaktan binlerce müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kusûr-u âliye görüyor ki, mâbeynlerinde [ara] geniş tenezzühgâh [bağ, bahçe gibi seyir ve gezinti yeri] meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından [dar görüşlülük] veya onların gizlenmesinden, o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerâit-i hayat [hayat için gerekli şartlar] o kasırlarda [köşk, saray] görünmediği için itikat [inanç] ediyor ki; o kasırlar [köşk, saray] sakininden hâlidir.

Hem melâikeyi [melekler] tasdik eden zât, o vahşinin arkadaşı olan, nimbedevî bir adama benzer ki; şu küçük, hakir haneyi gördü ki, zîruhla [ruh sahibi] dolu. Ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm [kesin karar, niyet] eder ki; o kusûr-u müzeyyenenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar ona muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri [hayat şartları] vardır. Uzaklık veya gözün kabiliyetsizliği veya tesettürlerine binaen görünmemeleri olmamalarına delil olamaz. “Adem-i rü’yet, adem-i vücuda [var olmama, meydana gelmeme] delâlet etmez.”

Demek, küre-i arzın [yer küre, dünya] hakaret ve kesafetiyle [yoğunluk, katılık] beraber bu kadar zevi’l-ervâhın [ruh sahipleri] vatanı olması ve en hasis, hattâ müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] cüzleri menbâ-ı hayat kesilmesi bittarîki’l-evlâ, hem intizam-ı muttaride [muntazam şekilde devam eden yerleşmiş düzen] mebni olan kıyas-ı hafî-yi [sebebi gizli olan ve zihne birden gelmeyen kıyas] hadsiye müesses [kurulmuş] olan kıyas-ı evlevî [fer’deki illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyas] ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, [burçlar] nücûmuyla zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] zevi’l-ervâh [ruh sahipleri] ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahlûk olan o zevi’l-ervâha [ruh sahipleri] şeriat; “melâike [melek] ve cân” der. Melâike [melek] ise ecnas[cinsler, türler] muhtelifedir. [çeşit çeşit] Cin dahi öyle.

197

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Bütün ukalâ, [akıllılar, akıl sahipleri] turuk-u tabirde ihtilâflarıyla beraber melâikenin [melekler] mânâ ve hakikatinin vücuduna icmâ-ı mânevî [mânevî fikir birliği] ile ittifak etmişlerdir. Hattâ meşşâiyyun, melâikeyi [melekler]envâın [tür] mahiyât-ı mücerrede-yi ruhaniyeleri” ile tâbir etmişlerdir. İşrâkiyyun: “ukûl-u [akıllar] aşere, erbâbu’l-enva” diye tevsim [damgalama, işaretleme] etmişler. Ehl-i edyan [din sahipleri, dine inananlar]melekü’l-cibal, [dağlardan sorumlu olan görevli melek] melekü’l-bihar, [denizlerden sorumlu olan görevli melek] melekü’l-emtar[yağmurdan sorumlu olan görevli melek] namlarıyla tesmiye [isimlendirme] etmişler. Hattâ akılları gözlerinde olan maddiyyun ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] dahi mânâ-yı melâikeyi [“melekler” kavramının ifade ettiği mânâ] inkâra mecâl bulamamışlar. Belki nevâmis-i fıtratta “kuvâ-yı sâriye” diye bir cihette tasdike muztar [çaresiz] olmuşlar.

Evet madem ki, hayat mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keşşafıdır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Belki neticesi, zübdesidir. [en seçkin kısım, öz, tereyağı] Nasıl şu feza-yı vâsia sakinînden ve şu semâvât-ı lâtife mutevattinînden hâli [boş] olabilir?

S: Acaba şu hilkatte cârî olan nevâmis [kanunlar] ve kavânin, [kanunlar] kâinatın irtibat ve hayeviyetine kâfi [yeterli] değil midir?

C: Bu nevâmis-i câriye ve şu kavânin-i sâriye umur-u itibâriyedir, vehmiyedirler. Ki hem mümessilâtı, [temsilci] hem meâkisi, hem dizginlerini tutan melâikeler [melekler] olmazsa, onlara bir vücud taayyün [belirleme] etmez. Bir hüviyet teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] edemez. Bir hakikat-i hâriciye [dışa yansıyan maddî gerçeklik] olmaz. Hem de ehl-i hikmetle [felsefeciler] ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve akıl ile nakil ittifak etmişler ki; teşekkül-ü ervâha [ruhların meydana gelmesi] nâmuvafık, [uygunsuz] câmid, [cansız] zâhir olan “âlem-i şehâdet“e [görünen âlem, bu dünya] mevcudat [var edilenler, varlıklar]

198

münhasır değildir. Ve vücud ona inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmemiştir. Belki daha çok tabakât-ı vücud var. Deniz balığa münasebeti gibi, ervâha [ruhlar] muvafık ve o ervâhla [ruhlar] dolu bir âlemü’l-gayb ve avâlimü’l-ervâh [âlemler] dahi bulunur. Madem ki bütün bu umur, [emirler] mânây-ı melâikenin vücuduna şehâdet eder. Onların vücudunun en ahsen [daha güzel] sûreti ve ukûl-u [akıllar] selime kabul edecek ve istihsan [beğenme, güzel bulma] edecek keyfiyeti odur ki, şeriat şerh etmiştir. Der: “Melâike, [melek] ibâd-ı mükerremdir. [şerefli, saygın kullar] Emre muhalefet etmezler, ecsâm-ı lâtife-i nûrâniyedirler. Envâ-ı muhtelifeye münkasımdırlar. [kısımlara ayrılmış] Melâike [melek] bir ümmettir ki, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen şeriat-ı tekvîniyenin hamelesi [taşıyan] ve mümessili [temsilci] ve mümtesilidirler. Müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] olan Kudret-i Fâtıranın [yaratıcı kudret] ve İrade-i Ezeliyenin emrine tâbi bir nevi ibadullahtır.”

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Mesele-i melâike, o mesâildendir [meseleler] ki, bir cüz’ün vücuduyla küllün tahakkuku [gerçekleşme] bilinir. Bir şahsın rü’yetiyle [görme] nev’in vücudu malûm olur. Zira kim inkâr ederse, küllü inkâr eder.

