MUHÂKEMAT – Giriş, Mukaddeme (14-20)

14

MUHAKEMAT

Müellifi: [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman Said Nursî

15

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Cümle tahiyyat, [selamlar ve dualar] ol Hâkim-i Ezel [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ve Hakîm-i Ezelî [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] ve Rahmân-ı Lemyezelîye [sonsuza kadar bütün mahlûkata merhamet ve şefkat eden, onlara nimetler veren Allah] elyaktır [daha layık] ki, bizi İslâmiyetle serfiraz [benzerlerinden üstün olan] ve şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] ile sırat-ı müstakîme [dosdoğru yol] hidayet etmiştir.

Öyle bir şeriat ki, akıl ve nakil, dest-be-dest [el ele] ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin [doğru gerçekler] hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.

Öyle hakaik [doğru gerçekler] ki, kökleri hakikat zemininde rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] ile beraber dal ve budakları kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göklerine yükselip, intişar [açığa çıkma, yayılma] edip, öyle füruat [dallar, şubeler, kısımlar] ki, meyveleri saâdet-i dâreyndir; [dünya ve âhiret mutluluğu] ve bizi Kur’ân-ı Mu’ciz [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ile irşad [doğru yol gösterme] eylemiş…

Öyle kitap ki, kaideleriyle hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] kitabından dest-i kader [kader eli] ve kalem-i hikmetle [hikmet kalemi] mektûb ve cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika-i [çok ince ve derin kanunlar] İlâhiyeyi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğinden, ahkâm-ı âdilânesiyle [adâletli hükümler, esaslar] nev-i beşerin nizam ve muvazenet [denge] ve terakkisine [ilerleme] kefil-i mutlak [kefâletinde şüphe olmayan; mutlak kefil] ve üstad-ı küll [bütün zamanlarda herkesin üstadı] olmuştur.

Salavat-ı bînihaye, [Peygamber Efendimiz’e sonsuz selâm ve duâlar] ol Server-i Kâinat [kâinatın reisi; Hz. Muhammed (a.s.m.)] ve Fahr-i Âleme [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] hediye olsun ki, âlem, envâ [tür] ve ecnâsıyla [cinsler, türler] onun risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet ve mu’cizelerine delâlet ve

