BARLA LAHİKASI – Mektubat’ın Üçüncü Kısmı 260-294. Mektuplar (455-516)

453

değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat’î tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan [bağış] imiş.

Hem o hatta ihtiyacımı, sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri [yardım] temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil [meseleler] ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke [alışkanlık] ihsan [bağış] edildi.

Şiir ise, çendan [gerçi] kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için, hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinde, istikbalde bulunacağımız mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olduğundan, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olarak bize şiir kapısını açmadı. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1 sırrı buna bakar.

İşte, kendi hattıma mukabil, sana iki nükte [derin anlamlı söz] söyledim. İnşaallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. Galip Beyin iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor. Sol eli de kendine kalmış. Bu mektup o iki elle yazılmıştır. Hazır Mesud, Galip ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey, umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Beye ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

454

– 259 –

Aziz, sıddık, müdakkik [dikkatli] âhiret kardeşim, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşım,

Evvelâ: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه 1 yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazâin-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel, hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] Kur’âniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

Hem bir hikmeti şudur ki: İtimad ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeleridir.

Hem mektubunuzda yedi kebâiri [büyük günahlar] soruyorsunuz. Kebâir [büyük günahlar] çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftar olmaktır.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu yaz mevsiminde hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] nisbeten meyveler hükmünde tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair, hurufat-ı Kur’âniyenin nüktelerini [derin anlamlı söz] beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş; huruftan ziyade hakaika [doğru gerçekler] ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar, muvakkaten [geçici] o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyanat ne derece hak olduğunu, Mevlânâ Câmî’nin Divanıyla kardeşlerimle tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ettik. Dedik: “Yâ Câmî! Bu hurufat-ı Kur’âniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere [derin anlamlı söz] ne dersin?” Bir Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

455

  جَامِى اَزْخَطِّ خُو شَشْ بَاكْ َكُنْ لَوْحِ ضَمِيرْ * كِينْ نَه حَرْفِيسْتْ كِه اَزْصَفْحَهءِ اِدْرَاكَ رَوَدْ

Yani, “Bu huruf [harfler] öyle harf değildir ki, akıl ve idrak sahifesinden gitsin. Öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] harf, öyle güzel şirin hat, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli.” Aciptir ki, bütün Divanında bu fala benzer mealde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî’nin kerametinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir nebze oldu.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 260 –

Mu’cizât-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.), sana güzel ve tevafuklu bir tarzda yazdırdım. Hüsrev kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kalemiyle bana yazdığı gayet kıymettar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ’câz-ı Kur’âniye gibi, bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hafızın kalemi oradaki mevcut tevafuku tamamen muhafaza edememiş. Tevafukçu Hüsrev’in taht-ı nezaretinde, [gözetim altında, gözaltı] mâbeyninizde [ara] taksim edip, bana yadigâr bir i’câz-ı Kur’ânîyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] müştereken yazsanız çok iyi olur.

• • •

456

– 261 –

14 Şevval 1352, Kânun-u Sâni 19341

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, müdakkik [dikkatli] âhiret kardeşim ve mütefekkir [düşünen] ve hakikatli arkadaşım Re’fet Bey,

Evvelâ: Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını [ölçü] her okudukça daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kardeşim, o risaleler Kur’ân’dan alındığı için kut [gıda] ve gıda hükmündedir.

Hergün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye [ruha ait gıda] ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf [açığa çıkma] edip kalbi intibaha [uyanış] gelen zâtlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddîdir.

Saniyen: [ikinci olarak] Gavs-ı Âzam gibi, memattan [ölüm] sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar [erişme, nail olma] olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî İsm-i Âzamı, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı]Yâ Hayy[ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah] olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan [kabirdekiler] fazla hayata mazhar [erişme, nail olma] olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u [bilinen] Kerhî denilen bir kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları [ölüm] hayatları gibidir. Beyne’l-evliya [Allah’ın sevgili kulları arasında] meşhur olmuştur.

Salisen: [üçüncü olarak] Tenekeci Mehmed Efendinin hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu muvaffak etsin. Elimizden geldiği kadar duayla

457

yardım edeceğiz. Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber, tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rastgeldikçe ve melek ve sair zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ruhânîler kıraatini dinledikçe, herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenat cihetinden öyle bir mânevî sümbül teşekkül [kendi kendine oluşma] eder ki, o sümbülün taneleri, tekellüm [konuşma] vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül [belirme, görünme] eden milyonlarca, o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsâvi [eşit] gelir. Böyle herbir harfi bir hazine-i ebediyenin [sonu olmayan hazine] bir anahtarı olabilir bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu âşikârdır. İnşaallah, Bedreddin çoklara bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olacaktır, daha çoklarını hıfz-ı Kur’ân’a sevk edecektir.

Başta Bedreddin, kayınpederin Hacı İbrahim ve âhiret hemşirem olarak ihvanınızın [kardeş] bayramını tebrik ve selâm ve dua ediyorum. Babacan orada ise ona çok selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 262 –

5 Şubat 1934

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, müdakkik, [dikkatli] müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşim Re’fet Bey,

Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan, belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] müteaddit [bir çok] esbab [sebebler] tahtında sıkıntılı bir

458

vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen Galip dahi men edildi. Yalnız biçare Şamlı kaldı; o da her vakit gelemiyor.

Hem bu yılanları yaralandırıp bize canavarcasına saldırıyorlar. Her fırsattan sıkıntı vermeye çalışıyorlar. Zaten ben meb’uslardan hayır beklemiyordum. Bunlara iliştiler, kaldırmadılar, bütün bütün düşman ettiler. İşte, maatteessüf, [ne yazık ki] bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için, tulûât-ı kalbiye [kalbe gelen ilham ve mânâlar] tevakkuf [durağan olma] ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. “Ben dünyanıza karışmıyorum; buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz” dediğim halde olamıyor. Ben de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] niyaz ettim ki, bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan [bağış] etsin ki, düşünmeyeyim. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] kalbime bu esas geldi ki: “Bu hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] başa ne gelirse gelsin, hattâ her günde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin kudsiyetindeki [kutsal, kusursuz ve yüce] lezzet-i ruhânîye mukabil geliyor ve kâfidir” diye, kemâl-i teslimle [tam bir bağlılık, teslimiyet] kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] rıza, kadere teslim ve Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tefvîz-i umur düsturunu [kâide, kural] rehber ittihaz [edinme, kabullenme] ettim.

Nuh’a yazdığım gibi, size de diyorum ki: Eskide bir zât, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan aldığı bir muhabbetle, diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek, kahramanâne bir tavır gösterdiği gibi, acaba ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] ve bütün envâr-ı hakaikin [hakikat nurları] menba ve mâdeni olan hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] hizmetimizdeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] lezzet, bu mülhidlerin [dinsiz] muvakkat, [geçici] ehemmiyetsiz iz’açlarına [sıkıntı, rahatsızlık] ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak [derman, ilaç] ve merhem olamaz mı? Elbette olur ve olmuş ve oluyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Yemen imamı olan Zeydîler Seyyidi hakkındaki sualiniz, hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. [uğur, bereket] Fakat meymenetsiz bir zamana rastgeldi. Hem zihnim kapalı, hem hal müsait değil, hem ve hem… Yalnız bu kadar var ki, meşhur İmam-ı Zeyd sâdât[seyyidler; Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyttendir. Ve müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] Şiaları

459

reddeden ve اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الرَّوَافِضُ 1 deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den teberrîyi [temize çıkarmak, aklamak] kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşânı [şan ve şeref sahibi olan halife] hürmet edip kabul eden bir zâttır. Onun etbâları, [halk, yönetilenler] Şiaların en mutedili [ölçülü, aşırıya kaçmayan] ve en Sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah, Vehhâbîlerin tahribatını tamire sebep oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten Zeydîlerin inhirafları [doğru yoldan sapma] dahi istikamet [doğru] kesb [elde etme, kazanma] edip, Ehl-i Sünnete iltihak [karışma, katılma] edip imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor; bu fitne-i âhirzaman [âhirzaman fitnesi] acip şeyler doğuracağını ihsas [hissettirme] ediyor.

Risalelerle alâkadar arkadaşlara selâm ve Bedreddin ve hemşireme ve Hacı İbrahim’e dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 263 –

15 Şubat 1934

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 4

Aziz, sıddık, dikkatli kardeşim Re’fet Bey,

Evvela: Onuncu Sözün Birinci İşaretinin âhirinde, “Evet, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi bir tek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] has bir iştir.” Şu

460

cümle hem Yirmi İkinci Sözün lem’alarında, [parıltı] hem Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerinde, hem Yirminci Mektubun on bir kelimelerinde izah ve ispat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî [göreceli] ve örfîdir. “Birşeyden herşeyi yapmak”taki murad, bütün dünyanın mevcudatını [var edilenler, varlıklar] birşeyden yapmak ve icad etmek değildir. Belki ondaki murad, bir şeyden yani bir katre [damla] sudan, bir insanın, bir hayvanın herşeyini, her eczâsını, herbir cihâzâtını halk ediyor ve birşey olan topraktan nebatat [bitkiler] ve hayvanatın herbir şeylerini ondan halk eder demektir. Hem “herşeyi bir tek şey yapmak” cümlesindeki külliyet mukayeddir, nisbîdir. [göreceli] Yani, insanın yediği her nevi taamdan o insanda basit bir cilt ve bir kan ve bir et ve hâkezâ…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu külliyetten maksat odur ki, birşeyi çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da birtek şey yapmak, ancak Hâlık-ı Küll-i Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] mahsustur.

Saniyen: [ikinci olarak] Minhâcü’s-Sünne’yi kendi hattınla yazdığına, çok memnun oldum. Senin kalemin, merhum Abdurrahman’ın kalemi gibi bana şirin geliyor.

Salisen: [üçüncü olarak] Tenekeci Mehmed Efendinin hıfza başlaması mübarektir. Allah muvaffak etsin. Biz ona duayla yardım ediyoruz. O da okudukça bize duayla yardım etsin. Bedreddin’e ve validesine ve ceddine dua ediyorum. Sezâi [layık] Bey benim nazarımda Isparta’nın bir Zekâi’sidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, mânen kıştır. Zaten sizlere demiştim ki, Said’in şahsının ehemmiyeti yoktur ki, sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise, herbir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. Sezâi [layık] Bey, üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir. تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ 1 kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said’i görenler bazı pişman olur, “Keşke görmeseydim” der. Bu, davula benziyor; uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.

461

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Lütfü, Rüşdü, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezâi, [layık] Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşlerinize selâm, dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 264 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz kardeşim Re’fet Bey,

Bu sabah namazdan sonra başımı çevirdim, Re’fet Beyi gördüm zannettim. Geceleyin bir torba bal ve içinde dolu altın, mübarek bir talebeme veriyordum. Arkamdaki zât demek Re’fet Beyin kalb ve ruhunu taşıyor. Hem dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğum hazinenin en kıymettar, en tatlı şeyi bizim vasıtamızla satın almak istiyor. Sonra gördüm ki, senin ikinci bir nüshandır, yani Seyranî’dir.

O rüyada ikiniz hissedarsınız, paylaşırsınız. Her neyse… Sizin bu defa yazdığınız Söz ziyade hoşuma gittiği için, evvelce sana dediğim gibi, başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost göründüğünün sırrını anladım ki, merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman’ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli. İştiyakın oldukça, böyle intihap [seçmek] ettiğin risaleleri yazsanız mübarek olur.

Hulûsi, Abdurrahman’ın yerine çendan [gerçi] geçmiş. Şu yazı müşâbeheti bana müjde ediyor ki, bir Abdurrahman Re’fet’ten de çıkacak. Mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] hakkında düşündüğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun. Kendinize yazdığınız parlak olsun. Çünkü, mütalâaya iştiyak [arzu, istek] ve iştahı [şiddetli istek, arzu] açar.

462

Yeni Sözler’le alâkadarlık edenlere, evvelki üç Hafız ile mutaf Hafız Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Efendiye selâm, hem dua ediyorum. Sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etsinler; onları kardeş dairesine dahil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar. Siz kimi intihap [seçmek] etseniz benim de kabulümdür. Hoca İsmail Hakkı Efendiye çok selâm ve dua ediyorum. Madem az adamla konuşan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] onunla hayli konuşmuş, ben de o zâtı ale’r-re’s-i ve’l-ayn kabul ediyorum. İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ile iktifa [yetinme] etmesin. İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsir eden ve hakaikini [doğru gerçekler] aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler’i, Mektupları okusun. Hususan Yirmi Beşinci, Yirmi Altıncı Sözleri, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektupları gibi intihap [seçmek] ettiği risaleleri de okusun. Başta Bekir ve Hüsrev kardeşlerime selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.