Ey birader bak! Görmüyor musun, işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda zamân-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin [melekler] vücuduna ittifak ve insanın taifeleri birbirinden bahsi gibi, onlarla muhavere [karşılıklı konuşma] edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] etmişler. Acaba hiçbir fert onlardan görünmese, hem bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bir şahıs veya eşhasın [kişiler] vücudu kat’î bilinmezse, hem onların bilbedahe [açıkça] vücutlarını hissetmezse, hiç mümkün müdür; böyle müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve vücûdî bir emirde müstemirren [devamlı, kararlı] ittifak devam etsin? Bununla beraber muhaldir ki, itikad-ı umumînin [çoğunluğun, genelin inancı] müvellidi olan mebâdi-i zaruriye [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] olmadan, böyle bir vehim bütün inkılâbât-ı beşeriyede, [insanlığın geçirdiği değişimler, başkalaşmalar] akaid-i beşerde istimrar [devam etme] etsin, bekà

199

bulsun. Öyle ise şu icmâın senedi bir hads-i kat’îdir [doğru ve kesin sezgi] ki, emarat[belirtiler, izler] müteferrikadan [ayrı ayrı] tevellüd [doğma] etmiştir. O emarât çok vâkıâtın müşahedâtından [gözlemler] neş’et [doğma] etmiştir. O vâkıât, kat’iyen [kesinlikle] bazı mebadi-i zaruriyeye istinad etmiştir. Öyle ise bu itikad-ı umumînin [çoğunluğun, genelin inancı] sebebi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat [defalarca] ile müşahede ve rü’yetlerinden [görme] hâsıl olan mebadi-i zaruriyedir, esâsât-ı kat’iyedir.

Hâlbuki tek bir ruhânînin vücudu, tek bir zamanda tahakkuk [gerçekleşme] etse, şu nev-i muhtelifü’l-esnaf tahakkuk [gerçekleşme] eder. Madem şu nev’ tahakkuk [gerçekleşme] ediyor, sûret-i tahakkukun en ahseni, [daha güzel] en mâkulü, en makbulü şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Miracın gördüğü gibidir. İşte medhal dört nüktesiyle [derin anlamlı söz] bitti.

Eğer buraya kadar kalben çıkmış isen, maksadın hakâikını [gerçekler, hakikatler] görmek istersen, hazır ol! Tahir ol!

İşte âlem-i Kur’ân kapıları açıktır. İşte cennet-i Furkan, Müfettehatü’l-ebvabdır. Gir, bak! Melâikeyi [melekler] içinde iyi gör! Onlarla tanış!

Sûre-i Kadirde: تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ 1 ; hem,

عَلَيْهَا مَلٰۤئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَۤا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ * 2

hem, سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ 3

Eğer istersen Sûre-i قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ 4 ‘ye gir! Cinlerle de görüş!

200

 Haşir

وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ * 1

 Medhal

Şu mes’eleye dair Kur’ân’ın işârâtından [işaretler] fehmettiğim bir miktarını Arabî olarak İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] yazmıştım. Burada vazifem, hükm-ü Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın hükmü] güzel telâkki [anlama, kabul etme] etmek için zemini ihzar [hazırlama] etmektir.

İşte kalbe kabiliyet-i kabul verecek ve vicdanı iz’ana [kesin şekilde inanma] ihzar [hazırlama] edecek dört esas var ki:

Muktazi [gerekçe] mevcuttur.

Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir.

Mahal kâbildir.

Mâni yoktur.

Birinci Makam

Saadet-i Ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muktazi [gerekçe] vardır. O muktazinin [gerekçe] vücuduna burhan, [delil] on menâbiden süzülen ve tehallub eden bir hadsdir

Birincisi: İşte kâinatta bir nizam-ı ekmel-i [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] kasdî var. Her cihette reşahat-ı ihtiyar, lemeât-ı kasd görünüyor. Herşeyde bir nur-u kasd, her şe’nde [belirleyici özellik] bir ziyâ-yı irade, her harekette bir lem’a-yı [parıltı] ihtiyar, her terkipte [birleşim, sentez] bir şû’le-i hikmet, nazar-ı dikkate çarpıyor.

201

Evet saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, “nizam” bir sûret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı bir nizam olur. Nizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt [bağlar] ve niseb [nispetler, bağlar] hebâ [boş, faydasız] olur. Demek nizamın nazzâmı saadet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı]

İkinci Menba: Hilkatte bir hikmet-i tâmme [eksiksiz tam hikmet] var. Evet inâyet-i ezeliyenin [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] timsâli olan hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] kâinattaki riayet-i mesâlih ve iltizam-ı hikem lisâniyle saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ilân eder. Zira saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, kâinatta bilbedahe [açıkça] sâbit olan hikem [hikmetler] ve fevâidi [faydalar] mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] ile inkâr etmek lâzım gelir.

Üçüncü Menba: Akıl ve hikmet ve istikrâın [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] şehâdetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] hem Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fıtratta, herşeyde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesiyle sâbit olan adem-i israf, [israfsızlık] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işaret eder. Zira adem-i sırf [tam anlamıyla yokluk] herşeyi abes eder.

Fıtratta, ezcümle insanda fenn-i menâfiu’l-âzâ şehâdetiyle sâbit olan adem-i israf [israfsızlık] gösterir ki; insanda olan istidâdât-ı mâneviye ve âmâl ve efkâr [fikirler] ve müyûlât [meyiller, eğilimler] dahi israf edilmeyecektir. O meyl-i tekemmül, [mükemmelleşme eğilimi] bir kemâlin vücudunu ve o meyl-i saadet, [mutlu olma eğilimi] bir saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] namzed [aday] olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mâhiyet-i hakikiyesini teşkil eden mâneviyat ve âmâl kurur, hebaen gider.

Acaba kıymettar bir cevherin kılıfına o derece dikkat ve itina edilse ki, gubarın [toz] konulmasına da müsaade etmeyen sahibi, nasıl ve ne sûretle o cevher-i yegâneyi [eşi benzeri olmayan cevher] kırıp mahveder.

202

Şu üç menbadaki üç şahidi tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] eden her birinin mevzuunun nev’indeki nizamına şâhid-i sâdık [doğru şahit] olan cemî-i [bütün] fünunun [fenler, bilimler] istikrâ-i tâmmesidir. [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] Ki o intizam-ı kâmili [mükemmel şekilde aksamadan devam eden düzen ve düzenlilik] ihtilâlden halâs [kurtulma] eden, meyl-i tekemmülü [mükemmelleşme eğilimi] tatmin eden yalnız saadet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı]

Dördüncü Menba: Pek çok envâda yevm [gün] ve sene gibi, hattâ insanın şahıslarında bir çok kıyâmet-i mükerrere-i nev’iye vardır ki; bir kıyamet-i kübrânın [büyük kıyamet] tahakkukunu [gerçekleşme] ihsas [hissettirme] ediyor.