16

hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] getirdiği metâ-ı âlîye [kutsal ve yüce değer] dellâllık [davetçi, ilan edici] ediyor. Güya âleme teşrif [şeref verme] ettiğinden, herbir nevi, kendi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] alkışladığı gibi, Sultan-ı Ezel, [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] zemin ve âsumanın [gökyüzü] evtârını [teller, kirişler] intak [konuşturma] edip herbir tel başka lisanla mu’cizatının nağamatını [nağmeler, ahenkli ezgiler.] inşad [şiir şeklinde okuma] etmekle, o sadâ-yı şirin [tatlı, hoş ses] bu kubbe-i minâda [mavi kubbe; gökyüzü, gökkubbe] ilelebed tanîn-endaz [çınlayan, tınlayan, velveleli ses çıkaran] etmiştir. Güya âsuman, [gökyüzü] kendi mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ve melek ve kamerin [ay] elsine-i semaviyesiyle [semâvî diller] risaletini [elçilik, peygamberlik] tebrik; ve zemin, kendi hacer [taş, kaya] ve şecer [ağaç] ve hayvanın dilleriyle mu’cizelerine senâhân; ve cevv-i feza, [uzay boşluğu] kendi cin ve bulutların işârâtıyla [işaretler] nübüvvetine [peygamberlik] beşaret [müjde] ve sâyebân; ve zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] enbiya [nebiler, peygamberler] ve kütüp [kitaplar] ve kâhinlerin rumuz [ince işaretler] ve telvihatıyla o şems-i hakikatin [hakikat güneşi] fecr-i sadıkını [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] göstererek müjdeci; ve zaman-ı hal, [şimdiki zaman] yani asr-ı saâdet, [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] lisan-ı haliyle [beden dili] tabiat-ı Araptaki [Arap milletinin karakteri, mizacı] inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] ve bedeviyet-i sırftan [hâlis, katıksız tam bir bedevîlik; medeniyetten hiçbir nasibi olmama] medeniyet-i mahzânın [saf, hâlis medeniyet; eksiksiz tam bir medeniyet] def’aten [âni, birden bire] tevellüdünü [doğma] şahit göstererek nübüvvetini [peygamberlik] ispat; ve zaman-ı müstakbel, [gelecek zaman] kendi vukuat ve fünununun [fenler, bilimler] etvar-ı müdakkikanesiyle [(ilim alanında) derinlemesine meydana gelen gelişmeler, derin araştırmalara dayalı tavırlar] onun mevkib-i ikbalini [talihli kafile] istikbal ve lisan-ı hakîmâne [hakîmâne lisan; ifadeleri yerli yerinde anlatan dil] ile irşadatına [doğru yol gösterme] teşekkür; nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] kendi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ile, bahusus [hususan, özellikle] hatîb-i beliği [belâgat ilminin inceliklerini bilen, maksadını muhatabın seviyesine göre noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen hitabet sahibi kimse] ki, şems gibi kendi kendine burhan [delil] olan Muhammed’in (a.s.m.) lisan-ı fasihânesiyle [güzel, açık ve düzgün konuşan dil] haktan geldiğini ilân; ve Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kendi Kur’ân’ının lisan-ı beliğanesiyle [beliğ bir lisan; muhatabın hâline ve seviyesine uygun şekilde hitap eden dil] ol Nebiyy-i Ümmînin [okuma-yazması olmayan peygamber] ferman-ı risaletini [peygamberlik fermanı, buyruğu] kıraat ediyorlar ve okuyorlar.

17

Beyit:

  جُمْلَه شِيرَانِ جِهَانْ بَسْتَهء اِيْن سِلْسِلَه اَنْد * رُوبَه اَزْحِيلَه جِه سَانْ بِكُسَلَدْ اِينْ سِلْسِلَه رَا * 1

Emmâ ba’d: [“bundan sonra” anlamına gelen bu ibare, İslâmî eserlerde hamd ve salâvattan [namazlar, dualar] sonra asıl maksada geçilirken söylenir] Şu fakir, garîb Nursî ki, “Bid’atüz-zaman” [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] lâkabıyla müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olmaya layık iken, haberi olmadan “Bediüzzaman” ile meşhur olan biçare, tedennî-i milletten [milletin gerilemesi, seviye kaybetmesi] ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, “Ah, ah, ah! Vâ esefâ!” [üzüntü, acı] der ki:

İslâmiyetin mağz [öz] ve lübbünü [öz, iç] terk ederek kışrına [kabuk] ve zahirine vakf-ı nazar [bakışın, dikkatin odaklanması] ettik ve aldandık. Ve su-i fehim [kötü anlayış, yanlış anlamak] ve su-i edeple [edep dışı, edebe aykırı] İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evhâm ve hayâlâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.

Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyâtı [Yahudi ve Hıristiyanların inanç, ahlâk, tarih ve efsaneye dayalı kültüründen İslâma karıştığı veya karıştırıldığı bilenen şeyler] usûlüne ve hikâyâtı [hikâyeler] akaidine [iman esasları] ve mecazatı hakaikine [doğru gerçekler] karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] için zillet [alçaklık] ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak, yine onun merhametidir.

Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! [Müslüman kardeşler] Geliniz, ona tarziye vereceğiz. Elbirliğiyle dest-i sadakati [sadakat, bağlılık eli] uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine [sağlam ip, çok kuvvetli ip (İslâm, Kur’ân)] sarılacağız.