Vehhâbî meselesi dünkü gün elime geçti. Baktım, sana göndermek ruhum istedi. Başka bir surette Re’fet kendi geldi, kendi kitabını kendine götürdü.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

Senin ve Hüsrev’in yazıları beni hiç yormuyor. Çünkü, yanlışları azdır. Fakat başkalar, bir defa kendileri tashih etmeden bana geliyor. Hafızama itimad edip, yalnız tashih edip yoruluyorum. Sâirlerin yazdıklarını sizler mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, ba’dehu bana gönderseniz daha iyi olur.

• • •

463

– 265 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, gayyûr, ciddî kardeşlerim Re’fet Bey, Hüsrev Efendi,

Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misâl oldunuz. Es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] sırrınca vasıtanızla ve size iktidâ [tabi olma, uyma] ile hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] girenlerin kazandıkları hasenatın bir misli, [benzer] inşaallah [Allah dilerse] sahife-i a’mâlinize [iş ve davranışların yazıldığı sahife] geçer. Bu defaki, isimlerini yazdığınız Hafız Bekir, Hafız Tahir, Hafız Şükrü efendileri kardeş kabul ettim; talebe olmaya da çalışsınlar. Selâmımı onlara tebliğ ediniz. Size bu defa avâm-ı mü’minîn hakkındaki keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] benzer işler nev’inden ve ma’venet-i İlâhiye tesmiye [isimlendirme] edilen iki cüz’î [ferdî, küçük] hâdiseyi söyleyeceğim:

Birincisi: Bir iki arkadaşımız On Dokuzuncu Mektubu yazmışlar. Birisinin dördüncü cüz’ünde salâvat-ı şerife, [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] iki-üç sahife müstesna, üç-dört salâvattan başka bütün salâvatlar birbirine bakıyor. Ben de hayrette kalarak işaretler koydum. Diğerinde ikinci, üçüncü cüz’ünde beş-altı sahife müstesna, bütün sahifelerde salâvatları [namazlar, dualar] birbirine müvâzi, [denk, eşit] birbirine bakıyor, işaretler vaz ettim. Kime gösterdim, hayrette kaldı. Görenler müttefikan [birleşerek] karar verdiler ki, umum Sözlerde mânevî i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir şuâı in’ikâs [yansıma] ettiği gibi, On Dokuzuncu Mektuptan bilhassa Mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nevi şuâı salâvat-ı şerife [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] suretinde in’ikâs [yansıma] etmiştir. Hem görenler karar verdiler ki, Sözler’e mahsus, bilhassa On Dokuzuncu Mektuba has bir tarz-ı hat var. Eğer o tarz hatta tevfikan [başarı] yazılsa, çok

464

garip letafetler [güzellik, hoşluk] görünecektir. Her vakit musırrâne, [ısrarlı bir şekilde] her yazana “Seyrek ve güzel yazınız” derdim. Şimdi anlaşılıyor ki, o mânevî has hattı tavsiye etmek için, intak[konuşturma] hak kabilinden [gibisinden, türünden] bana söylettiriliyordu.

Şu hakikati ve mânevî tarz-ı hatta en yakın, Küçük Hafız Zühdü’nün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve Eşref‘in [en şerefli] ve Kuleönlü Mustafa’nındır ki, o muvafakat, muvazenet [denge] onların hattında daha ziyade görünüyor. Her vakit ben görüyordum; dikkatli yazanlar da bazı bir satır atlıyor, bir kelime yanlış yazmayan bir satır yanlış yazıyordu. Meğerse, Sözler’deki fevkalâde bir letafetin [güzellik, hoşluk] eseri olarak tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] atlattırıyor.

İkinci hâdiseyi yazmaya kâğıdımız müsait olmadığından kestim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 266 –

 Re’fet Bey,

Senin çok antika iki mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] müzehânemi tezyin [süsleme] etti. Âdi zannettiğimiz şeylerde ne kadar hârikulâde işler bulunduğunu ihtar ediyorlar, şu On Dokuzuncu Mektupta ikinci, üçüncü cüz’ünde salâvat-ı şerifenin [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] her sahifede birbirine bakması tesadüf işi olamaz. Çünkü tesadüf, onda bir tevafuk eder. Bu ise onda dokuz tevafuk var. Demek, ne şuursuz tesadüfün işi ve ne de benim ve ne de kâtiplerin düşünüşüdür. Çünkü ben yeni anlıyorum, kâtipler benden sonra anladılar. Demek gaybî bir kast ve iradeyle, umum Sözlerde ve bilhassa On Dokuzuncu Mektuptaki salâvât-ı şerifede harika bir letafeti [güzellik, hoşluk] irade etmiş. O tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ise, gaybî bir kastla derc [yerleştirme] edilen bir belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve letafetin [güzellik, hoşluk] tereşşuhatıdır. [belirti]

Said Nursî

• • •

465

– 267 –

11 Nisan 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, müdakkik, [dikkatli] meraklı kardeşim Re’fet Bey,

Namınıza yazılan On İkinci Lem’a‘nın [parıltı] izaha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksat, âyâta gelen evhamın def’ine kifayetidir. [yeterli olma] Ve bu nokta-i nazarda [bakış açısı] kâfi [yeterli] derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var; fakat herkes herşeyini bilmek lâzım değildir. Mirkatü’s-Sünnet [sünnetin merdiveni, derecesi, basamağı] ve vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] dair iki risaleyi nasıl buldunuz? Elbette kıymetşinas nazarın onları takdir etmiş.

Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri, sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki, o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki, cevap vereyim. Yahut herbir sırrın izharı [açığa çıkarma, gösterme] kaleme gelmez. Çünkü, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] bir cilvesi o Âl-i Abâda tezahür ediyor. İkinci cihet-i zahirîsi ise zahirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim’de Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddîka’dan (r.a.) mervîdir [nakledilen, rivayet edilen] ki, demiş:

خَرَجَ النَّبِىُّ غَدَاةً وَعَلَيْهِ مِرْطٌ مُرَجَّلٌ مِنْ شَعْرٍ اَسْوَدَ فَجَاءَ الْحَسَنُ بْنُ عَلِىٍّ فَأَدْخَلَهُ ثُمَّ جَاءَ الْحُسَيْنُ فَدَخَلَ مَعَهُ ثُمَّ جَۤاءَتْ فَاطِمَةُ فَأَدْخَلَهَا ثُمَّ جَاءَ عَلِىٌّ فَأَدْخَلَهُ ثُمَّ قَالَ: ﴿ اِنَّمَا يُرِيدُ اللهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا ﴾ * 3

466

İşte bu hadîs-i şerîf gibi, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha’da bu meâlde kesretli [çokluk] hadîsler vardır ki Âl-i Abâyı gösterir. Bir zât def-i beliyyât için istişfâ ( اِسْتِشْفَۤاءْ ) ve istişfa’ (اِسْتِشْفَاعْ ) için böyle demiş:

لِى خَمْسَةٌ اُطْفِى بِهَا نَارَ الْوَبَۤاءِ الْحَاطِمَة اَلْمُصْطَفٰى وَالْمُرْتَضٰى وَابْنَاهُمَا وَالْفَاطِمَة * 1

Gücenme, şimdilik bu kadar. Senin mektubunda isimleri zikredilen herbirerlerine ayrı ayrı selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

 Eûzü sırrına dair yazılan On Üçüncü Lem’anın [parıltı] yedi işaretini gönderdim. Bakarsınız, izahı değil noksanı varsa bildiriniz.

• • •

467

– 268 –

9 Mayıs 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, müdakkik [dikkatli] kardeşim Re’fet Bey,

Evvelâ: Nevzad-ı mübarekenin dünyaya gelmesini, sizin için bir fâl-i hayr olarak tebrik ediyorum. İnşâallah وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثٰى 3 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olacak. Âsım Bey gibi senin de bir kız evlâdı dünyaya gelmesi, meşrebimizde [hareket tarzı, metod] en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahlûk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu sizlere medar-ı tesellî ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve evinize küçük bir melâike [melek] hükmüne getirsin. “Rengigül” ismi yerine “Zeynep” olsa, daha münasiptir.

Saniyen: [ikinci olarak] Hikmetü’l-İstiâze’nin, besmele-i şerifenin sırlarına dair senin ve Şerif Efendinin ifadeleriniz kısadır. Tenkit mi, takdir mi, anlaşılmıyor. Zaten mükerreren [defalarca] demiştim: Herkes her risalenin her meselesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.

Salisen: [üçüncü olarak] Âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i ervahla [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] âlem-i şehadet [görünen alem] ortasında bir berzahtır. [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] Her ikisine birer vecihle [yön] benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ, âyinedeki senin misalin, sureten [görünüş itibarıyla] senin cismine benzer; maddeten senin ruhun gibi lâtiftir. [berrak, şirin, hoş] O âlem-i misal; [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i ervah, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] âlem-i şehadet [görünen alem] kadar

468

vücudu kat’îdir.Haşiye [dipnot] Acaip ve garaibin [tuhaf, hayret verici şeyler] meşheridir, [sergi] ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] tenezzühgâhıdır. [ferahlama, rahatlama]

Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye [hayal duygusu] olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi, bir âlem-i misâl [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] var ki, o vazifeyi görüyor. Ve hakikatlidir. Kuvve-i hâfıza [hafıza duyusu, bellek] Levh-i Mahfuzdan [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye [hayal duygusu] dahi âlem-i misalden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] haber verir.

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfü, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezâi, [layık] üç Hoca, üç Mehmed, hanenizdeki üç mâsum ve kayınpederin olarak oradaki kardeşlerimize selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 269 –

30 Mayıs 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, müdakkik, [dikkatli] meraklı kardeşim Re’fet Bey,

Senin bende bir üstadın, bir kardeşin, bir dostun var. Üstadını her risale içinde görüp görüşürsün. Kardeşini sabah akşam dergâh-ı İlâhîde, [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] mânen ve hayâlen, o

469

seni duayla gördüğü gibi, sen de onu o suretle görebilirsin. Bendeki dostunu görebilmek için, buraya gelmekle zahmet çekme. Çünkü, o dostun ziyarete liyakati yoktur. O bir, siz çoksunuz. İnşaallah o gelir, sizi orada ziyaret eder.

وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثٰى 1 âyetine dair şimdi cevap vermeye vaktim müsait değil. Sıhhatini bilmiyorum, fakat rivayet ediliyor ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Oğlan çocuğunu seviniz.” Demişler, “Kızları niçin istisna ettin?” Ferman etmiş ki: “Kızlar kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.”2

Evet, kız, şefkat ve cemâlin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyade sevilir. Bâhusus [bilhassa, özellikle] bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünkü, tehlike-i diniyeye çok mâruz olmuyorlar.

İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ İsm-i Âzamdır” [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû’ ve açlık, o İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, “Cû’ İsm-i Âzamdır, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] yani bir İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bir vesiledir” denilebilir.

Mübarek hanenizdeki mâsumlara dua ve ders arkadaşlarına umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

470

– 270 –

20 Haziran 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey,

Mektubunda letâif-i aşereyi [insandaki on duygu] sual ediyorsun. Şimdi tarikati ders vermek zamanında olmadığımdan, tarik-i Nakşî [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] letâif-i aşereye [insandaki on duygu] dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili [meseleler] nakil değildir. Gücenme, tafsilât [ayrıntılar] veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki:

Letâif-i aşere, [insandaki on duygu] İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, [gizli] ahfâ, [çok gizli] insanda anâsır-ı erbaanın [dört temel unsur; toprak, hava, su, ateş] herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye [insanda bulunan lâtif duygulardan birisi] tâbir ederek, seyr-i sülûkta [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı [ilerleme] ve ahvâlinden [haller] icmâlen [özet] bahsetmiştir.

Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında [genel yapı ve özellik] ve istidad-ı hayatiyesinde [hayat kabiliyeti] çok letâif [duygular] var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ [filozof, felsefeci] ve ulemâ-yı zahirî dahi, o letâif-i aşerenin [insandaki on duygu] pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına [kalbe bağlı beş duyu] diye, o letâif-i aşereyi [insandaki on duygu] başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

Hattâ avâm [halk] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] beyninde [arasında] teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, [insandaki on duygu] ehl-i tarikin [tarikata mensup olanlar] letâif-i aşeresiyle [insandaki on duygu] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular]

471

kuvve-i şeheviye, [şehvet duygusu] kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] gibi letâifi, [duygular] kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi [insandaki on duygu] başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] şâika [insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] ve hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] gibi çok letâif [duygular] var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.

Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] ile mânâ-yı harfînin [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatin [hakikat ilmi] Sözler ve Mektubat’lar namındaki risalelerinde temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] kâfi [yeterli] beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik [dikkatli] bir zâta karşı, fazla izahat fazla oluyor.

Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re’fet’e tebeî, [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re’fet’i kasten görürsün, فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 1 dersin. Âyine şişesi tebeî, [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine [ayna] şişesi mânâ-yı ismîdir; [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] Re’fet mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] oluyor. İkinci surette âyine [ayna] şişesi mânâ-yı harfîdir, [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir. [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] Yani دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى نَفْسِه 2 olan târif-i isme bir cihette dahildir. Ve âyine [ayna] ise دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى غَيْرِه 3 olan harfin târifine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olur.

Kâinat, nazar-ı Kur’âniyle, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] huruftur, [harfler] mânâ-yı harfiyle başkasının mânâsını ifade ediyorlar. Yani, esmâsını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe, ekseriya mânâ-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. Her neyse… Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ Fihristenin en kolay, en

472

mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhassa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezâi, [layık] Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek mâsumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 271 –

27 Haziran 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, ve ziyade müteharrî ve müstefsir kardeşim Re’fet Bey,

Senin fâik [üstün] zekân ve dikkatin, sorduğun suallerin çoğuna cevap verebildiği için, muhtasar [kısa] cevap veriyorum, gücenme. Seninle çendan [gerçi] konuşmak istiyorum, fakat vaktim müsaadesizdir. [uygunsuz, izin vermeyen] “Müslim-i gayr-ı mü’min” ve “mü’min-i gayr-ı müslim”in mânâsı şudur ki:

Bidayet-i Hürriyette [hürriyetin başlangıcı, 2. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilân edildiği 1908 yılları] İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye [insanların sosyal hayatı] ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi [faydalı] ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği şeriat, İlâhî kanun ve hükümler] taraftar idiler. O noktada Müslüman,

473

yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü’min değildiler. Demek, “müslim-i gayr-ı mü’min” ıtlakına istihkak [hak edilen pay] kesbediyordular. [elde etme, kazanma]

Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid’atkârâne [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah’a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini [kanunlar] iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] bir mü’min oluyor.

İmansız İslâmiyet sebeb-i necat [kurtuluş nedeni] olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.

İkinci sualiniz: Ecel-i mübrem ile muallâk, malûmunuz olan tâbir-i diğerle [başka bir ifade] “ecel-i müsemmâ” ve “ecel-i kazâ” tâbir edilir.

Üçüncü sualiniz ki, Sözler otuz üç, Mektubat otuz üç, Pencereler otuz üç, mecmuu doksan dokuz olduğu gibi, Arabî Katre [damla] risalesinin başında beyan edildiği üzere, en evvel bu fakir kardeşinizin harekât-ı fikriyesi namazdan sonra otuz üç Sübhanallah ve otuz üç Elhamdü lillâh ve otuz üç Allahu ekber’deki meratibe [mertebeler] göre doksan dokuz mücâhedât-ı fikriye ve makamat-ı ruhiyedeki tezahürat ve doksan dokuz Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] cilvesine mazhariyet sırlarını, hayal meyal bir surette uzaktan uzağa hissedilmesindendir ki, bu otuz üç mübarek adedi, ihtiyarım olmayarak çok harekât-ı ilmiyemde ve neşriyede hükmediyor.

474

Başta senin ders arkadaşların ve Hacı İbrahim olarak kardeşlerimize selâm ediyorum. Ve mübarek hânendeki mâsumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içine derc [yerleştirme] etmek üzere, kardeşim Abdülmecid’in Hulûsi Beye yazdığı mektubun işaret olunan baş tarafıyla arkasındaki Re’fet Beyin mektubundan alınan fıkraları [bölüm] Hüsrev yazsın, sonra Hafız Ali’ye göndersin.

• • •

– 272 –

11 Temmuz 1934 Çarşamba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, müdakkik, [dikkatli] meraklı kardeşim Re’fet Bey,

Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyordum. Çendan [gerçi] bu davette mâzurum, belki mecburum. Çünkü, bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki, bir mektup yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağ suyu başında bularak uykusuz yorgun buldum. Onu aldattım, “Az bir işim var” dedim. Halbuki on dakika zannedip, iki saat zarurî yazılar yazdırdım. Zaten kafam da yorgun ve istirahate muhtaçtır. Fakat Re’fet gibi bir müştakı [arzulu, aşırı istekli] susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, lâtif [berrak, şirin, hoş] sualine bedel, Senirkentli arkadaşlarımız müz’iç, [rahatsız eden] Eski Said’in kuvve-i hafızasına [bellek, hafıza duyusu] havale edilecek acip sualleri sordular. Dedim kendi nefsime: “Müstehak oldu. Sen Re’fet’i dinlemedin, işte bunları

475

dinle.” Halbuki onlara cevap vermek lâzım geliyor. Çünkü onlara, böyle meselelerde dinsizler ilişiyorlar. Mecburî, gayet muhtasar [kısa] ve nâkıs [eksik] ve kısa cevap yazdım. Fakat yine Re’fet’in hatırı için yazdım.

O cevabı, bundan evvel dört suale cevap ve mugayyebât-ı hamseye [beş bilinmeyen şey] dair Sabri Efendi ve Hafız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı, Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasip görürseniz, üçü birden, ya On Altıncı Lem’a [parıltı] veya yazılmayan On Dördüncü Mektup makamına kaim [ayakta duran] edilsin.

Hem yanlış varsa tashih edersiniz. Çünkü, cevapların aslı sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] olmakla beraber, tafsilâtında [ayrıntılar] fikrim karışarak yanlış edebilir. Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi On Dokuzuncu Mektubu yazacaktı; acaba başladı mı? Ona çok selâm ediyorum. Yazı hizmeti ehemmiyetlidir, kaç cihette ibadettir. Senin mübarek hanenizdeki mâsumlara dua ediyorum. Ve malûm ders arkadaşlarına çok selâm ediyorum. Keçeci Şeyh Mustafa Efendi bazı risaleleri yazıyordu. İnşaallah böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete öyle mübarek zâtlar iştirak ederler. Ona da bilhassa selâm ediyorum ve duasını istiyorum. Hacı İbrahim Efendi ve Bedreddin’i, Re’fet’i tahattur [hatıra gelme] ettikçe, ekseriyetle onları hatırlıyorum. Onlara da bilhassa selâm ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

476

– 273 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, müdakkik [dikkatli] kardeşim Re’fet Bey,

Sorduğun suale en kolay ve ruhsatlı cevap senin cevabındır. Mülteka [buluşma noktası, kavşak] Şerhi Damad’ın ve Merâki’l-Felâh ikisi demişler: İki Ramazan için bir kefaret kâfidir. Müteaddid [çeşitli, birden fazla] vâkıalara bir kefaret kifâyet eder. Çünkü tedâhül vardır. Ve hüve‘s-sahîh [“O”, Allah] demişler.

Hakikat nokta-i nazarında [bakış açısı] bu meselede azimet var, ruhsat var. Azimet hali, kuvveti müsait ise, her Ramazan için ayrı bir kefaret var. Fakat ruhsat ciheti, tedahül [iç içe geçme] sırrına binaen, müteaddit [bir çok] Ramazan için bir kefaret farz, ayrı ayrı kefaret müstehap [farz ve vacip dışında kalan sevaplı işler] derecesinde kalır. Bu kefarete mânâ-yı ukubetle mânâ-yı ibadet ikisi dahi münderic [yerleştirilmiş] olduğu için, hem kerhen icbar [zoraki, zorlama] edilmeyecek, hem tedahül [iç içe geçme] eder.

Aziz kardeşim, fıkhü’l-ekber olan esâsât-ı imaniyeyle [imanın esasları] meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] medârikine [kaynak, dayanak] ve meâhizine bakan dekaik-i mesâil-i fer’iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih [yönelen] olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki müracaat edeyim. Hem ulemâ-yı İslâm o kadar tetkikat-ı sâibe yapmışlar ki, füruata [dallar, şubeler, kısımlar] dair tetkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakikî ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata [dallar, şubeler, kısımlar] dair müçtehidînin derin me’hazlarına [kaynak] gidip bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de, daha o nevi hakaike [doğru gerçekler]

477

meşguliyet zamanları gelmemiş. Her neyse. Size bu defa Sûre-i Feth’in âhirine ait ve onun münasebetiyle

اُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ * 1

âyetine dair beyanatı ve “Minhâc-ı Sünnet” namındaki Lem’ada [parıltı] اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى 2 sırrına dair muhakematı nasıl buluyorsunuz? Kardeşin Hüsrev ile sen, Şeyh-i Geylânî’nin kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] gaybiyesinin bütün parçalarıyla bir nüsha yazıp Hulûsi Beye gönderseniz iyi olur. Âsım Beye de onlar bütün gitmelidir. Başta, (Gavs-ı Âzam’ın tâbiriyle Bekir Bey), bizim tâbirimizle Bekir Ağa, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezâi [layık] Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O Kur’ân’ı okudukça bana dua etsin. Öyle mâsumun duası inşaallah [Allah dilerse] hakkımızda makbuldür. Onun validesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlât sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i Kur’ân‘ın, [Kur’an harfi] on sevaptan tut, tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem validesinin defter-i a’mâline, [amel defteri] hem hoca ve Üstadının defter-i a’mâline [amel defteri] dahi o sevaplar kaydolunur.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

478

– 274 –

 Hüsrev, Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip, bir meseleye dair müteessiren [etkileme, tesiri altında bırakma] yazdığı mektubundan bir fıkradır. [bölüm]

Sevgili ve kıymetdar Üstadım,

Mektubunuzun mütalâasından mütevellid teessüratım [üzülme, etkilenme] arasında, kalbime çok havâtır hutur [akla gelme, kalbe doğma] ediyordu. Her tarafı ve her hali kusur ve ayıpla dolu talebeniz, sevgili Üstadının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki hergün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hattâ Üstadı uğrunda, yüz bin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ tereddüt hazır olduğunu, sûrî [görünüşte] değil, kalbî bir itirafla müheyyadır. [hazırlanmış]

Mücrim talebeniz, senelerden beri Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] bir hâmi [himaye eden, koruyan] istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a’mâlim [amel defteri] tetkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru [dua, yakarış] ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur’ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] kadar hayatım olsa, her birisini feda etmeyi, ne büyük saâdet ve şeref kabul etmişim.

Ey sevgili Üstadım, ey kıymettâr Hocam, ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim, ey aziz dellâl-ı Kur’ân,

Iztıraplarımın sürûra inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmekte olduğunu hissediyorum. Uzakta olanın kusuru görülmez, tokat yakında olana vurulur. Kalbim bu cümlelere

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 diyor. Fakat dimağımdan [akıl, beyin] silinmeyen birşey varsa, o da aziz Üstadımın elemlerine iştirak etmek idi.

Muhterem mürşidim,

Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkit etsin veyahut bir kelimesine, hattâ bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun? Bilâ istisna, her fert istihsan [beğenme, güzel bulma] ederken, böyle birşey yapmak için, bu cüreti kimden alayım?

479

Yok, sevgili Üstadım, müsterih olunuz; senelerden beri çekmekte olduğunuz, kal’abend [kale] cezasından pek şedid [şiddetli] azâbınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına taraftar olanlara bir parça meyletmek şöyle dursun, belki bu halin şiddetle ve belki fedâisi olarak aleyhte olduğuma, vicdanımın tasdiki kâfi [yeterli] bir şahittir.