Evet, mâruf [bilinen] saatin sâniye, dakika, saat, eyyâmını sayan çarklarına benzeyen Allah’ın büyük saatindeki yevm, [gün] sene, ömr-ü beşer, [insan ömrü] deverân-ı dünya [dünyanın devreleri] birbirine mukaddeme [başlangıç] olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kışdan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten [ölüm] sonra subh-u kıyamet [kıyamet sabahı] o destgâhdan, [iş yeri] o saat-ı uzmâdan çıkacağını haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen bir çok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak [ittifakla, fikir birliğiyle] bütün zerrâtını [atomlar] değiştirmiş. Belki bir senede iki defa tedricî [aşamalı, derece derece] bir kıyamet görmüş. Hem bazı envâ-ı hayvanatta bazı vakitte bir kıyamet-i nev’iye [bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi] müşahede ediyoruz.

İnsanın bir şahsı, başkasının nev’i hükmündedir. Zira nur-u fikir, [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] onun âmâline öyle bir vüs’at [genişlik] vermiş ki; ezmine-i selâseyi yutsa tok olmaz. Sair nev’ilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz’î, [ferdî, küçük] kıymeti şahsî, nazarı mahdut, [sınırlanmış] kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, [genel] kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen daimîdir.

Öyle ise, çok nevilerde olan birer çeşit kıyamet-i mükerrere-i nev’iyede, [her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri] insan için bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye [şahsa, bireye ait umumî kıyamet] remz [ince işaret] vardır.

203

Beşinci Menba: Beşerin cevher-i ruhundaki [ruhun özü] gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] istidâdât ve o istidâdâtda mündemiç [içinde bulunan] olan gayr-ı mahdut [sınırsız] kabiliyât; [kabiliyetler, yetenekler] ve o kabiliyâttan [kabiliyetler, yetenekler] neş’et [doğma] eden hadsiz müyûlât; [meyiller, eğilimler] ve o müyûlâtdan [meyiller, eğilimler] hâsıl olan lâyetenâhî [son bulmaz] âmâl; ve o âmâlden tevellüd [doğma] eden gayr-i mütenâhî efkâr [fikirler] ve tasavvurât; [düşünceler, hayaller] şu âlem-i şehâdetin [görünen âlem, bu dünya] mâverâsında [arkasında bulunan; öte] olan saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] elini uzatmış medd-i nazar [gözünü uzaklara yöneltme, dikkatlice bakma] ederek o tarafa müteveccih [yönelen] olmuştur. Hattâ ruhun bir şâir san’atkârı olan hasse-i [duyu] hayale denilse: “Sana dünya bir milyon ömür ile verilecektir. Fakat sonun adem-i sırf, [tam anlamıyla yokluk] hiçlik olacaktır.” Hayal, derinden derine—bunu alkışlamak yerine—teessüf edecektir. Bir hizmetkârı tatmin etmeyen şu dünya, sultan-ı ruhu nasıl tatmin edebilir? İşte hiç yalan söylemeyen fıtrattaki şu kat’î, şedid, [şiddetli] sarsılmaz, meyl-i saadet-i ebediye; [sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu] saadet-i ebediyenin tahakkukuna [gerçekleşme] bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] veriyor.

Altıncı Menba: Errahmânirrahîm olan Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] rahmetidir. Evet nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten [sıkıntı, azap] halâs [kurtulma] eden; ve kâinatı firâk-ı ebedîden [sonsuz ayrılık] hâsıl olan vaveylalardan [feryat] kurtaran saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] o rahmetin şe’nindendir [belirleyici özellik] ki beşerden esirgemesin. Zira bütün nimetlerin reisi, re’si, neticesi olan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] verilmezse, bütün nimetler nıkmetlere [sıkıntı, azap] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. O tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ise, bilbedahe [açıkça] ve bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve umum kâinatın şehâdetiyle muhakkak olan Rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] inkâr etmek lâzım gelir. Hâlbuki rahmet, en vâzıh [açık] ve güneşten daha parlak bir hakikattir.

204

Bak rahmetin cilvelerinden olan “Muhabbet ve aşk ve şefkat” nimetlerine dikkat et! Eğer firâk-ı ebedî [sonsuz ayrılık] ve hicrân-ı lâyezalîye incirar etse; görürsün ki, o muhabbet, en büyük musibet olur. Şefkat en büyük maraz [hastalık] olur. Akıl en büyük belâ olur. Demek rahmet, rahmet olduğu için hicrân-ı ebedîyi muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkarmaz.

Yedinci Menba: Kâinattaki bütün letâif, [duygular] bütün mehâsin, [güzellikler] bütün kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bütün incizâbât ve iştiyâkât [şiddetli arzu ve istek] ve terehhumât birer mezmundur ki, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] lûtf-u merhametinin, ihsan [bağış] ve kereminin [cömertlik] cilvelerini bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe [açık bir şekilde] kalbe gösteriyor. Madem bir hakikat var. Bilbedahe [açıkça] hakiki rahmet var. Madem hakiki rahmet var, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olacaktır..

Sekizinci Menba: Fıtrat-ı zîşuur [şuurlu yaratılış] olan vicdandır. Kim kendi uyanık vicdanını dinlese: “Ebed! ebed!” sesini işitecektir. Demek o, onun için mahlûktur. Demek bu incizab [çekim, çekicilik] bir gaye-i hakiki ve hakikat-i cazibedarın [çekici hakikat, cazibeli gerçek] yalnız cezbiyle olabilir.

Dokuzuncu Menba: Sâdık, masdûk, musaddak [doğrulanan] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. Evet onun sözleriyle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapıları açılmış. Ve ona karşı kelâmları birer penceredir. Zaten bütün kuvvetiyle bütün davaları tevhidden sonra o noktada temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor.

Onuncu Menba: On üç asırda yedi vecihle [yön] i’câzını [mu’cize oluş] muhafaza eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ihbârât-ı kat’iyesidir. [kesin haberler] Evet nefs-i ihbârı, haşr-i cismânînin [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] keşşâfı [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] ve şu remz-i hikmetin [bilimsel işaret] miftâhıdır. Hem tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve mükerreren [defalarca] tefekküre emrederek nazara vaz ettiği berâhin [deliller] binlerdir.

205

Ezcümle: Bir kıyas-ı temsilîyi [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] tazammun [içerme, içine alma] eden وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا 1 ve قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ 2 hem bir delil-i adlîye işaret eden وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ 3 gibi pek çok âyât-ı kesîre ile haşr-i cismânîdeki [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere [insanın bakışı] vazetmiştir.