Hem de bilâ-perva [pervasız, çekinmeden] olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına [fikirler] karşı mübarezeye [karşı koyma] heyecan ve şecaate [yiğitlik, cesaret] getiren ve yüzer senelerden beri sevkü’l-ceyş [askerî birlikleri sevk ve idare etme] ile kuvvet bulan hayâlât ve evhâmın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım [inanç] ve yakînimdir ki: Hak neşvünema [büyüyüp gelişme] bulacaktır—eğer çendan [gerçi] toprakta gizlense…

18

Ve taraftar ve mültezimleri [kendisiyle rahatlama ve lezzet alma] muzaffer olacaklardır—eğer çendan [gerçi] zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…

Hem de itikadımdır [inanç] ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında [dünyanın kara paçalarından her biri] hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir. [İslâm hakikatleri, gerçekleri] Evet, saadet-saray-ı istikbâlde taht-nişin [tahta oturan, padişah] hakaik [doğru gerçekler] ve maarif [bilgiler] yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar. Zira mazi [geçmiş] kıt’asında, [dünyanın kara paçalarından her biri] vahşetâbâd [çok ıssız, korku veren yer] sahralarında hayme-nişin [göçebe, çölde yaşayan, çadır hayatı süren] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve taklid; veyahut cehlistan [cahilliğin hüküm sürdüğü yer] ülkesinde menzil-nişin [mekân tutmuş, yerleşmiş, göçebe olmayan] müzahrefat [sahte, işe yaramaz şeyler; süprüntüler] ve istibdad [baskı ve zulüm] olanlara, şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] galebe-i mutlak [mutlak galibiyet, kayıtsız ve şartsız üstünlük] ve istilâ-i tâmmına [tam yayılma, hükmünün her yeri kaplaması] sed ve mâni olan sekiz emir, üç hakikatle zîr ü zeber [alt üst] olmuşlardır ve oluyorlar. O mâniler ise, ecnebilerde taklit ve cehalet ve taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve kıssîslerin [Hıristiyan dîn adamı, papaz] riyaseti; ve bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvi [çeşitli baskı ve zulüm] ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval [hal ve işlerdeki karmakarışıklık] ve atâleti [hareketsizlik] intaç [netice verme] eden yeistir [ümitsizlik] ki, şems-i İslâmiyetin [İslâmiyet güneşi] küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.

Sekizinci ve en birinci mâni ve belâ budur: Bizle ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet [İslâmiyetin zâhirî yönleri (zâhir] ve bazı mesail-i fünun [ilmî ve fenne ait meseleler] ortasında hayal-i bâtıl [gerçek dışı hayal] ile tevehhüm [kuruntu] eylediğimiz müsademet ve münakazattır. [zıtlıklar; tutarsızlıklar] Âferin maarifin [bilgiler] himmet-i feyyâzânesine [bereketle coşan himmet; çok verimli himmet, gayret] ve fünunun [fenler, bilimler] himmet-i merdânesine [mertçesine himmet, gayret] ki, meyl-i taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma meyli, isteği] ve muhabbet-i insaniyet [insanlık sevgisi] ve meyl-i insaf [insaf meyli, merhamet ve adâlet dâiresinde hareket etme arzusu] olan hakaiki [doğru gerçekler] teçhiz ederek o mânilere gönderip zîr ü zeber [alt üst] etmiş ve ediyor.

Evet, en büyük sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saâdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyeti [İslâmiyet güneşi] münkesif [tutulmuş, aydınlığı kesilmiş (güneş ve ay hakkında kullanılır)] ettiren, su-i tefehhüm [kötü anlayış] ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feyâ lil’acep! [ne kadar hayret vericidir ki] Köle efendisine, hizmetkâr