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 275 –

 Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstad,

Bu asrın sisli, semli revacı, [kıymet, değer] şecere-i kâinatın [kainat ağacı] meyvesi olan insanın nüve, [çekirdek] lüb, [öz, iç] kışır [kabuk] gayelerini zâil [geçici, yok olucu] ve faniye, zillet [alçaklık] ve gurura, âfil firaka, [ayrılık] zahir bâtıla, atâlet [hareketsizlik] ademe, hırs ve hayvaniyete, câmid [cansız] ve abesiyete, [anlamsızlık] başıbozukluk ve hiçliğe sevkle, o meyvenin kısm-ı âzamının [büyük bir kısmı] ölüp, ekallinin [azınlık] de ölmek ve tefessühü [bozulma] ânında, mezkûr [adı geçen] şecerenin [ağaç] merkez üzerine karib, [yakın] Isparta dalına tâlik [sonraya bırakma] edilen, Hakîm-i Mutlakın [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] etem, ekmel [daha mükemmel] şifahanesi olan Kur’ân’dan nebean eden “Tiryak [derman, ilaç] Notalar” [bildiri] tesmiyesi [isimlendirme] ile, her Notanın [bildiri] binler harfler damlalarıyla imdada yetişerek, küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesini iska ve binler meyvelere hayat bahşeden ve bu yüzden menbaı [kaynak] gibi, kıyamete kadar harika bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve taklit edilmez bir turra [mühür, nişan] ile çağlayacak olan eser-i mübareki, elhamdü lillâh istinsah [kopyasını çıkarma] ettim.

Evet, Üstadım, nasıl ki,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ * 1

480

âyet-i kerimesinin binler mâsadaklarından [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] herbir ferdine sima, ses, etvar, [tavırlar, davranışlar] ahlâk gibi daha çok lâtifeler [berrak, şirin, hoş] ve cihazat mevcut iken, birbirine benzemeyip, herbir şahıs bir âlem olarak, Vâhid-i Ehad-i [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Samed’in malı ve masnuu [san’at eseri] ve muvazzaf memuru olduğunu, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] şuuru olana kabul ettiriyor.

Öyle de, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hayattar semeresi [meyve] olan Sözler ve Mektubâtü’n-Nur’un herbir parçası, kendi âleminde nihayetsiz kudreti gösteren ve her mebhaslarıyla [bahis, kısım] binler âlemler içinde bir âlem olan âlem-i şuhudun tılsım-ı acibini tam keşf ve halle, her risale bir muammânın miftahı [anahtar] ve hayattar ervâhı [ruhlar] hükmündedir.

Bundan böyle, daha binler ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] ve rahmet-i Sübhânî olsa, yazılsa, ihtiyaç görünüyor ve yerleri boş karanlık bir âlem gibi, o şems-i hakikat [hakikat güneşi] güneşinin şuâlarını bekliyorlar. Dilerim Cenâb-ı Haktan, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] böyle anûd bir zamanda, böyle asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] misil[benzer] çok cihetlerle harika, fütuhata [fetihler, yayılmalar] sebep olan ve inşaallah [Allah dilerse] bundan böyle olacak olan Resâili’n-Nur’u [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] teksir [çoğalma] buyursun. Âmin, âmin, âmin…

Kusurlu talebeniz

 Ali (r.h.)

• • •

481

– 276 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Rüşdü’nün gönderdiği otuz liradan yirmi yedisini postayla size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan, kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için, ehemmiyetli hayırlara sarf edilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım. Sizlere ve sizinle alâkadar olanlara pek çok selâm ve dua ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 277 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşim,

Isparta’ya nakl-i mekân, [yer değiştirme] hem tulûat-ı [doğma] kalbiyeye, hem sizinle muhabereye bir derece fütur [usanç] verdi.

Evvelâ: Kardeşimiz Sabri, Hakkı Efendiler arzularıyla, yine Eğirdir vasıtasıyla size emanet gönderilecek. On Yedinci Lem’a [parıltı] namındaki Notaları [bildiri] Sabri size göndermiş veya gönderecek. Bu defa da sırlı, kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] size gönderiyorum. Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar bir tevafuktur ki, Hüsrev senin için Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] yazıyordu.

Yazdığı vakitte Hüsrev vasıtasıyla çok mübarek Ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hânen tarafına ve hânene geldiğimi

482

rüyada gördüğüm gibi, iki gece evvel, elhak ikinci bir Hüsrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki, bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir.

Saniyen: [ikinci olarak] Şu Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] târifnamelerde yazıldığı gibi, bir müstensih [el ile yazıp çoğaltan] hatt-ı hakikiyesine [gerçek hat, el yazısı] ihtiyarsız [irade dışı] takarrüble, sırrı tezahüre başlamış ve diğer müstensih [el ile yazıp çoğaltan] hatt-ı hakikîsini bulmuş. Hakikaten, ne fikirde bulunursa bulunsun, gören herkesi tasdike mecbur ediyor. Hattâ burada mühim ve müşkilpesent [zor] ulemalar dahi, güneş gibi inanıp tasdik ediyoruz, diyerek imza ediyorlar.

Şüphemiz kalmadı ki, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] yüz cüz’ünden bir cüz’ü, şu tefsirine in’ikâs [yansıma] etmiş. Yalnız şu fark var ki, i’câz kastîdir, kasten de kimse muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edemez. Şu kitabın tevafuku ise, fıtrî, [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ihtiyarsız [irade dışı] olmak cihetiyle harika olur, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sayılır. Kastî ve sun’î [gerçek olmayan] bir surette muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilmez. Her neyse, şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün. İnşaallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah [kopyasını çıkarma] etmek niyet etse, çok dikkat etmek gerektir. Çünkü bu risalenin hurufatı da sırlı; kendine güvenmeyen yazmasın.

Salisen: [üçüncü olarak] Kardeşimiz Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz? Ben ona çok dua ettim ve ediyorum. Sen bir muzır [zararlı] memurun yüzünden onunla az görüşmen beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Allah kabul etsin, ben de ona çok defa dua ettim. İnşaallah tam bir arkadaş, bir muhatabın olan Hafız Ömer, Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] mühim bir vasıta olacak ki, her mektubunda onu ciddî alakadar [zigot; döllenmiş hücre] görüyorum.

On Altıncı Lem’a [parıltı] namındaki üç mühim meseleden ibaret bir risaleyi sizin için yazdırıyorum, Yetişirse onu da gönderiyorum. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] burada gittikçe

483

Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] ve yazıcıları çoğalıyor. Ne vakit az fütur [usanç] başlasa, bir teşvik kamçısı hükmünde birşey zuhur ediyor.

Ezcümle sufî [tasavvuf ilmiyle uğraşan] meşrep [hareket tarzı, metod] ve yazıda muvakkaten [geçici] tembellik eden bir kısım kardeşlerimize yazılan bir mektubun nüshasını, melfufen gönderiyorum. Belki tembel olmayan, fakat tembelleşen Abdülmecid de görür. Muhterem valideniz ne haldedir; onu da merak ediyorum. Çok dua ediyorum. Hastalığın herbir saati bir gün ibadet hükmünde olduğunu, benim tarafımdan hem ona, hem Hoca Abdurrahman’a söyle. Başta pederiniz, Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, İmam Ömer, Kemaleddin gibi dostlara selâm ve dua ediyorum. Ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 278 –

 Mesleğimizin bir medar-ı şevki ve zevki olan tevafuk letâifinden [duygular] üç-dört nümune:

Birincisi: İktisat Risalesi, birbirinden habersiz altı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] yazdıkları altı nüshada, elif’lerin elli üç adedinde tevafukları, telif [kaleme alma] ve istinsah [kopyasını çıkarma] tarihi olan elli üçe muvafık gelmesidir. Sonra baktım ki, asıl müsvedde-i ûlâda çok çıkıntı ve tashihlerle beraber elli üç adet sırrını muhafaza ettiğini hayretle gördük.

İkincisi: Risalelerin Fihristesi tamam yazıldıktan sonra, birinci müsevvid, [yazıları ilk başta karalama şeklinde yazan kişi] ihtiyarsız [irade dışı] “Bu güzel Fihriste tamam oldu” deyip yazmış. O müsevvid [yazıları ilk başta karalama şeklinde yazan kişi] hesab-ı ebcedî [ebced hesabı] hiç bilmediği gibi, hiçbir şey de düşünmemiş. “Bu güzel fihriste tamam oldu,” aynen bin üç yüz elli iki tarihini gösterip Fihristenin tarih-i telif [bir eserin yazılma tarihi] ve istinsahını [kopyasını çıkarma] göstermiştir.

484

Üçüncüsü: Yirmi Üçüncü Lem’anın [parıltı] müsveddeden tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] edilirken, hiç elif’lerin adedini hatıra getirmeden, yazıldıktan sonra yüz yirmi sekizinci risale olduğuna işareten, yüz yirmi sekiz elif olmasıdır.

Dördüncüsü: Dünkü gün Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) tashih edilirken, küçük, lâtif [berrak, şirin, hoş] iki tevafukun on dakika fasılayla vücuda gelmesidir. Şöyle ki:

İkişer arkadaş Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] ve Mirâcı ayrı ayrı tashih ediyorlardı. Mirâcın altı yüz satırı içinde birtek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor. Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] yüz elli sahife içinde bir sahife o bahse dairdir. Birden o iki kısım musahhihler [tashih eden, yanlışları düzelten] aynı kelimeyi söylüyorlarken, içlerinden bir efendi intikal etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki tashih aynı kelime üzerindedir.

On dakika sonra, yedi mu’cizeye mazhar [erişme, nail olma] yedi çocuğun bahsi tashih edilirken, umulmadığı bir zamanda, hazır zâtların nazarında mübarek Meliha isminde beş yaşında bir çocuk geldi, oturdu. Çocukların bahsini zevkle dinlemeye başladı. Çay verdik, çocuk bahsi bitinceye kadar içmedi. Hazır olan biz dört kişi şüphemiz kalmadı ki, sırr-ı tevafukun [uygun gelmenin sırrı] birinci menbaı [kaynak] olan Mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] telifçe [kaleme alma] ve istinsahça [kopyasını çıkarma] ve kıraatça ve harika tevafukça kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterdiği gibi, bu iki küçük tevafukla, yine o kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şuâından iki lâtifeyi [berrak, şirin, hoş] gösterdi.

Hem bir sene evvel bir seyre giderken, arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım, beni geçmiyorlar. Sıkıldım. Acele geçtim, bir bahçeye girdim. Baktım, onlar da bahçeye girdiler. Hem hiddet, hem hayret ettim. Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] elimdeydi. Tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] gibi açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede birtek defa zikredilen bir isim ki, aynı o kadının ismini o sahife içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım. Fesübhânallah, [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için, daha evvel o kitaba baksaydım, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hâdiseye hem ben, hem hazır olan Şamlı Hafız ve hadiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

Said Nursî

• • •

485

– 279 –

Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban [yakın] Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hafız Tevfik, [başarı] Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Said Nursî

• • •

– 280 –

Isparta Cumhuriyet Müddeiumumîliğine, [savcı]

Dokuz senedir, beni bu memlekette sebepsiz olarak ikamete memur ettiler. Hariçle ihtilâttan [birbirine karışma] men olduğum için çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. On üç seneden beri, beni bu vilâyette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki:

On üç seneden beri bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi, sekiz sene oturduğum Barla halkıyla işhad [şahid gösterme] ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilâyette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden hiçbir meseleye temas etmediğimi gösterebilirim.

Bu halimle beraber, bu senenin Kurban [yakın] Bayramında, fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için, hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazıyla kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle, benim gibi garip, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnat ederek tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâsebep taht-ı nezarette [gözetim altında, gözaltı] bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi [yeterli] gelmiyormuş gibi, bu senenin Nisan’ının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemadiyen harekâtımın takip ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edilmesinden dolayı harice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

İşte o günü, altı aylık ıztırabımı tahfif [hafifletme] etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale [giderme] etmek için, havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim.

486

Avdetimle, [geri dönme] bir komiserle iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni takip ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye [araştırma] başladılar.