Birinci Kıyasın Hülâsa[esas, öz]

Bak vücud-u insan [insan bedeni] tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılâbâtı [değişim, devrim] geçiriyor. Nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] alakaya, [zigot; döllenmiş hücre] alakadan [zigot; döllenmiş hücre] mudgaya, [et parçası] mudgadan [et parçası] azm [kemik] ve lahme, azm [kemik] ve lahmeden halk-ı cedide intikal, gayet dakîk [çok ince] desatire tâbidir. Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, ve öyle nizâmât-ı muayyene, [belirlenmiş düzenler] ve öyle harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir. İşte vücud itibariyle böyle her sene libasını [elbise] değiştiren o vücudun bekàsı, inhilâlin [bozulma, dağılma] yerini dolduran bir terkibe [birleşim, sentez] muhtaçtır.

İşte o hüceyrâtın [hücrecikler] yıkılmasıyla tamir etmek zarureti, bir madde-i lâtife [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] ister ki, âzânın hâcâtı nisbetinde Rezzâk-ı Hakikî [gerçek rızık verici Allah] bir kanun-u mahsus [özel kanun] ile taksim ediyor. İşte o madde-i latîfenin etvarına [tavırlar, davranışlar] bak! Göreceksin ki; o kâfile-i zerrat, küre-i havada, [hava küresi, atmosfer]

206

toprakta münteşir [yaygın olan] iken, bir hareket-i kasdiyeyi işmam [hissetirme] eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Güya her bir zerre bir vazife ile muvazzaf, bir mekân-ı muayyeneye [belirli bir mekân] gitmek için memurdur gibi toplanır. Bir Sâik-i Muhtarın kanun-u mahsusuyla [özel kanun] âlem-i mevâlide girer. Nizâmât-ı muayyene [belirlenmiş düzenler] ile, hareket-i muttaride ile, desâtir-i mahsusa [özel kurallar] ile bedende dört matbahda [mutfak] pişirildikten sonra, dört inkılâb-ı acibeyi geçirdikten sonra, dört süzgeçten süzüldükten sonra aktâr-ı bedende [bedenin her tarafı] intişar [açığa çıkma, yayılma] ederek, bütün muhtaç olan âzâların derece-i ihtiyaçlarına [ihtiyaç derecesi] göre Rezzâk-ı Hakikînin [gerçek rızık verici Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eder.

İşte o zerrattan [atomlar] her bir zerreye bir nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] baksan göreceksin ki; kör ittifak, kör tesadüf hiç ona karışamaz. Her biri hangi tavra girmiş ise, kavânin-i muayyenesiyle güya ihtiyaren [iradeyi kullanarak, isteyerek] amel ediyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam ayak atıyor ki, bilbedahe [açıkça] bir Sâik‘in [sevk eden, sürükleyen] emriyle gidiyor.

İşte böyle tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya gitgide hedef-i maksadından [asıl gaye, kastedilen hedef] ayrılmayarak, makam-ı lâyıkına [lâyık olduğu makam] girer oturur. İşte bu hâl [çözüm] gösteriyor ki; evvelen o zerreler muayyendiler, muvazzafdılar. O makamlar için namzettiler. [aday] İşte şu neş’e-i ûlayı gören, neş’e-i uhrayı istib’ad [akıldan uzak görme] ile istinkâr etmemek gerektir.

Mesalâ, bir taburun askerleri istirahat izniyle dağılıp boru ile çağrılsa birden tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir taburu teşkil etmekten çok çok esheldir. [daha kolay] Bir vücudda imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ile ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve münasebet peyda eden zerrât, [atomlar] sûr-u İsrafil ile Hâlıkı’nın [her şeyi yaratan Allah] emrine lebbeykzen [“buyurun, emredin efendim”] olmaları aklen birinci îcaddan daha sehil, [kolay] daha mümkündür. Hem nüveler [çekirdek] hükmünde olan eczâ-i asliye, ikinci neş’e için bir esâs-ı kâfidir.

207

İkinci Kıyasın Hülâsa[esas, öz]

Şu âlemde çok görüyoruz ki; zâlim, fâcir, [günahkâr] gaddar gayet refah ve rahat ile ömür geçiriyor. Hâlbuki, görüyoruz ki; mazlum, fakir, mütedeyyin, [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] hüsn-ü hulk sahibi, zahmet ve zillet [alçaklık] ve mazlumiyette hayatını geçiriyor. Sonra mevt [ölüm] gelir, ikisini müsâvî kılar. Eğer şu müsavat, [eşitlik] nihayetsiz ise zulüm görünür. Hâlbuki, zulümden tenezzühü [ferahlama, rahatlama] kâinatın şehâdetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] bir mecma-ı âher iktiza [bir şeyin gereği] eder ki; birincisi cezasını, ikincisi mükâfatını görsün.

Hem şu perişan beşer, sair ihvanı [kardeş] olan kâinat-ı muntazama [düzenli, intizamlı kâinat] gibi tanzim edecek ve istidâdıyla mütenasip [birbirine uygun] tecziye [cezalandırma] ve mükafat edecek bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ister. Ta adâlet-i mahza tecellî etsin. Şu dar dünya beşerin ruhunda mündemiç [içinde bulunan] olan istidâdât-ı gayr-ı mahdudenin [sınırsız kabileyetler, yetenekler] sünbüllenmesine [başak] müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.

İnsanın cevheri büyüktür. Ebede namzet [aday] tir. [sonsuzluğa aday] Mahiyeti âliyedir. Cinayeti dahi azimdir, intizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez, intizamsız olamaz. Mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kalamaz. Abes olamaz. Fenâ-yı mutlak [kesin yokoluş] ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa [tam anlamıyla yokluk] kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazendârânesini açıp bekliyorlar.

Şu âyetler gibi, çok berâhîn-i lâtifeyi tazammun [içerme, içine alma] eden âyât-ı sâireyi kıyas eyle, tetebbu et! İşte bu Menâbi-i aşere muktazînin [gerekçe] vücuduna kat’iyen [kesinlikle] delâlet eder.

ba

208

İkinci Makam

Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. Âzam ve asgar ona nisbeten birdirler. Evet bir Kadîr ki; âlem bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, [âlemler] zerratı, [atomlar] cevahiri [cevherler] gayr-ı mütenahî [sonsuz] lisânlar ile azametine, kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] o kudretten istib’âd [akıldan uzak görme] etsin?

Şurada yalnız deriz: En çok ve en büyük şey, en basit ve en küçük şeye nispeten kudrete daha ağır gelemez.

مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 1

İşte şu sırrı Sünûhat’ta yazmıştım. Makamın münasebetiyle naklediyorum:

İşte Kudret zâtiyedir. [kendisinden olan, ilinti olmayan] Acz tahallûl edemez. Melekûtiyete [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Mevâni [maniler, engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz’ [kısım, parça] külle müsâvî, cüz’î [ferdî, küçük] küllî hükmüne geçer.

BİRİNCİ NOKTA: Kudret-i Ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiyedir. Öyle ise zıddı olan “acz”, onun melzumu olan zâta bilbedahe [açıkça] ârız [ortaya çıkma] olamaz. Madem acz zâta ârız [ortaya çıkma] olamaz, tahallül [araya girme, içine karışma] edemez. Madem tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, bilbedahe [açıkça] kudrette merâtip [mertebeler] olamaz. Zira meratibin [mertebeler] vücudu ezdâdın [zıtlar] tedâhülüyledir.

209

Meselâ, hararette merâtip, [mertebeler] bürûdetin tahallüliyledir. [araya girme, içine karışma] Hüsündeki [güzellik] derecât, [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedâhüliyledir. İlh… Mümkünatta hakikî, tabiî lüzum-u zâtî olmadığından kainatta ezdâd [zıtlar] birbirine girebilmiş. Merâtip [mertebeler] tevellüd [doğma] ederek ihtilâfât [farklılıklar, ihtilaflar] ile tagayyürat [başkalaşmalar] neş’et [doğma] etmiştir..

Madem ki, kudrette merâtip [mertebeler] olamaz. Makdûrat dahi bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsâvî ve zerrat [atomlar] yıldızlara emsal olur.

İKİNCİ NOKTA: Sabıkan [bundan önce] geçtiği gibi, kâinatın ayna gibi iki ciheti var. Biri mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] biri melekûtiyet. [birşeyin iç yüzü, aslı, esası]

Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ciheti ezdâdın [zıtlar] cevelangâhıdır. Hüsn-kubh, [güzellik] hayır-şer, sığar-kiber, sa’b-sehl [zor, çetin] gibi umurun [emirler] mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbab [sebebler] vaz edilmiş. Ta dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] zahiren umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] görünmesin. Azamet ve izzet [büyüklük, yücelik] öyle ister. Fakat hakikî tesir vermemiş. Vahdet [Allah’ın birliği] öyle ister.Haşiye [dipnot] Melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti ise, herşeyde şeffâfedir. Teşahhusât karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlikına [helâk olan, yokluğa giden]

210

müteveccihtir. [yönelen] Terettüb, [lâzım gelme, gerekme] teselsülü [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] yoktur. İlliyet, maluliyet giremez. İ’vicacâtı yoktur. Avâik [engeller] müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Evet Kudret, hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî… Mahall-i taalluk-u kudret, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü [büyüklenme] yok, cemaat ferde rüchânı yok. Küll [bütün] cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ 1* وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى * 2

Temsil, tasvir ve tasavvuru teshil [kolaylaştırma] ettiğinden şu gamız [anlaşılmaz, kapalı] noktayı altı temsil ile işaret edeceğiz.

İşte şeffâfiyet, [saydamlık] mukabele, [karşılama; karşılık verme] muvazene, [karşılaştırma/denge] intizam, tecerrüd, [sıyrılma] itaatin sırlarını birden zihinde mezc [karışma, bütünleşme] edebilsen; vesvesesiz bu noktayı anlayacaksın.

Sakın mikyas [ölçü] yapma! Âciz mümkinâtın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] zaif, küçücük mikyasları [ölçü] Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] tasarrufatına [dilediği gibi kullanma ve idare etme] şebîh [benzer] olamaz. Tanzîr edemez. Yalnız şu emrin imkânının fehmini teshîl eder.

Birinci Temsil: Şemsin feyz-i tecellîsi [yansımadan doğan feyiz, bereket] olan timsali, [görüntü] denizin mecmu’sathında, denizin her bir katresinde [damla] aynı hüviyeti gösteriyor. Küre-i Arz [yer küre, dünya] perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından olsa; timsal-i şems her bir parçada ve umum sath-ı arzda [yeryüzü] müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] tecezzîsiz, [bölünme, parçalanma] tenakussuz [eksilme, noksanlaşma] bir olur. İşte şeffâfiyet [saydamlık] sırrı.

211

Faraza şems muhtar olsaydı, o feyizden biri daha rahat, diğeri daha zahmet olamazdı.

İkinci Temsil: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmenin [geniş ve büyük daire] nokta-i merkeziyesinin elinde bir mum ve muhitteki noktaların ellerinde birer ayna farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhît [her şeyi kuşatan] aynalarına verdiği feyz; muzahemetsiz, tecezzisiz, tenâkussuz nispeti birdir. İşte mukabele [karşılama; karşılık verme] sırrı.

Üçüncü Temsil: Hakiki bir mizanın [ölçü] iki gözünde iki güneş; veya iki yıldız; veya iki dağ; veya iki yumurta; veya iki cevher-i ferd, [atom, zerre] herhangisi bulunsa, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azîm terazinin bir kefesi Süreyyâya bir kefesi seraya inebilir. İşte muvazene [karşılaştırma/denge] sırrı.

Dördüncü Temsil: En azîm bir gemi en küçük bir oyuncak çevrilmesi gibi çevrilebilir. İşte intizamın sırrı.

Beşinci Temsil: Bir mahiyet-i mücerrede, [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] bütün cüz’iyyatına en asğarından en ekberine yorulmadan, tenâkus etmeden, tecezzî [bölünme, parçalanma] etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] mülkiye cihetindeki hususiyât müdahale edip şaşırtmaz, nazarını tağyir [değiştirme] etmez. İşte tecerrüdün [sıyrılma] sırrı.

Altıncı Temsil: Bir kumandan “Arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, bir orduyu dahi tahrik eder.

Herşeyin bir nokta-i kemâli [mükemmellik ve olgunluk noktası] var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf [kat kat] meyil [arzu, istek] ihtiyaçtır. Muzaaf [kat kat] ihtiyaç iştiyaktır. [arzu, istek] Muzaaf [kat kat] iştiyak [arzu, istek] incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Bunlar emr-i tekvinînin [yaratma emri] mâhiyât-ı eşya [varlıkların temel özellikleri] tarafından birer habbe [dane, tohum] ve nüve-i [çekirdek] imtisalidir. Mâhiyât-ı mümkinâtın mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Hususî kemâli, istidâdâtını bilfiile

212

çıkaran ona mahsus vücuddur. Bütün kâinatın كُنْ 1 emrine itaati bir nefer [asker] hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i Ezeliyeden gelen كُنْ emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisâlinde, [emre uyma, bağlanma] yine iradenin tecellîsi olan meyil [arzu, istek] ve ihtiyaç ve şevk ve incizab [çekim, çekicilik] birden mümtezic, mündemiçtirler. [içinde bulunan] İşte itaat sırrı.