19

reisine ve veled [çocuk] pederine nasıl düşman ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] olabilir? Halbuki İslâmiyet fünunun [fenler, bilimler] seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin [gerçek ilimler] reis ve pederidir. Fakat, vâ esefâ, [esefler olsun, çok yazık] bu su-i tefehhüm [kötü anlayış] ve şu tevehhüm-ü bâtıl, [yanlış kuruntu, doğru olmayan zan] şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si [ümitsizlik] ilka [bırakma, kalbe bırakılma] edip bab-ı medeniyet ve maarifi, [bilgiler] Ekrâd [Kürtler] ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi [dinin zahiri, dış görünüşü ile ilgili meseleler] fünunun [fenler, bilimler] bazı mesailine [meseleler] muarız [itiraz eden, karşı gelen] tahayyül [hayal etme] ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyyet-i arz [dünyanın yuvarlaklığı] ki, fünunun [fenler, bilimler] en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı meseleye münafi [aykırı] zannettiklerinden, bu bedihî [açık, aşikâr] meselede mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] etmekten çekinmediler.

Ey benim şu kitabıma im’ân-ı nazar [dikkatlice, inceden inceye bakmak ve araştırmak] ile nazar eden zât! Malûmun olsun, bu kitapla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarik-i müstakîmi [doğru ve hak yol] göstermekle ehl-i tefrit [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] olan a’dâ-yı dinin [din düşmanları] teşkîkâtını [şüpheler, tereddütler] red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarik-i müstakîmin [doğru ve hak yol] öteki cânibini [taraf, yön] ve sadîk-ı ahmak [ahmak dost] ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat [aşırılar; bir şeyin gereğinden daha çok, fazla olması gerektiğini savunanlar] ve zahirperestlerin [dış görünüşe ehemmiyet veren] tevehhümlerini [kuruntu] tard [kovma] ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat [hakikat rehberi, klavuzu] ve âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] ikbal [yönelme, teveccüh [ilgi] etme] ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakîmde [dosdoğru yol] kemâl-i ümid-i zaferle [tam bir zafer ümidi] çalışan muhakkikîn-i İslâm [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen İslâm âlimleri] ve âkıl [akıllı] sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] maksadım, ol elmas kılınca saykal vurmaktır. [cilalamak, parlatmak]

Eğer sual edersen: Senin bu telâşın ve ulûm-u mütearife [herkesçe bilinen ilimler, bilgiler] hükmüne geçen şeylere burhan [delil] getirmeye ne lüzum vardır? Zira telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ve tecârübün [tecrübeler, deneyimler] keşfiyatıyla [keşifler] meydan-ı bedahete [herşeyin ap açık olduğu meydan, yer] gelen mesaile [meseleler] burhan [delil] getirmek, malûmu ilâm demektir.

Cevaben derim: Maatteessüf, [ne yazık ki] benimle şu zamanın kıt’asında [dünyanın kara paçalarından her biri] iştirak eden cümlesi, eğer çendan [gerçi] sureten [görünüş itibarıyla] on üçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki [ilerleme]

20

cihetiyle kurun-u vustânın [orta çağlar] yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmûzeci [örnek] veyahut melez bir kavimdirler. [insan topluluğu] Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, [delil ve isbata ihtiyacı olmayacak şekilde açık olan şeyler] onlarca mevhumat [gerçekte olmadığı halde var sayılan] sayılır.

ba

 Mukaddeme

Bu kitap üç makale ile üç kitap üzerine müretteptir. [bağlantılı, dizili] Birinci Makale, unsur-u hakikatin [hakikat unsuru] veyahut bazı mukaddemat [başlangıçlar] ve mesail [meseleler] ile İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır. İkinci Makale, unsur-u belâğatı keşfeder. Üçüncüsü, unsur-u akide [akide unsuru, iman esasları konusu] ile ecvibe-i Japoniye [Japonlar’a verilen cevaplar] beyanındadır. Kitaplar ise, Kur’ân’da işaret olunan ilmü’s-sema [gök bilimi astronomi] ve ilmü’l-arz [yer bilimi, jeoloji] ve ilmü’l-beşeri [insan ilmi, antropoloji] tahkik [araştırma, inceleme] ile bir nevi tefsirdir.