Dokuz seneden beri ihtilâttan [birbirine karışma] bilâsebep men edildiğimden, mesleğim itibarıyla Kur’ân ve imanla hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerden,

Birisi, Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iki bin sekiz yüz küsur Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] bir sırr-ı kerametini ve bir nakş-ı i’câzını [mu’cizelik nakşı] gösterecek, en müstesna bir hatla yazılmış gayetle kıymettar yirmiden fazla Kur’ân-ı Kerîm cüzlerini;

2. Beka-i ruh ve melâike [melek] ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall [en azından] bin liraya değer bir sırr-ı azîmi [büyük sır] gösteren risaleyi;

3. Hazret-i Peygamberin risaletini [elçilik, peygamberlik] güneş gibi ispat eden ve harika bir surette on iki saatte telif [kaleme alma] edilen yüz elli sahifelik On Dokuzuncu Mektup namı altında Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] risalesini ki, o mu’cizâtın kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, o risalede tevafuk namıyla öyle bir sırr-ı azîm [büyük sır] tezahür etmiş ki, o risale tek başıyla maddeten bin lira kadar kendimizce kıymettardır;

4. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] güneş gibi ispat eden ve Kur’ân’ın otuz üç âyet-i azîmesini [büyük ve yüce âyet] tefsir eden Otuz Üç Pencere namındaki Otuz Üçüncü Mektup ki, sırr-ı tevafukla [uygun gelmenin sırrı] beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibarıyla ehl-i tevhidce [Allah’ın birliğine inanan kimseler] yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risaleyi;

5. Şirkin esasını ref edip, vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] nihayetsiz derecede kuvvetle ispat eden Otuz İkinci Söz namı altındaki eseri ki, o eser bir âlim tarafından zayi edilse,

487

onu elde etmek için bin lira tereddütsüz vereceğini zannettiğim misilsiz [benzer] risalemden mevcut her iki tanesini;

6. İsraftan kurtarmak ve bu fakir milleti iktisada [tutumluluk] alıştırmak için yazdığım, küçük fakat müstesna bir ehemmiyette olan İktisat Risalesi ismindeki risalemin mevcut olan her üç nüshasını;

7. Kendi ihtiyarlığımdan dolayı, iman noktasında Kur’ân’dan bulduğum rica [ümit] ve tesellî nurlarından kaleme aldığım ve mevcudu tam üç nüsha ve iki nüsha da noksan olarak umum beş parçasını ki, bence bu risale benim gibi kabre yakınlaşmış bir ihtiyar adama kıymet takdir edilmeyecek derecede yüksek bir hakikatle yazılmıştır;

8. On beş sene evvel Arapça olarak tab’ [baskı basma] edilen, Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] ateş içinde yazıldığı için, o zamanki Başkumandanın bu yâdigâr-ı harbin [savaş hatırası] hayrına iştirak etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirini;

Hem üç yüz otuz beş senesinde İstanbul’da tab [basma] edilen Katre, [damla] Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Habbe, [dane, tohum] Habbenin Zeyli [ek] ve Ankara’da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin [ek] Zeyli [ek] ve Ankara Matbaasında tab [basma] edilen Hubab ve İstanbul’da tab [basma] edilen Zühre [çiçek] ve Şûle [gür ışık/alev] gibi risaleleri hâvi [içeren, içine alan] Arapça matbu bir mecmuamı ve İstanbul’da on beş sene evvel tab [basma] edilen Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] isminde kıymettar iki matbu risalemi ve hem biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman tarafından on beş sene evvel İstanbul’da tab [basma] ettirilen Tarihçe-i Hayatımın [hayat hikayesi] bir kısmına ait matbu risalemden üç nüshası tamam ve beş-altı nüshası noksan kitaplarımı ve hem de İstanbul’da yeni huruf [harfler] çıkmadan evvel tab [basma] ettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymettar haşri ve kıyameti gündüz gibi ispat eden risalemi ve daha bilmediğim hususî ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri [araştırma] neticesinde alıp götürdüler.

Bu taharriyatta [araştırma] o kadar ileri gidildi ki, altı ay evvel oturduğum köşkten

488

şimdiki oturduğum köşke nakledince, sandalye, şişe, demir ve sair eşyaya ait listeye varıncaya kadar aldılar ve el’an [şimdi] da iade edilmedi.

Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnat edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şüphe hiçbir emare vücut bulmadı. Ve menfîliğimde, sebepsiz ve ancak ihtiyat [dikkat, tedbir] ve tevehhüm [kuruntu] yüzünden olmakla inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim. [gönderilme, sürgün] Bu müddet zarfında siyasetle ve dünyayla alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı hayatımın [hayat tarzı] şehadetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şüphe birşey bulamadıklarıdır.Haşiye [dipnot] Eğer bir cürmüm varsa, dokuz seneden beri mütemadiyen dikkat ettikleri halde cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

Şu kitap zayiatımdan lâakal [en az] şahsî iki bin lira zararım var. Çünkü, bunların hiçbirisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tab’ [baskı basma] etmek için, yalnız İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve On Dokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme [büyük sır] hiçbir âlim ve hiçbir edip yoktur ki, “Bin lira kıymetindedir” demesin.

Ve bir de, on üç sene evvel hükûmet Darü’l-Hikmette yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlâma’ya iki defadan fazla

489

gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilât [birbirine karışma] ve gezmekten men edildiğim gibi, bir vâridâtım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin birşeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe [savcı] havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiplerinden [sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan] tazminini dâvâ ediyorum.

Tetimme: [ek] Hükûmetin kanunu, tarikat dersi vermeye ve nusha yazmaya ve nüfuz temin etmeye müsaade etmediği ve ben de bunlarla alâkadar olmadığım ve hükûmet de yanıma gelen ziyaretçileri hoş görmediği için, bazı adam müteaddit [bir çok] defa tarikat ve nusha niyetiyle yanıma gelmek istedi. Ben de hükûmetin kanununa riayet etmek ve hükûmet memurlarını sebepsiz kuşkulandırmamak için, kabul etmeyip reddettim.

Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] göre, bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnadatta bulunmuş. Böyle hükûmetin kanununa riayeten reddettiğim kimseler yüzünden beni böyle sıkıştırmaktan, hilâf-ı kanun [kanun dışı] hareket etmediğim için böyle azap vermek, kanunu dinlememeye mecburiyet vaziyetini veriyorlar mânâsı çıkıyor.

Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim, sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde, böyle hayat-ı uhreviyeme [âhiret hayatı] suikast suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i dâvâya mecbur oldum.

Said Nursî

• • •

490

Bundan sonraki kısım Hazret-i Üstadın Kastamonu ve Emirdağ hayatında iken yazılan ve el yazma nüshalarda derc [yerleştirme] edilen mektuplardır.Haşiye [dipnot]

– 281 –

Risale-i Nur’un faal bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif [temiz, pak] Çelebi’nin bir istihracıdır [çıkarma] ve bir fıkrasıdır. [bölüm] Bunu, hem Birinci Şuânın otuz ikinci âyeti olarak ve hem Yirmi Yedinci Mektubun fıkralarında [bölüm] kaydetmek münasip görüldü.

O kendisi diyor: Gelen âyetleri hâfızdan dinledim.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللهَ ذِكْرًا كَثِيرًا * وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصِيلاً * هُوَ الَّذِى يُصَلِّى عَلَيْكُمْ وَمَلٰۤئِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا * تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلاَمٌ وَاَعَدَّ لَهُمْ اَجْرًا كَرِيمًا * يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْناَكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا *وَدَاعِيًا اِلَى اللهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُنِيرًا * وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُمْ مِنَ اللهِ فَضْلاً كَبِيرًا * 1

Bu âyetlerde Risale-i Nur’a imâ ve remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve belki işaret var diye hissettim.

Evet, madem bu âyet gibi vazife-i Risalet [peygamberlik görevi] ve dâvete bakan âyetler, her asra bakıyorlar ve her asırda efradları [bireyler] ve mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] var…

Ve madem bu âyetlerde Resul-i Ekreme (a.s.m.) verilen sıfatlar ve ünvanlar her zamanda cereyanı ve herbir asırda hükmetmek haysiyetiyle ve ünvanların altında, mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] Risale-i Nur gibi, o vazifeyi yerine getiren eserler ve

491

zâtlar; bu gibi âyâtın dâire-i şümullerine girmeleri, Kur’ân’daki i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] şe’nidir, [belirleyici özellik] belki muktezâsıdır [gereklilik] ve lâzımıdır.

Madem Risale-i Nur, bu acip asırda, müstesna bir surette bu âyetin işaret ettiği vazifeyi yapıyor ve mânâsının daire-i külliyesinde [büyük ve geniş daire] bir ferdidir. Elbette müteaddit [bir çok] emareler ve gizli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] diyebiliriz ki, bu âyette dahi, Birinci Şuânın sair otuz bir adet âyetleri gibi, Risale-i Nur’a mânâ-yı işâriyle [işaretlerle ifade edilen mânâ] bakar. Şöyle ki:

لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا * 1

cümlesi, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] diyor: Bin üç yüz yetmişe kadar tecavüz eden en karanlık bir zulüm, en karanlık bir zulmetten, sizi, ey ehl-i iman [Allah’a inanan] ve’l-Kur’ân, Kur’ân’dan gelen nurlara ve imanın ışıklarına çıkaran ve isminde nur ve mânâsında rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] bulunan ve ism-i Nur [Allah’ın Nur ismi] ve ism-i Rahîm‘in [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] mazharı olan bir lem’a-i Kur’âniyeye ve bu asrımıza bakıp imâ ediyor.

Mânâ mutabakatından başka bir emare ve karinesi [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] budur ki:

اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا 2 fıkrasının [bölüm] (şedde ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılır) makam-ı cifrîsi, dokuz yüz kırk yedi edip, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] veya Risâlet-i Nur isminin makamı olan, dokuz yüz kırk yedi adedine tam tamına tevafuk ediyor.

اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا 3 cümlesi, şeddeler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmaz ve âhirde tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıftır (elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üç yüz yirmi üç tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilâfette, [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] dehşetli bir inkılâbın [değişim, devrim] mebde-i infilâki içinde ye’se [ümitsizlik] düşen ehl-i imana [Allah’a inanan] müjde verip, İslâmiyetin hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehadet eden ve

492

veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] noktasında dâvette bulunan hakikî bir şahide işaret eder.

وَنَذِيرًا * وَدَاعِيًا اِلَى اللهِ 1 cümlesi,Haşiye 1 tenvinler [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıf olmadığından sayılırlar. Makam-ı cifrîsi, bin iki yüz elli altı tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını, [ay tutulması] bir asır evvel izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden mukaddematına [evvel, önce] bakarak, وَدَاعِيًا اِلَى اللهِ 2 kelimesi yüz doksan bir (191) ederek, Risale-i Nur’un bir hakikî ismi olan Bediüzzaman’ın makam-ı cifrîsi bulunan, yüz doksan bir (191) adedine tam tamına tevafukla ima eder ki, Risale-i Nur dahi, o inhisaf [ay tutulması] içinde bir dâîi ilâllahtır.

  بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُنِيرًا 3 Haşiye [dipnot] 2 ve yalnız سِرَاجًا مُنِيرًا 4 kelimesi ise, tam tamına Risale-i Nur’un bir ismi olan Sirâcü’n-Nur‘a [nur lâmbası] lâfzan [ifade, kelime] ve mânen ve cifren tevafukla bakar. مُنِيرًا daki mim, ye, اَلنُّور ِ deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] nun’a mukabildir.

Evet İmam-ı Ali (r.a.) keramet-i gaybiyesinde, [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’a Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] namını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından [bölüm] mülhemdir [ilham olunmuş] denilebilir ve

493

çekinmeyerek deriz. وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُمْ مِنَ اللهِ 1 cümlesi, şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmak cihetiyle, makam-ı cifrîsiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın, tam bulunduğumuz bu senesine bakarak ehl-i imana [Allah’a inanan] bir büyük ihsanı [bağış] var diye, mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] haber veriyor.

Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan [bağış] imanı kurtarmaktır. Ve görüyoruz, imanı harika burhanlarla [delil] kurtaran, başta, Risale-i Nur’dur.

Demek, bu zamana nisbeten bir فَضْلاً كَبِيرًا 2 da odur. Bu işareti kuvvetlendiren şudur: فَضْلاً كَبِيرًا daki فَضْلاً kelimesi, dokuz yüz altmış (960) edip, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bu ismi, izafeden tavsif [bir sıfatla niteleme] tarzına geçmekle, Risaletü’n-Nuriye [elçilik, peygamberlik] olup makamı olan dokuz yüz altmış iki (962) adedine mânidar iki farkla tevafuku, onun başına remzen [ince işaret] ve imâen parmak basmasıdır.