Şu temsilât-ı sitte nâkıs, [eksik] mütenâhî, zaîf, hakiki tesiri yok olan kuvvet-i mümkünatta müşahede ile görünüyor. Öyle ise gayr-ı mütenahî, [sonsuz] ezelî, ebedî, bütün kâinatı adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] îcad eden ve bütün ukûlü [akıllar] hayrette bırakan âsâr-ı azamet ile tecellî eden Kudret-i Ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbeten herşey müsâvîdir. Hiçbirşey ağır gelemez.

Gaflet olunmaya; şu esrar-ı sitte olan küçücük mizanlarla [ölçü] o Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] tartılmaz. Belki hiç münasebete giremez. Yalnız istib’âdı [akıldan uzak görme] def için zikredilir.

İşte şu üç noktayı ve üçüncü noktadaki altı sırrıyla mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve mümkin [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] cânibinde [taraf, yön] değil, belki melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ve Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’âd [akıldan uzak görme] zâil [geçici, yok olucu] ve nefis mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olur.

ba

213

Netice

Madem ki, Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] gayr-ı mütenahiyedir. [sonsuz] Hem lâzıme-i zaruriyedir. [varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan zorunlu ve gerekli özellik] Hem herşey lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir. [yönelen] Hem ona mukabildir. Hem tesavî-i tarafeyn olan imkân itibarıyla mütevazinü’t-tarafeyndir. [alçakgönüllü] Hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanunlar] olan “nizam”a mutidir. [itaat eden, emre uyan] Hem avâik [engeller] ve hususiyât-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. [bekar] Öyle ise küll-i âzam, cüz-ü asğara nisbeten kudrete karşı ziyâde nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevi’l-ervâhın [ruh sahipleri] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir nevm [uyku] ile kışta uyuşmuş bir sineği baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] ve in’âşından kudrete daha ağır olamaz. Öyle ise; مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 mübâlağasızdır, mücâzefesizdir, doğrudur, haktır, hakikattir.

İşte müddeâmız [dava, tez; iddia edilen şey] ki, “Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir… o cihette hiçbir mâni yoktur” tahakkuk [gerçekleşme] etti.

ba

214

Üçüncü Makam

Mahal kabildir… Şurada dört nokta var. Âlemin imkân-ı mevti ve vukuu, tamir ve ihyâsının [diriltme, hayat verme] imkânı ve vukuu.

BİRİNCİ NOKTA: Kâinatın imkân-ı mevtine delil: Birşey kanun-u tekâmüle [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] dâhil ise, o şeyde neşvünemâ [büyüyüp gelişme] var. Neşvünemâ [büyüyüp gelişme] varsa, ona bir ömr-ü tabiî [tabiî ömür] var. Ömr-ü tabiî [tabiî ömür] varsa, ona bir ecel-i fıtrî var. Vâsi [geniş] bir istikrâ [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] ile sâbittir ki, pençe-i mevtten kendini kurtaramaz. Nasıl ki, insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o da ölümün pençesinden kurtulamaz, o da ölecek. Sonra dirilecek. Veya yatıp sonra subh-u haşir ile gözünü açacaktır.

Hem nasıl ki, kâinatın bir nüsha-i musağğara[küçültülmüş nümune] olan bir şecere [ağaç] tahrip ve inhilâlden [bozulma, dağılma] başını kurtaramaz. Öyle de şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] olan silsile-i kâinat [kâinat halkası, varlıklar zinciri] tamir ve tecdid [yenileme] için tahripten kendini kurtaramaz. Eğer ecel-i fıtrîden evvel irade-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî iradesi] izniyle bir maraz-ı haricî veya bir hadise-i muharrib olmazsa ve Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] daha evvel onu bozmazsa, her halde, hatta fennî bir hesapla, bir gün gelecek ki;

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ * وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ * 1

اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ * وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ * وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ * 2

sırları Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] izniyle tezahür edip o büyük insanın sekeratı [can çekişme/ölüm anı] da acib bir hırhıra ve müthiş bir savt [ses] ile feza[uzay] dolduracak, bağırıp ölecek, sonra dirilecek.

215

DAKİK BİR NÜKTE: [derin anlamlı söz] Nasıl ki su, kendi zararına incimad [donma] eder. Buz buzun zararına temeyyü’ eder. Lübb, [öz, iç] kışır [kabuk] zararına kuvvetlenir. Lâfz, [ifade, kelime] mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zayıflaşır. Cesed, ruh hesabına inceleşir… Öyle de âlem-i kesif, [katı ve yoğun olan madde âlemi] âlem-i lâtif [nurlu ve şeffaf olan âhiret] hesabına şeffâflanır. Kudret-i Fâtıra—tâbir [yaratıcı kudret] caiz ise—hummalı bir faaliyetle ecza-i meyyite-i hâmide-i camide-i kesifede her tarafta iş’âl-i [tutuşturma] nur-u hayat [hayat ışığı] ettiği bir remz-i kudrettir [kudret işareti] ki; âlem-i lâtif [nurlu ve şeffaf olan âhiret] hesabına âlem-i kesifi [katı ve yoğun olan madde âlemi] eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor. Hakikat ne kadar zayıf ise de ölmez. Belki teşahhusatta [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] seyr ü sefer [gidiş-geliş] eder. Hakikat büyür, inkişaf [açığa çıkma] eder, gençleşir. Kışır [kabuk] ve sûret eskilenir, incelenir, parçalanır. Daha güzel olarak tazelenir.

Ziyâde-noksan noktasında ma’kusen mütenasiptir. [birbirine uygun] Şu kanun, bütün kanun-u tekâmüle [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] dâhil olan eşyaya şâmildir. [içine alan] Demek bir zaman gelecektir ki; hakikat-i uzmâ-yı [büyük hakikat] kâinatın kışır [kabuk] ve sûreti olan âlem-i şehâdet [görünen âlem, bu dünya] Allah’ın izni ile parçalanacak, daha güzel, daha lâtif [berrak, şirin, hoş] bir sûrette tazelenecektir, يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ 1 sırrı tahakkuk [gerçekleşme] edecektir.