İlâhî, [Allah tarafından olan] yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Sen Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Üstadımız Said Nursî’yi ve Risale-i Nur talebe ve şakirtlerini [öğrenci] ve mensuplarını, muhafaza-i hıfzında ve kal’a-i İlâhiyen içinde muhafaza ve emin eyle. Âmin. Ve hizmet-i Kur’ân [Kur’ân hizmeti] ve imanda sabit ve daim eyle. Âmin. Ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerinde, muvaffakiyetlerle [başarı] yardım ve muâvenetler [yardım] ihsan [bağış] eyle. Âmin. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân-ı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Azîmüşşânın sırr-ı âzamına, [en büyük sır] marifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] muhabbetullah [Allah sevgisi] ve muhab-bet-i Resulullah sırr-ı kudsîsine; ve حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 3 sırr-ı uzmâsına; ve rızâullah ve rüyet-i cemâlullah [Allah’ın cemâlini görme] lûtuf ve ihsanına [bağış] mazhar [erişme, nail olma] eyle, yâ Rabbe’l-Âlemîn! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]

494

وَصَلَّى اللهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَهْلِ بَيْتِهِ اَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

 Fakir, âciz, zaif, günahkâr talebe ve hizmetkârınız, İnebolulu

 Ahmed Nazif [temiz, pak] Çelebi

• • •

– 282 –

 Ahmed Nazif [temiz, pak] Çelebi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm] Bayram münasebetiyle kabul edilmeyen bir hediye için yazmıştır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Çok aziz ve çok kıymetli, müşfik ve fedakâr üstad-ı âzam efendim hazretleri,

Hazineler dolusu mücevherattan [kıymetli taşlar] daha fazla, hattâ bu fâni dünya hayatının ziynetleriyle ölçülemeyecek derecede kıymettar mektubunuzu, mübarek Ramazan-ı Şerifin yirmi üçüncü günü akşamı, iftardan on dakika evvel postadan aldım. Cenâb-ı Allah kabul buyursun, iki iftarı bir yaptım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 4

Evvelce yazdığım uzun satırların mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve boşluğundan, fazla meşgul ettiğimden ve gerek bizim ve gerekse mübarek Zekeriya kardeşimizin kıymetsiz, değersiz hediyelerini, me’zuniyetsiz [izinli] kabul ederek, takdim etmek cesaretinde

495

bulunduğumdan mütevellid, aziz Üstadımın adem-i kabul [kabul etmeme] ve hoşnutsuzluğuyla tekdirâtına [azarlama] mâruz kalacağımdan korkarak intizarda [bekleme] iken, müvezzi iki mektup verdi. İftar vakti dar olduğundan, ayakta zarfı açtıktan sonra, kıymet takdir edemediğim çok şirin ve câzip olan hatt-ı fâzılâneniz, sanki, “Korkma” diye hitap ediyormuş gibi, tebessüm ederek gözüme ilişince, sürurumdan [mutluluk] okuyamadım. Hemen hâneme koştum, iftarla beraber okumaya başladım.

Sevgili ve müşfik Üstadım,

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin tebşiratı [müjdeleme] hatırıma geldi. Zât-ı fâzılânelerindeki gördüğüm şefkat-i pederânenin, o büyük zâtın haber verdiği şefkat-i pederâneyi hâiz bulunduğunuza iman ettim. Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hazretleri siz Üstadımızdan kat kat razı olsun ve bizleri de, hizmetinizde ve hizmet-i Kur’ân’da daim ve sabit eylesin ve Üstadımızın kıymetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] işaretlerine ve kıymetli dualarına mazhar [erişme, nail olma] eylesin. Âmin bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn. [“peygamberlerin efendisi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hürmetine duamızı kabul eyle”]

Şefkatli Üstadım,

Hizmet-i Kur’ân’da ve Risale-i Nur’un neşriyatındaki zerre-i vâhide kabilinden [gibisinden, türünden] olan mesâinin, nezd-i âlî-i Üstadanelerinde hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhariyeti, zaif, âciz, fakir hizmetkârınız ve iktidarsız, idraki nâkıs, [eksik] ihata[herşeyi kuşatma] dar, şuuru muhtel [bozuk, karışık] talebenizi ne derece sevinç ve sürura [mutluluk] kalb ettiğini tarif edemem.

Böyle mânevî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] takdirata mazhar [erişme, nail olma] buyurulan ve bizim gibi günahkârlara, otuz senelik iştiyakla, [arzu, istek] on senelik münâcât [Allah’a yalvarış, dua] ve niyaz mukabilinde siz Üstadımızı ihsan [bağış] buyuran ve kullarının isyanlarına bakmayarak her istediklerini bilen, işiten ve beleğan mâ belâğ veren ve bütün mükevvenâtı [yaratılmışlar, bütün varlıklar] yed-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] tutan

496

ve herşeye sahip ve mâlik ve hâkim bulunan Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] Hazretlerine ne suretle hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum.

Kıymetli Üstadım, siz tavassut [vasıta olma, aracılık etme] buyurunuz, değersiz hizmetimizle pek az ve kısa olan şu dünya hayatı içinde, belki bir katre [damla] mesabesindeki [derece] hamd ve şükrümüzü, “tekabbelâllah” sırrına mazhar [erişme, nail olma] buyursun, inşâallah.

Mektubat risalesinin İkinci Mektubunu daima hatırlayarak, bu emirlerinize riayet etmeye çalıştığım halde, bir mücbir-i gaybî bendenizi tahrik ederek, İkinci Mektuba muhalefete sevk ediyor.

Niyetim hâlis, sadakat ve merbutiyetim [bağlı] ciddî ve çok sağlam. Her türlü riyâdan âri ve hiçbir maddî menfaate mâtuf [ait olan] ve müstenid [dayanan] olmayan, Allah rızası yolunda Kur’ân namına ve Risaletün-Nur’a [elçilik, peygamberlik] hizmet gayesine mâtuf [ait olan] ve bilhassa bizim gibi âciz, âsi ve günahkârların hidayet ve irşad [doğru yol gösterme] ve isâline ve ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i bid’a[dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] tarik-i Hakka [hak ve hakikat yolu] dâvet ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] hâdim [hizmetçi] bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zât, bizlere ve memleketimize “vedîatullah” [emanet, ödünç] olarak ihsan [bağış] buyurulmuş. Kıymetli misafirimiz, nasıl ki, biz günahkârların mânevî yardımına koşuyor ve gece ve gündüz mağfiret-i [bağışlama] İlâhiyeye ve irşadımıza [doğru yol gösterme] çalışıyorsa, bizler de bu aziz misafirimizin maddî yardımına, seve seve ve iştiyakla [arzu, istek] ve ancak Allah için koşmak ve çalışmak vazifesiyle mükellef bulunduğumuzu hissediyoruz.

Hem bizlere Kur’ân ve Hazret-i Peygamber (a.s.m.) emrediyor: تَعَاوَنُوا gurabâya muâvenet[yardım]

Af dilerim, kıymetli ve sevgili Üstadım, bilirim ki hediyeleri kabul etmiyorsun. Fakat zekât ve sadaka gibi muâveneti, [yardım] arkadaşlarımızın ısrarı üzerine yazmaya mecbur oldum. Hem de maddî ihtiyaçlarınıza, ikâmetgâh kirası, odun ve kömür gibi mübrem [kaçınılmaz, vazgeçilmez] ihtiyaçlar için lâzım olduğunu düşünmüştüm.

497

Esasen kaide-i Üstâdâneleri bozulmamak için, arkadaşlarıma daima tavsiye ve telkinatım, [telkinler] hiçbir maddî menfaat düşünülmemesidir. Çünkü, din dünyaya âlet olmaz ve din vasıta-i cerr [dilencilik vasıtası] ve maddî menfaati kat’iyen [kesinlikle] kabul edemez. Hattâ Risale-i Nur’un neşriyatında, kimsenin minnetini almamak için, kıymetli Üstadımı taklit ederim.

Kıymetli ve müşfik Üstadım, şu kadar var ki, hizmetkârınız, Üstad namına değil, kıymetli ve garip bir misafirimiz namına ve rızâen lillâh maddî yardım etmek istiyoruz. Hem mânevî zarar görmemeniz için, kuvvet ve kudret ve azamet sahibi Cenâb-ı Allah’a niyaz ve tazarru [dua, yakarış] ederek, dergâh-ı İlâhiyesinde [Allah’ın yüce katı] hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] eylemesini dua ediyoruz.

Kıymetli Üstadım, bayramda ziyaret ve arz-ı tâzim makamına kaim [ayakta duran] olmak üzere, bütün arkadaşlarımızla beraber hem Ramazan-ı Şerifi, hem leyle-i Kadri, [Kadir gecesi] hem mübarek Îd-i Saîd-i Fıtrı, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] umum talebe ve şakirtleri [öğrenci] ve Kur’ân’ın kıymetli hizmetçileri makamında ve hükmünde kıymetli Üstadımızı tebrik ederek, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] daha çok kardeş ve arkadaşlarımızla birlikte ve siz Üstadımız başımızda olarak, Ramazan-ı Şerifin emsâl-i kesiresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve tazarru [dua, yakarış] eyleriz. Ve mübarek iki ellerinizden öperek, dua-i hayriyenizi ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] irşadlarınızı [doğru yol gösterme] istirham eyleriz, kıymetli Üstadımız.

 Dâimî kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dualarınıza
muhtaç günahkâr,
hizmetkâr ve talebeniz

 Ahmed Nazif [temiz, pak]

• • •

498

– 283 –

 Abdurrahman Tahsin‘in [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] fıkrasıdır. [bölüm]

Ey yüce Üstad,

Risale-i Nur dairesi içine kabul ve bu âb-ı kevser-i [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] hayatla menba-ı feyz-i iman, gayet değerli ve kıymettar bu ebedî dersle, kendimi daima mesut ve bahtiyar addediyorum. Yalnız sür’at-i kalemim olmadığından, yazıyı biraz tehirinden müteessirim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Sehil [kolay] ve muvaffakiyetime [başarı] hayırlı dualarınızı rica [ümit] eder, kemâl-i edeple ellerinizi öperim, muhterem Üstadım.

Rûz sâim, leyl kaim, [ayakta duran]

Çû makam-ı âşıkan

Leyle-i nısf-ı Regaib,

Târik-ı dünya ve tâib.

Nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] Risale-i Nur,

Bediüzzaman muhibb-i bâz-ı Geylân.

Ey ferîd-i asru’z-zamân

Sensin hakîm-i kalbân.

 Fakir talebeniz

 Abdurrahman Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme]

• • •

– 284 –

 Ahmed Nazif‘in [temiz, pak] bir parça mektubundandır.

Maddî ve mânevî borcumuz olan hizmetleri ifâdan kendimizi çekmek, hissizlik ve bîgânelik [yabancı, ilgisiz] fıtratımızda ve yaratılışımızda yoktur ki kalalım. Madem Cenâb-ı Hâlık[Yüce Yaratıcı, Allah] Rahîm bizleri insan yaratmıştır. İnsanlığın emrettiği vezâifin [görevler] binde birini dahi ifâ edemediğimiz halde, büs bütün nasıl bîgâne [yabancı, ilgisiz] kalalım?

499

Bu hususta mâzur görmenizle beraber, azimkâr ve cefakâr ve fedakâr ve hadsiz mütehammil, [tahammül eden, dayanan] garip ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve aziz bir misafirimiz olan çok kıymetli Üstadımızın, biz âsi ve günahkârların kalblerini nurlarla doldurduğu halde, mukabil borcumuzu, mâneviyata uzanamadığımızdan, ancak değersiz ve kıymetsiz olan maddiyatla ödeyebiliriz, zannıyla tesellî bulmaktayız. Af buyurunuz, Üstadım, dellâl-ı Kur’ân’ın nidalarını işiten hangi Müslüman vardır ki, kulaklarını tıkasın? Hâşâ, sümme hâşâ! [asla, kesinlikle öyle değil]

Nurlarınızın şuâı gözlerimizi kamaştırıyor. Kalblerimizi bütün sâfiyetiyle Allah’a, Kur’ân’a ve Resul-i Müçtebâya (a.s.m.) ve o iki cihan serverinin [reis, baş] aziz vârislerine [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] bağlıyor ve bağlamıştır. Bu bağ öyle bir bağ ki, inâyet-i Hakla, hiçbir maddiyunun ve hiçbir mülhid [dinsiz] ve fırak-ı dâllenin değil, dünya kâfirlerinin bütün kuvvetleri bir araya gelse, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] rabıta-i kalbiye bağını koparamaz.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Zât-ı fâzılânelerince lüzum görülüp icap [gerekli kılma] etmeden, hiçbir zaman mektup yazmak zahmetlerini ihtiyar etmenize razı olamam. Bu hususta gücenmek şöyle dursun, kıymetli Üstadımın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifelerinin ifâsına mâni teşkil eden işgali, en büyük hatâ ve hürmetsizlik sayarım.

 Ahmed Nazif [temiz, pak] Çelebi

• • •

500

– 285 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الرَّسَائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Onuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zâif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] tekmil-i [mükemmelleştirme, geliştirme] izahı ve haşiyelerle [dipnot] beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emâresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin [iman esasları] her birisine, mesela Kur’ân’ın kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna ve i’câzî nüktelerine [derin anlamlı söz] dair müteferrik [ayrı ayrı] risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair ayrı ayrı burhanlar [delil] cem [toplama, bir araya gelme] edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye [dipnot] ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata [herşeyi kuşatma] etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah [Allah dilerse] vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle,

501

belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif [kaleme alma] ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille [mükemmelleştirme, geliştirme] ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] samimî, hâlis şakirtlerinin [öğrenci] heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden [dayanışma] süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.

Buradan oraya gelen mektupları, mübarekler heyeti bir risale şeklinde toplamasını ve Hüsrev de cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını [bölüm] tayyetmeyi, [aşma, katetme] Hafız Ali ve Sabri’ye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. Evet, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkında kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrev’in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde muvakkat [geçici] ve cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir.

Bu defaki mektubunuzda kerametkârâne [keramet göstererek] üç nokta gördük:

Birincisi: Buranın bir Hüsrev’i olacak derecede ihlâs ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] şakirtleri [öğrenci] birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.

İkincisi: Bu Küçük Hüsrev Feyzi, bu âhirlerde İstanbul’da iken Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hesabına zihnime dokundu. Müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyordum. “Acaba rahatsızlığı mı var?” Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi, Hafız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki teessür [üzülme, etkilenme] verecek var. Fakat Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] faal merkezi olan Hafız Ali cihetinde olacak. Hafız Ali’ye şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektup gelmeden evvel Feyzi’den sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok.” Dedim: “Öyleyse Isparta’da Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün [esas, şart] bir rahatsızlığı var. Fakat hayalim hakikatin suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı.

502

Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] sonra hatırıma geldi ki, vazifedarâne kalemi her gün istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmâlîsinde her yirmi dört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirtler [öğrenci] dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten [geçici] tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep hissetmeden yine Hakkı, Hulûsi’ye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkı’nın “Beni duadan unutmasın” diye, mektubunuzdaki fıkranın [bölüm] yazıldığı aynı zamanda, hususî duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik. Hattâ bugünlerde bunun gibi inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] çok lem’aları [parıltı] var. Emin, bunları havâdis-i yevmiye diye bir fıkra [bölüm] yazacak. Belki size de gönderecek.

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] küçük talebeleri ve istikbalde çalışkan kıymetdar şakirtleri [öğrenci] olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar. İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış, almıştı. Küçük Hüsrev müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak başka yerde aramış, İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] bulmuş. Tahminen demiş ki: “Bana sebkat eden her halde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.” Her neyse… Bu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] nüshasını Hafız Ali ve Sabri’deki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil huruf-u hecânın [alfabe sırasına göre dizili harfler] (elif ve tâ ve saire) kaydedersiniz. Kolayını bulmazsanız kalsın.

Umum kardeşlerime birer birer ve bilhassa risalelerle çok meşgul olanlara selâm ve dualar ederim ve dualarını beklerim.

NOT: Emin ve Küçük Hüsrev ve Hafız Tevfik [başarı] selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederler. Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] askere gitmiş.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

503

– 286 –

Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şâkirdi [Allah’a şükreden] olan Yusuf’un bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Rahîm, Raûf ve zü’l-Minen Hazretlerinin inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve lütuflarından olarak, tevbe ve istiğfar [af dileme] gibi kullarına ihdâ eylediği, miftâh-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezâyıh ve i’tisaflarıma [zulüm, haksızlık] rağmen, tevessül [genişleme, yayılma] ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükreylemek şöyle dursun, bilakis küfran-ı nimet, [nimete karşı nankörlük] defâatle nakz[bozma, yok sayma] ahd, irtikâb[yapma, işleme] kizb [yalan] ve hıyanet eylediğim için, derin kasavete, [katılık, kalb katılığı] kesif [katı] zulmete, müthiş dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hakkıyla mâruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri [araştırma] yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, adeta çılgın bir hale girmiştim.

Başvurduğum her tabib-i mânevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı iknâa, lehfemi iskâta [susturma] kâfi [yeterli] gelmedi. Bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] قُلْ يَاعِبَادِي الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ 2 âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] mefhumuna [anlam] tevessülen, [genişleme, yayılma] me’lûf [alışılmış] olduğum denâetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal’ ve tathîre ve tarik-i Hakta [hak ve hakikat yolu] sebata [kalıcı olma, sabit kalma] muîn [yardımcı] olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zahirî

504

olmadığı halde, memleketimden Kastamonu’ya nefyim, [gönderilme, sürgün] şüphesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ yeis [ümitsizlik] ve teessüfe [eseflenme, üzülme] kapılmıştım. Bilmiyordum ki, bu nefyimle, [gönderilme, sürgün]

وَعَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسٰۤى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ * 1

فَعَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا * 2

âyetlerinin sırrına mazhar [erişme, nail olma] edecek ve iltiyamı, [iyileşme, yaranın kapanması] ümit ve imkânsız gördüğüm mânevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîmin cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves [kirli, pis] ahlâkımla ben neciyim ki, bu ihsân-ı azime nail olayım diye şaştım. Fakat, lehü’l-hamd ve’l-minne,

مَنْ طَلَبَنِى وَجَدَنِى 3* وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا 4* يَجِدِ اللهَ غَفُورًا رَحِيمًا * 5

gibi işârât-ı celîle hatırıma gelmekle, bir derece mütesellî [teselli bulan] oldum.

Ey yaramın doktoru ve ey dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] uçurumunda yuvarlanan ruhumun halâskârı, [kurtulma] ve ey İlâhî [Allah tarafından olan] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] yolların rehberi,

Evvelden hiç muarefemiz [karşılıklı görüşme, tanışma] yokken, seni kal’a [kale] üstünde ilk ve tesadüfen gördüğümde “Dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] halâsın, [kurtulma] Allah’ın rahmetine vüsulün [kavuşma, erişme] en kısa yolu var mı?” diye sordum. “Çok kısa bir çare-i Kur’âniye vardır” diye buyurdunuz. Fakat dalâletim, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gafletim, enâniyetim itibarıyla bu kısa ve merdâne cevaptaki

505

hikmet-i azîme, nebeân-ı [haber] rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihanet ederek aldırmadım. Ve felâket-i mâneviyede bir müddet daha kalmış oldum.

Vaktâ [ne vakit] ki, Risale-i Nur hattâ enhâr[nehirler] Nur demesine şâyeste [yaraşır, uygun, lâyık] olan mektuplardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaike [doğru gerçekler] dalınca, inâyet-i Rabbânî, mu’cizat-ı Kur’ânî, himemat-ı Sübhânî, kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ruhânî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme tak diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah [uyanış] halkası takıldı. Hemen düşündüm. “Ulemanın midâd-ı aklâmı, şühedanın [şehitler] kanından mübecceldir” ve اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ 1 * عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِىۤ اِسْرَۤائِيلَ 2 gibi hadislerle Hazret-i İsâ’nın (a.s.) Havâriyûna, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Ensara tekliflerini ve onların icabetini [cevap verme, kabul etme] hatırladım.

Adeta, fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] devri denmeye sezâ [layık] olan bu zamanda, irsiyet-i [miras] Nübüvvet [peygamberlik] makamında, i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] uğrunda maddeten uğraşan seyl-i dalâletle [gürültü ve şiddetle akan inançsızlık, sapkınlık seli] kapanmış olan râh-ı Hakka çığır açan bir recül-ü fedâkâra iltihak [karışma, katılma] ve muavenet [yardım] etmek ve bu vesileyle fırsatı ganimet bilerek, zulümattan nura mazhar [erişme, nail olma] olmak lüzumunu his ve intikal ettim. Pek âdi bir mahlûk olduğum ve kalbime müstevli, ağır dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için, fazileti, mâneviyatı anlamam. Zira, fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür. Yalnız, bunca mesâvi ve mütereddit [kararsız, şüpheli] hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen

506

kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakikî refet, [esirgeme, koruma, acıma] halîmâne iltifat, kerîmâne [çok cömert bir şekilde] hüsn-ü kabulünüz [güzel kabul görmek] beni birtakım ümitlere, ihtiyarsız [irade dışı] muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara [mutluluk] gark [boğma] etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zâlim bir mahlûkunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden, bir şahsiyet-i alelâde olamayıp, kuvvetli püştibane, fütur [usanç] götürmez bir mesnede [dayanak] mâlik olmak [sahip olmak] lâzım geldiğini teyakkun edebildim.

وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِى سَبِيلِهِ 1* وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 2

Riyakârlık olmasın, selim [sağlam, doğru] fikrinizden, ciddî tavrınızdan, Kur’ân’a ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve temessük [sarılma] yolundaki doğru irşadınızdan, [doğru yol gösterme] hakikî sözlerinizden, samimî telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh [yaralı, yaralanmış] ruhuma uzanan tîğ-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşad ve mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden, rahnedar [yara] kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira,

وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِۤي اُنْزِلَ مَعَهُ 3* وَالَّذِينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ 4* وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا 5* وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللهِ فَقَدْ هُدِي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 6* فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 7* وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَاهُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ… * 8

507

هٰذَا بَياَنٌ لِلنَّاسِ وَهُدًي وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقِينَ 1* تِلْكَ حُدُودُ اللهِ 2* قَدْ جَۤاءَكُمْ مِنَ اللهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ 3* وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطِى مُسْتَقِيمًا 4* يَهْدِى بِهِ اللهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلاَمِ * 5

ve saire gibi hakikatler dimağıma [akıl, beyin] yerleşti.

Elbette bu keyfiyet bana hacc-ı ekber, râh-ı saâdet, ömr-ü ebed, tayr-ı devlet, enfâl-i [daha yararlı] ganimet sebebi olunca, sürurumdan [mutluluk] ne kadar kabarsam ve siz halâskâr [kurtarıcı] ve hakîm-i derdime, ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmidet eylesem hakkım olmaz mı?

İşte bu vesiledir ki, beni Kur’ân dellâlının, [davetçi, ilan edici] Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] şakirtliğine [öğrenci] tahsis ve kabul ettirmek gibi, azîm lütuflarına mazhar [erişme, nail olma] kılan Rabb-i Rahîmime [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] karşı, dünyada kaldığım ve imkân bulduğum müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeye söz ve karar verdirdi.

Fazlaca söz söylemeye salâhiyetim [yetki] ve o mertebeye istihkakım [hak edilen pay] olmadığından, şimdilik kısa kesiyorum. Hizmetiniz umumî ve müessir, âmâliniz muvaffak, himmetiniz [ciddi gayret] âli ve daim, emeğiniz makbul, sa’yiniz [çalışma] meşkûr, [bütün varlıkların Kendisine şükrettiği Allah] hayatınız mes’ut, ömrünüz efzûn, sıhhatiniz mahfuz [korunmuş] olsun. Sonsuz minnettarlığımın kabulünü, mânevî himmet [ciddi gayret] ve teveccühünüzün [ilgi] devamını rica [ümit] eder, nurla meşgul, nurlu ellerinizi öperim, efendimiz, büyüğümüz. 15 Şubat 1359.

 Talebe namzedi, [aday] sefil

 YusufToprak

• • •

508

– 287 –

Risale-i Nur’un istikbalde ehemmiyetli bir talebesi olan İhsan Sırrı’nın bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Vâkıf[bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] esrar-ı Sübhân, Ferîd-i Bediüzzaman, Esseyyid Saîdi’l-Kürdî Hazretleri huzur-u sâmîsine,

Esselâmü aleyküm ey mürşid-i kâmil! [çok olgun yol gösterici]

Kemâl-i tâzimle hâk-i pâyinize yüzlerimi sürmeme ve mübarek ellerinizi takbil etmeme müsaadenizi yalvarırım. Bendeniz, şu ilticanamemi zât-ı âlînize sunan Sarac Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi fakirinizin oğluyum. Üstad-ı kaderin, ezelde levh-i kazâya çizdiği yazılar hükmüyle mahkûm olmuş, zavallı bir âvâreyim. [serseri]

Makam-ı Yusuf’ta tali’in cilvelerini takdir-i İlâhîye tam bir inkıyadla [boyun eğme] seyretmekte iken, babamdan aldığım bir şefkatnamede zât-ı mürşidanenizin muhabbet-i mânevîlerinin mübeşşiri olan selâmlarınızı tebliğiyle, viran gönlüm şâd ve bünyâd edildi. Şu mazlum ânımı nurlandıran huzur-u mânevîniz [mânevî huzur] muvacehesinde, satırlarım gibi kap kara yüzümü, seyyiat[günahlar] mâzi ile a’mâl-i kabîhamın nişanelerini gizlemeye muktedir olamamaktan mütevellit [ileri gelen, hasıl olan, çıkan] hicabımı [örtü, perde] setre [örtme] kudret-yâb olamadım.