İKİNCİ NOKTA: Şu mevtin [ölüm] vukuudur. Buna delil; cemî‘-i [bütün] edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] icmaıdır. Bütün fıtrat-ı selîmenin [bozulmamış yaratılış, karakter] şehâdetidir. Ve kâinatın tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tagayyürünün [başkalaşım, değişme] işaretidir.

Şu sekeratı [can çekişme/ölüm anı] zihninde temessül [belirme, görünme] etmek istersen bak! Şu kâinat; dakik, [derin ve ince] ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, latîf [güzel, hoş] bir birbiriyle tutunmuş!.. Ve ecram-ı ulviyeden [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] bir cirim [büyük cisim] “kün!” veya “mihverinden [eksen] çık!” hitabına mazhar [erişme, nail olma] olunca

216

sekerata [can çekişme/ölüm anı] başlar. Nücûm tesâdüme, [şiddetli çarpışma, savaşma] ecram [büyük cisimler] telâtuma; fezâ-yı gayr-ı mütenâhî, gülleleri küreler gibi büyük, milyonlar top sadalarının muhassalıyla vâveylâya [çığlık, feryad] başlar. Birbirine çarpışarak, küremiz büyüklüğünde kıvılcımlar saçacak!

İşte şu mevt [ölüm] ile dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] kâinatı çalkalar. Kâinat tasaffî [saflaşma, arınma] ile ayrılmaya başlar. Cehennem aşireti ve maddesiyle bir tarafa çekilir; Cennet anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] ve letâifiyle [duygular] başka yerde tecellî eder.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Zira Birinci Makamda geçtiği gibi, kudrette noksan yok, gayet kavî [güçlü, kuvvetli] muktazî [gerekçe] var. Mesele ise mümkinattandır. [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar]

Evet, kâinatta dikkat edilse görünür ki; içinde iki unsur-u esasî var, her tarafa uzanmış. İki kök var ki; tahassul ve temerküz [bir merkezde toplanma] ile ebedîleşse, Cennet-Cehennem olacaklardır. Cennet-Cehennem ise, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] ebed tarafına tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] eden dalının iki meyvesidir. Ve silsile-i kâinatın [kâinat halkası, varlıklar zinciri] iki neticesidir. Ve seyl-i şuûnâtın [olayların, iş ve fiillerin akışı] iki mahzenidir. [depo] Ve ebede karşı cereyan eden mütemevvic mevcudatın [var edilenler, varlıklar] iki havzıdır. Ve lütuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır. Ki dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havz [havuz] mevadd-ı münâsibiyle dolacaktır.

Hakîm-i Ezelî, [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet-i ezeliyesinin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] iktizâsıyla şu dünyayı tecrübe ve imtihana meydan olmak için yarattı. Tecrübe ve imtihan neşvünemâya [büyüyüp gelişme] sebeptir. O neşvünemâ, [büyüyüp gelişme] istidâdâtın inkişafına [açığa çıkma] sebeptir. O inkişâf, [açığa çıkma] kabiliyatın [kabiliyetler, yetenekler] tezahürüne sebepdir. O tezahür, hakâik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir. O hakâik-i nisbiye, ahirette hakâik-i hakikiyeye inkılâb [değişim, devrim] ettiği gibi; dünyada da bütün kâinatın revabıtı [rabıtalar, bağlar; münasebetler] ve tutkalı hükmünde olan meratib-i nisbiyenin takarruruna [karar bulma] sebeptir.

217

İşte bu sırr-ı imtihan [imtihan sırrı] ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] iledir ki, cevahir-i [cevherler] âliye, hazefât-ı sâfileden tasaffi [saflaşma, arınma] eder. Vaktâ [ne vakit] ki bunun gibi çok hikem-i [hikmetler] dakika için âlemi bu sûrette irade etti. Şu âlemin tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tahavvülünü [başka bir hâle geçme, dönüşme] de irade etti. Şu tahaavvül ve tagayyür [başkalaşım, değişme] için ezdadı [zıtlar] birbirine karıştırdı. Mazarratı [zarar] menafia mezc, [karışma, bütünleşme] darrı nef’a [fayda] derc; [yerleştirme] şurûru hayrata mütedahil, [birbiri içinde] mekàbihi mehasinle [güzellikler] müçtemi [toplamış] halk ederek; şu ezdadı [zıtlar] dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] yoğurarak kâinatı kanun-u tebeddül tagayyüre [başkalaşım, değişme] ve namus-u tahavvül ve tekâmüle [ilerleme, mükemmelleşme] tâbi kıldı.

Vaktâ [ne vakit] ki, meclis-i imtihan kapandı. Vakt-i tecrübe bitti. İnâyet-i ezeliye te’bid için ezdâdın [zıtlar] tasfiyesini istedi. Hulûd için esbab-ı tagayyürü ve mevadd-ı ihtilâfı tefrik etmek istedi. İşte bu tasfiyenin neticesinde, Cehennem bir cism-i muhkem ile, aşiretiyle meşhun [dolu, doldurulmuş] olarak hitab-ı وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ 1’ye mazhar [erişme, nail olma] oldu. Hem Cennet bir cism-i müebbed-i müşeyyed ile kendi esasatıyla [esaslar] tecellî ederek taifesi فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ 2 hitab-ı teşrifîyeye mazhar [erişme, nail olma] oldu. Münasebet, şart-ı intizamdır. İntizam, sebeb-i devamdır. Hakîm-i Ezelî [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] iki menzilin sâkinlerine [içecek servisi yapan, sunan kişi] kudret-i kâmilesiyle [mükemmel ve kusursuz kudret] öyle bir vücud-u müstekar verir ki, hiç inhilâl [bozulma, dağılma] ve  

218

tegayyüre [başkalaşım] mâruz kalamaz. Zira inkıraza [dağılıp yok olma] müncer olan [sonuçlanan] tegayyürün [başkalaşım] esbabı bulunmaz. Esbab-ı tagayyür bulunsa da, vâridat [gelirler] ve masârif mabeynindeki [ara] nisbet, müstekardır. [karar kılınan yer] Hâlbuki şu dünyada inkırâza müncer olan [sonuçlanan] tegayyürün [başkalaşım] sebebi; bedendeki terekküb ve tahlil mabeynindeki [ara] nisbet, istikrarsız [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] olduğu içindir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Şu mümkin [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] vâki olacaktır. Başta Kur’ân-ı Kerim bütün kütüb-ü semâviye [vahye dayanan kutsal kitaplar] bunda müttefiktir. Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] evsâf-ı celâliye ve cemâliyesi bunun vukuuna tecelliyâtıyla delâlet ederler.

ba

219

Dördüncü Makam

Ruh kat’iyen [kesinlikle] bâkidir.

Bence şu mesele o kadar kat’îdir ki; fazla beyan abes olur. Âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve âlem-i ervâhdaki [ruhlar âlemi] âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye [kalıcı ve devamlı ruhlar] kâfileleriyle bizim mabeynimizdeki [ara] mesafe o kadar ince, dakikdir ki; burhan [delil] ile göstermeye lüzum kalmaz. Yalnız vesveseleri izâle için hads-i kalbînin menâbiine işaret edeceğiz. İşte şuradaki hadsin dört madeni var.

BİRİNCİ MADEN: Enfüsîdir [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] ki, her ruh kaç sene yaşamış ise, o kadar belki ondan fazla beden değiştirdiği hâlde, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] aynen bâki kalmıştır. Öyle ise, mevt [ölüm] ile çıplak olmak dahi bekâsına tesir etmez. Yalnız burada tedricî [aşamalı, derece derece] libas [elbise] değiştiriyor. Mevtte [ölüm] birden soyunuyor.

Gayet kat’î bir hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile sâbittir ki; cesed ruhla kâimdir. Ruh, binefsihi kâim ve hâkim olduğundan cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine [bağımsızlık] sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası [elbise] ise bir derece sâbit ve letâfetçe [hoşluk, gözellik] ona münasip bir gılâf[kılıf, örtü] latîfi [güzel, hoş] var. Öyle ise mevtte [ölüm] bütün bütün çıplak olmaz.

İKİNCİ MADEN: Âfâkîdir [dış dünyaya ait] ki; müşâhedât-ı [görülen, seyredilen] mükerrereye incirar eden bir nev’i hükm-ü tecrübîdir. [tecrübeyle elde edilen sonuç, bilgi]

Evet, tek bir ruhun ba’delmevt bekâsı bilbedahe [açıkça] anlaşılsa, şu nev’in külliyetiyle bekâsını istilzam [gerektirme] eder. Zira mantıkça zâtî bir hassa [duyular] bir ferdde görünse, bütün efradda [bireyler] dahi vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. İşte şu meselede

220

mucibe-i cüz’iye, mucibe-i külliyeyi istilzam [gerektirme] eder, denilir. Hâlbuki değil bir ferd belki o kadar hadsiz, o kadar hasra gelmez [sayılamayan] müşahedâta [gözlemler] istinad eden âsâr, [eserler/asırlar] o derece kat’îdir ki; bizde nasıl Yeni Dünya var, orada insanlar var; vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de vesvese kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve ervâhda [ruhlar] ölmüş insanların ervâhları [ruhlar] vardır. Hem hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile insanda ba’del-mevt esaslı bir cihet bâkîdir. O esas ise ruhdur. Zaten tahrip ve inhilâl, [bozulma, dağılma] kesret [çokluk] ve terkibin [birleşim, sentez] şe’nidir. [belirleyici özellik] Basit ve vahdete [Allah’ın birliği] ârız [ortaya çıkma] olmaz.

Sabıkan [bundan önce] beyan ettik ki; hayat kesrette [çokluk] vahdeti [Allah’ın birliği] temin eder. Ve şuur, ruhun ziyâsıdır. Öyle ise ruhun fenâsı, ya tahrib ve inhilâl [bozulma, dağılma] iledir. O ise vahdet [Allah’ın birliği] ve besatet [basitlik, sadelik] bırakmaz. Veya idam [hiçlik, yokluk] iledir. O ise Cevâd-ı Mutlak [sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah] Celle Celâlühûnun merhameti, cûdu [cömertlik] bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu [varlık nimeti] geri alsın.

ÜÇÜNCÜ MADEN: Dikkat edilse; mâruz-u tegayyür olan bütün envâda bir hakikat-i sâbite bütün tegayyürat ve etvar [tavırlar, davranışlar] içinde yuvarlanarak, sûretler değiştirip ölmeyerek, yaşayarak geliyor, bâki kalıyor.

İşte şahs-ı insânî—sabıkan geçtiği gibi—tasavvurat ve şuur-u küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı olan] ile bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçiyor. Öyle ise onun hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi Allah’ın izniyle daima bâkîdir.

DÖRDÜNCÜ MADEN: Ruha—masdar itibariyle—bir derece müşabih [benzer] ve yalnız vücud-u hissî olmayan, envâda hükümran olan kavânine [kanunlar] dikkat edilse görünür ki; şayet o kanun vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giyse idi; o nev’in birer ruhu olurdu. Hâlbuki

221

dâima bâki, dâima müstemir, [devamlı, kararlı] hiçbir tegayyürat [başkalaşım] onların vahdetine [Allah’ın birliği] tesir etmez. Ruh ise, âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen bir kanun-u zîşuur, [şuur, bilinç sahibi kanun] bir nâmus-u zîhayattır [canlı kanun] ki; Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ona vücud-u hâricîyi [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirmiş. Demek nasıl ki sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] ve âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen şuursuz kavânin, [kanunlar] dâima bâki kalıyor. Aynen onların kardeşi ve onlar gibi Sıfat-ı iradenin [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] tecellîsi olan, âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen ruh; bekâya mazhar [erişme, nail olma] olmak daha ziyâde lâyıktır. Çünkü zîvücud ve zîhakikat-i hâriciyedir. Daha kavîdir, [güçlü, kuvvetli] çünkü zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Daha dâimîdir, çünkü hayydır, zîhayattır. [canlı]

Ey birader! Zihni iz’âna, [kesin şekilde inanma] kalbi kabule ihzar [hazırlama] etmek için şu dört makamdaki nükâtı fehmetmiş isen; işte bak maksada giriyoruz!

İşte Kur’ân-ı Kerim ve Furkân-ı Hakîmin cennetine gir! Bak haşr-i cismânîyi [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile ve Cennet ve Cehennemin ahvâlini [haller] Beyân-ı Mu’ciz ile sana gösteriyor. Kimsenin haddi yoktu; o beyândan sonra beyâna kalkışsın!

لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَيَانٌ! * 1

نَعَمْ، اِذَا طَلَعَتِ الشَّمْسُ اِخْتَفَتِ النُّجُومُ وَانْطَفَتِ السُّرُجُ!.. * 2

Bak menzilgâh[konaklama yeri] dünyada a’sârnişîn olan ecyâlin sufûfuna hitaben kâinatı zelzeleye getiren şu hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] dinle!

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَ اَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا

222

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَ اَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا * يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا * بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا * يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ * فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ * 1

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُو وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ * 2