Yolunu şaşırmış, nur-u hakikati [hakikat nuru] görmekten mahrum, mâsivâ-perestlere [Allah’ın dışındaki herşey] Risale-i Nur’la dest-gîr ve şefi’ olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için, kapınıza boynumu uzatarak, hidayet yolcularınız meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] yer alabilmek

509

emel-i hâlisanesiyle halka-i irşadınıza bütün ruhumla şitâb [kış] ediyorum. İrşâdât-ı âliyenize muhtaç bulunduğumu arz ederken cür’etimin nazar-ı affınıza [affedici bakış] mazhar [erişme, nail olma] buyurulmasını yalvarır, kemâl-i tâzimle mübarek ellerinizi takbil ve tevkirle kesb-i şeref [kötülüğü işlemek] ve cân [cinler] eylerim, büyük mürşidim, efendim hazretleri.

Bir gün zâlimlere dedirir Hazret-i Mevlâ,

Tallâhi lekad âserakâllahü aleynâ.

 Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 İhsan Sırrı

• • •

– 288 –

 Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Kıymettar Üstadım, efendim,

Çeşm-i im’ânımla kıldım, Risale-i Nur’a nazar 
Yoktur imkân yaza mislin, [benzer] efrâd-ı beşer.

elfaz, [lafızlar, sözler] bu ne mânâ, bu ne üslûb-u hasen,

Okudukça müncelî olmakta, daim bir hüsün. [güzellik]

Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] ey mukaddes nur-u Hüdâ,

Sendedir envâr-ı tevfik-i İlâhî, rûşenâ.

Âfitâbın nuru zâildir, bu nur emân verir,

Subh-u mahşerde uyûn-u [pınarlar, su kaynakları] mü’minîne incilâ.

510

Her harfi şem’a-i [mum] feyz-i İlâhî, cilveger, [cilve ve naz eden, cilveli; görünen]

Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.

Eyliyor tâlîm-i imân-ı tahkikî cümle âleme,

Kim okur sıdkla, [doğruluk] iner feyz-i Rahmân kalbine.

Hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] eder tılsım-ı kâinatı, [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] her harfi dünyaya değer,

İlm-i nâfidir, yazılır ecr-i cezîl, tâ kıyamet bîkeder.

Hâsılı, bilcümle meknûzât-ı hikmet-perverin,

Her biridir ehline, bir âfitâb-ı Hak-nümâ.

İlâhî [Allah tarafından olan] bihakkı Esmâikel-Hüsnâ,

Tâ kıyâmet münteşir [yaygın olan] olsun, uyûn-u [pınarlar, su kaynakları] ehl-i Hak bulsun cilâ.

Ey müellif-i Risale-i Nur, ger [eğer] edersin iftihar becâdır,

Gıpta ederse cümle ihvânın [kardeşler] sana, çok sezâdır. [layık]

Çünkü eyledin iman-ı tahkike bir memer, [geçilecek yer, köprü]

Elde ettin şâh-ı eserle zuhr-i [öğle] yevmi’l-mefer.

Bilirim değilsin enbiyadan [nebiler, peygamberler] bir nebî,Haşiye [peygamber]

Lâkin elinde nedir bu nur-u muteber?

Feyzi yâ sen etme tatvîl-i kelâm,

Eyler elbet ehl-i irfan, arz-ı tahsîn-i eser.

 Fakir talebeniz Küçük Hüsrev

Mehmed Feyzi

• • •

511

– 289 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ *1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ *2

Aziz, sıddık, muhlis, [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] halis kardeşim,

Evvelâ: Sizin bayramınızı ve nurlarla ciddî iştigalinizi [meşgul olma, uğraşma] ve daima birinciliği Nur dersinde ve sadakatinde muhafaza etmenizi, bütün ruh u canımla tebrik ederim.

Saniyen: [ikinci olarak] Hiç merak etme, seninle muhabere mânen devam eder. Bütün mektuplarımda “Aziz, sıddık kardeşlerim” dediğim zaman, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] Hulûsi saff-ı evvel muhatapların içindedir.

Salisen: [üçüncü olarak] Nurlar pek parlak ve galibane fütuhatı [fetihler, yayılmalar] geniş bir dairede devam ediyor. Sırran tenevveret [gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] sırrıyla, perde altında daha ziyade işliyor. İki makine, bin ve beş yüz kalemli iki kâtip olmasıyla, inşaallah [Allah dilerse] zemin yüzünü de ışıklandıracak derecede ders verecek.

Kardeşim, ben de senin fikrindeyim ki, Nur hizmeti için kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] seni gezdiriyor. En muhtaç yerlere sevk eder. Hususan, o havali, memleketim, güzel levha-i hakikatin [hakikat levhası] lâhikalarına geçirmek için, Nur şakirtlerine [öğrenci] gönderdik. O civarda Nurlarla alâkadar zâtlara selâm. Biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Nihad’ın gözlerinden öperim. O da babasıyla beraber daima duamdadır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Seni unutmayan hasta kardeşiniz

Said Nursî

• • •

512

– 290 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ *1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا *2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Umumunuzun hesabına Tahirî’yi gördüm ve kendi hesabımıza da, umumunuza tam bir Said ve canlı bir mektup olarak gönderdim. Ve Sandıklı’dan Ethem Hocayla Mustafa Hoca bugün geldiler, Nurlu vazifelerine gittiler.

Saniyen: [ikinci olarak] Hulûsi Bey kardeşimiz Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Siracü’n-Nûr’u [kandil, lamba] ve sonra Sikke-i Gaybiye‘yi [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] istiyor. Nur santralı Sabri muhabere etsin, göndermeye çalışsın.

Salisen: [üçüncü olarak] Risale-i Nur kendi kendine, hem dahilde, hem hariçte intişar [açığa çıkma, yayılma] edip fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapıyor. En muannid [inatçı] dinsizleri de teslime mecbur ettiğini haberler alıyoruz. Yalnız, şimdilik bir derece ihtiyatın [dikkat, tedbir] lüzumu olduğuna, hususan Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] içinde bulunan Sirâcü’n-Nur, [nur lâmbası] lâyık olmayan ellere verilmemelidir.

İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a, Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] nâmı vermesi ve sırran tenevveret [gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] demesiyle işaret ediyor ki, Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] perde altında daha ziyade tenvir [aydınlatma] edecek diye bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz. Umumunuza selâm ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

513

– 291 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ *1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا *2

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşim ve iman hizmetinde sebatkâr, [sebat eden] metin arkadaşım,

Evvelâ kat’iyen [kesinlikle] bil, sen eski mevkiini Nur dairesinde tam muhafaza ediyorsun. Ve seninle muhabere hiç kesilmemiş. Ben kardeşlere yazdığım mektubumda “Aziz, sıddık” dediğim vakit, daima saff-ı evvelde Hulûsi de muhataptır. Senin bu ağır şerait altındaki nurlu hizmetlerine bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] deriz. Ve bu biçare hasta kardeşine ettiğin çok yüksek duana binler âmin deyip, Allah senden razı olsun, sizi tebrik ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Nurların her tarafta fütuhatları [fetihler, yayılmalar] var. En ehemmiyetli yerlere sizin gibi kahramanlar gönderiliyor. O havalide ve Kars’ta Nurlarla alâkadar kardeşlere, hususan biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Nihad’a çok selâm ve selâmetlerine dua edip dualarını isteriz. Buradaki nurcular size arz-ı hürmetle [hürmet etme, saygı sunma] çok selâm ediyorlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz ve seni unutmayan

Said Nursî

• • •

514

– 292 –

Aziz kardeşim,

Beni merak etme. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] devam ediyor. Hem de dünya madem geçer, meraka değmiyor. Sen her günde belki yirmi defa duada tahattur [hatıra gelme] edilirsin.

S.A.

• • •

– 293 –

Nur’un makinistleri, Medresetü’z-Zehrânın faal, muktedir şakirtlerinden [öğrenci] Terzi Mehmed, Halil İbrahim, mâsumların küçük kahramanlarından Talât ve arkadaşları hem bizleri, hem bütün Nur şakirtlerini [öğrenci] memnun ettikleri gibi, inşaallah [Allah dilerse] ileride bu memlekete, bu hizmet-i Nuriyeyle [Risale-i Nur Hizmeti] çok büyük faide ve netice verecekler.

Sordukları mesele-i şer’iye ise, şimdiki mesleğimiz ve halimiz, o meselelerle meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki:

Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz [namazın kısaltılması] ve takdim tehir, vesait-i nakliye [taşıma araçları] bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. Belki, kaide-i şer’iye [Şer’i kural, İslâmiyetin ortaya koyduğu kural] olan kasr-ı namaz, [namazın kısaltılması] sabit olan mesafeye bina edilebilir.

Eğer denilse ki, tayyareyle ve şimendiferle [tren] bir saatte giden, zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstehak olsun.

Elcevap: Tayyare ve şimendiferde [tren] abdest alıp vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkülât bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.

Her neyse, şimdilik bu kadar yazılabildi. Bu mesele-i şer’iyeyi ulema-i İslâm [İslâm âlimleri] halletmişler, bize ihtiyaç bırakmamışlar. Şimdi hazır Doktor Hayri ve Terzi Mustafa, kendi hisselerine arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ve selâm ederler.

Said Nursî

• • •

515

– 294 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَاَحْسَنَ عَزَاكُمْ وَاَعْطَاكُمْ صَبْرًا جَمِيلاً وَغَفَرَ لِمَيِّتِكُمْ وَنَوَّرَ قَبْرَهُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَبِالْقُرْاٰنِ وَجَعَلَهُ فِى قَبْرِهِ مُشْتَغِلاً بِرِسَالَةِ النُّورِ بَدَلَ الْفَلْسَفَةِ السَّقِيمَةِ اٰمِينَ * 3

Aziz kardeşim,

Bu hâdise dahi, Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir [delil] ki, bize şimdiki tarz-ı hayat [hayat tarzı] yaramaz. Bize bu dünyada daha sâfi ve âli [yüce] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hayat-ı mâsumane ihsan [bağış] edildiğinden, ona kanaat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten [geçici] aldandı, fakat İstanbul’da Risale-i Nur mukaddematına [evvel, önce] büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Sözle tam kurtuldu, sonra gitti.

Merhum Fuad dahi, inşaallah [Allah dilerse] Risale-i Nur’un feyziyle imanını kurtarmış ve mektubu dahi, senin dediğin gibi gösteriyor ve size ve hânedânınıza mensubiyetiyle, samimî iftiharı ve kuvvetli irtibatı, Risale-i Nur cihetiyle olduğunu hissettim.

Ben size tâziye vermek değil, belki hem onu hem sizi tebrik ederim ki, bu zamanın dehşetli ve dalâletli [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hayatından kurtuldu, daha mâsum ve çok bulaşmadan gitti. Ve size Cennette lâyık bir evlât ve وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 4 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oldu.

Ben şimdiye kadar merhum Molla Abdullah ile beraber Abdurrahman’ı ve Ubeyd’i ekser dualarımda zikrettiğim gibi, merhum Fuad’ı dahi onlarla beraber her vakit yâd edeceğim, inşaallah. [Allah dilerse]

516

Evet, kardeşim, dediğin gibi, Fuad’ın (r.h.) mektubu aynen Abdurrahman’ın (r.h.) mektubu misillû, [benzer] Risale-i Nur’un bir şûle-i [gür ışık/alev] kerametini gösteriyor. Yalnız Abdurrahman’ın gayet hâlis ve şimdiki tarz-ı hayattan [hayat tarzı] ve tâbirlerinden müberra, [arınmış, temiz] sâfi ifadesi onda yoktur. Eğer dünyada kalsaydı, mağlûp olmak ihtimali vardı.

Cenâb-ı Erhamürrâhîmin hem ona, hem Risale-i Nur hânedânına ve dairesine merhamet edip, onu rahmetine ve Cennete aldı, mağlûp ettirmedi. Risale-i Nur’un küçük talebeleri dairesindeki makamında ibka etti. Hadsiz şükür olsun ki, bu iki kahraman biraderzadelerim [kardeş çocuğu, yeğen] vefatlarının ilânnameleriyle, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] imanla kabre gireceklerine dair olan müjde-i Kur’âniyeye iki misal ve iki delil gösterdiler.

Benim tarafımdan Risale-i Nur’la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve duayla, Davud ve Nihad iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün mânevî kazançlarıma hergün hissedardırlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •