KASTAMONU LAHİKASI – 112-119. Mektuplar (223-240)

223

– 112 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu parça hem Lâhikaya, hem î’câz-ı Kur’ân’ın âhirine yazılacak. Birkaç gün sonra, ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.

Mübarek Ramazan’ın Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] sırrıyla, seksen üç sene bir ömr-ü mânevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] ve Risale-i Nur’un şakirtlerindeki [öğrenci] sırr-ı ihlâsla, [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] tesanüd [dayanışma] ve iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturuyla, [kâide, kural] herbir sadık şakirt, [öğrenci] o fevkalâde mânevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki:

Bu daire içinde kırk bin, belki yüz bin hâlis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-i leyle-i Kadri elde edecek bir, iki, on, yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

Sırr-ı ihlâsla [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturunun [kâide, kural] sırrıyla biz ve siz bu hakikate müteveccihen, [yönelen] bu Ramazan-ı Şerifte herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farz edip, nun-u mütekellim-i maalgayrı, [birinci çoğul şahıs, “biz”] yani daima

اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْ لَنَا وَوَفِّقْنَا وَاهْدِنَا وَاجْعَلْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِى هٰذَا الرَّمَضَانِ خَيْرًا فِى حَقِّنَا مِنْ اَلْفِ شَهْر * 3

gibi kelimelerde نا içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa, en zaif olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde, o hususî niyetle yardım etmektir.

• • •

224

– 113 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem sizi, hem bizi, hem Risale-i Nur dairesini ve hususan kahraman Tahirî, bu Virdü’l-Âzam-ı [devamlı yapılan zikir] Kur’ânînin bu tarzda zuhura gelmesiyle tebrik ediyoruz. Evet, bunun tab’ında [baskı basma] iki emr-i azîm var.

Birisi: Mu’cizatlı Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur’un tab’larına [baskı basma] matbaada görülmemiş bir çığır açtı.

İkincisi: Tâhir’e ve Hafız Ali’ye ve arkadaşlarına kazandırdığı fevkalâde bir sevap noktasıdır ki, bu sırra delil-i zahir, emsali matbaada, tab’da [baskı basma] görülmemiş bir tarzda, aynen Tâhir’in hattı fotoğrafla alınmış gibi, kim bakıyorsa, “Bu Tâhir’in yazısıdır, matbu değildir” der.

Hem kâğıt, hem vakit dar olduğundan, bâki umuma selâm.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 114 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu Ramazan-ı Şerifte âfâka bakmamak ve dünyayı unutmaya çok muhtaç olduğum halde, maattessüf, [ne yazık ki] dünyaya ara sıra bakmaya bizi mecbur ediyorlar. İnşaallah, bu bakmakta niyetimiz hizmet-i imaniye [iman hizmeti] olduğundan, o da bir nevi ibadet sayılır.

Evet, size iliştikleri gibi, bize de ayrı ayrı suretlerde tecavüzlerini ihsas [hissettirme] ediyorlar. Fakat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, onların tecavüzleri, aksülâmel [işin aksi, ters tepki] nev’inde, Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] yardım ediyor. İstanbul’daki ihtiyar adamın itirazı münasebetiyle kahraman Nazif [temiz, pak] yazıyor ki, o itiraz, Risale-i Nur’un İstanbul’da fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapmaya ve parlamaya vesile oldu. Ve bize karşı başka cihetlerde küçücük tecavüzler de öyle netice veriyor. Fakat şimdi, biçare bazı hocaları ve

225

sofuları Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesileyi bulmuşlar. Şöyle ki:

Diyorlar: “Said yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazâlî’yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.”

İşte bu acip, mânâsız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; [dinsizler] fakat, safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.

Buna karşı deriz ki: Hâşâ, yüz defa hâşâ! Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] bir üstadı olan Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.

Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] sarsmıyordu. O muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve allâme [büyük âlim] ve müçtehid zâtların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe [üstün gelme] edemediğinden, Risale-i Nur Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünkü, umum onların mercileri ve menbâları ve üstadları olan Kur’ân, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek.

Hem Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] yüz mislinden [benzer] ziyade zâtlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa—hâşâ ve kellâ—o [asla] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz [aşkın] var; vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur burhanlarını [delil] gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa [yetinme] ediyoruz.

226

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevafuk:

Bu mektubu, başta بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقاَئِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ 1 deyip, müteaddit [bir çok] işler meydana geldi, daha yazamadık; tâ, mübarek Âtıf’ın mübarek mektubu geldi, başında بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقاَئِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ kelimeleri mektubumuzun başına tevafuk etmek için bizi beklettirdi. O kerametkâr kalemiyle bu memlekete evvelce gönderdiği parlak yazıları Risale-i Nur’u, bu havalide imdadımıza göndermek niyeti, pek büyük bir hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] olarak, bir fedakârlıktır; fakat kendine de çok lâzımdır.

Şimdiden, buradaki Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] namına ona binler teşekkür ve o hizmette onu tebrik ediyoruz. Ve onun kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kalemi, cazibedar esrar-ı tevafukiyeden yüzünü çevirip doğrudan doğruya Risale-i Nur’un neşrine sarılması, bizi çok minnettar ve mesrur [mutlu] eyledi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun gibi hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] talebeleri çoğaltsın. Âmin.

Mektuplarınızda ara sıra Sıddık Süleyman’ın, eski zamanda hararetli sadakati ve alâkadarlığı ve kuvvetli şakirtliğiyle [öğrenci] bahsi geçiyor. O zât, ben ölünceye kadar onun sadakati ve selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] ve bana ve Risale-i Nur’a hâlisâne hizmetini unutamıyorum.

– 115 –

Aziz, sıddık, hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ciddî, hakikî arkadaşlarım,

Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları [parıltı] intişara [açığa çıkma, yayılma] başladığı münasebetiyle ve bir iki küçük hâdise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

227

Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ve sünnet-i seniyenin ittibâında [tâbi olma, bağlanma] ve haramların terkinde riya giremez; izharı, [açığa çıkarma, gösterme] riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] temas eden ibadetlerin izharları, [açığa çıkarma, gösterme] ihfâsından [gizleme] çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zamanında ittibâ-ı sünnetin [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir [büyük günahlar] içinde, haramların terkindeki takvâyı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, değil riya, belki ihfâsından [gizleme] pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,

Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş [aşırı derece sevme] eder, halklara hodfuruşlukla [kendi kendini beğenme] riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] Risale-i Nur’dan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersiyle esbaba ve nâsa ubudiyet [Allah’a kulluk] noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde [Allah’a kulluk] onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] celbine medar [kaynak, dayanak] riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.

Risale-i Nur’un şakirtleri, [öğrenci] iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, [imanın gerektirdiği vakar [ağırbaşlılık] ve izzetli davranış] inşaallah [Allah dilerse] onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] men eder.

Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, [makam ve mevki arzusu, tutkusu] hubb-u cah, [makam sevgisi] makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk [üstün gelme] etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne [yapmacık bir şekilde davranma] (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne [külfet, zahmet] (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.

228

Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] ene’yi, nahnü‘ye [biz] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin [mânevî kişilik] hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri; ve ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emmareyi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, [Allah dilerse] ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.

Üçüncü nokta: Vazife-i diniye [dini görev] itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul [güzel kabul görmek] ettirmek, o makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve riya sayılmaz ve sayılmamalı—meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder, ismâ eder; hiçbir cihette riya olamaz. Fakat vazife haricinde o tesbihatları âşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, [öğrenci] neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] ibadetlerinde ve içtinab[kaçınma] kebâirdeki [büyük günahlar] takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye [dünyaya yönelik gaye ve maksatlar] için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf [durağan olma] hali kesti.

• • •

229

– 116 –

Küçük Hüsrev Feyzi’nin bir istihracıdır. [çıkarma]

Otuz üçüncü âyetten Hafız Ali’nin istihracının [çıkarma] bir zeyli [ek] ve lâhikasıdır.

Sûre-i Zümer’de اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 1 âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] mânâ-yı sarihinden [açık mânâ] başka, bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum. Çünkü, اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ 2 cümlesi, hesab-ı cifrî [cifir hesabı] ve ebcedî ve riyazîyle bin üç yüz yirmi dokuz veya sekiz eder. Demek مَنْ külliyetinde ve فَهُوَ işaretinde dahil ve medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir fert, inşirah[ferah, rahatlık, sevinç] sadırHaşiye [en ileride, en başta, en yüksek yerde] nuruyla başka bir hâlete [durum] girip eski sıkıntıdan kurtulup nuranî bir mesleğe giren bir şahsı, eski ve yeni Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen [ince işaret] bakar.

فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 3 deki نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 4 kelimesi, Risale-i Nur ismine ve mânâsına hem cifrî, hem sureti, hem mânâsı, tevafuk ettiği gibi, اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ cümlesinin de makam-ı cifrîsi gösterdiği

230

tarihte Risale-i Nur’un tercümanı olan Üstadımın—tahkikatımla—aynen vaziyetine tevafuk ediyor.

Çünkü, o zamanda Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] mebde‘lerinde, [başlangıç] Üstadım, eski âdetini ve sair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliyeyi [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] bırakıp tam bir inşirah[ferah, rahatlık, sevinç] sadırla [en ileride, en başta, en yüksek yerde] Risale-i Nur’un fatiha[açılış kısmı, baş, baş kısım] ve birinci mertebesi olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirine başlayıp, bütün himmetini, [ciddi gayret] efkârını [fikirler] Kur’ân’a sarf etmeye başladığına tevafuku kavî [güçlü, kuvvetli] bir emaredir ki, bu asırda o küllî mânâ-yı işârîde [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir fert, Risale-i Nur’un tercümanı ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden mümessilidir. [temsilci]

Evet, madem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] her asırda her ferde hitap eder bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] ve bir irade-i şâmileyle [herşeyi kuşatan irade] herşeye bakabilir.

Ve madem ulema-i İslâmın [İslâm âlimleri] ittifakıyla, âyetlerin mânâ-yı sarîhinden [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] başka işarî ve remzî ve zımnî müteaddit [bir çok] tabakalarında mânâları vardır.

Ve madem يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا 1 gibi hitaplarda, her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, [Allah’a inanan] Asr-ı Saadetteki [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mü’minler gibi dahildir.

Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’ân ve Hadis, ihbar-ı gaybîyle, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ehl-i imanı [Allah’a inanan] onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.

Ve madem hesab-ı cifrî [cifir hesabı] ve ebcedî ve riyazî eskiden beri sağlam bir düsturdur [kâide, kural] ve kuvvetli bir emare olabilir.

Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirtleri [öğrenci] iman ve Kur’ân hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiştir.

231

Ve madem bu büyük âyet, hesab-ı cifirle bu asra ve iki Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakar; eski harbin patlamasına ve Risale-i Nur’un zuhuruna tevafuk ettiği gibi mânen de gösterir. Elbette mezkûr [adı geçen] hakikatlere ve kuvvetli karinelere [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] binaen, bilâtereddüt [tereddütsüz] hükmederiz ki, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde dahil ve medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir ferdidir ve bu âyet ona işaret eder ve mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] ondan da haber verir ve ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] gösterir denilebilir ve deriz.

Tahlil: Bir ش iki ر yedi yüz; ف م ن ل iki yüz; ص د ﻫ ا yüz; س م yüz; İsm-i Celâl [“Allah” ismi] altmış yedi; iki ل altmış; فَهُوَ doksan bir; لِلاِسْلاَمِ de iki veya üç ( ا ) iki veya üç ح sekiz; نُورٍ مِنْرَبِّهِ 1 “Risale-i Nur” her ikisinde نُورٌ var. Risalede رَبِّهِ) ,ر) deki ر ‘ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılsa, اَلنُّورِ da dahi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن sayılır yine ittihad [birleşme] ederler. نُورٍ dan başka مِنْ رَبِّهِ doksan yedi ederek Risale-i Nur’da kalan س ل ﻫ iki ( ا ) dahi doksan yedi ederek tam tevafuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemzeyle [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] okunması zarar vermez.

Sûre-i Mâide’nin on dördüncü âyeti قَدْ جَۤاءَكُمْ مِنَ اللهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ * يَهْدِي بِهِ الله 2 Sûre-i Nisâ’nın âhirinde يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا 3 âyeti

232

gibi, Risale-i Nur’a mânâ ve cifir cihetiyle, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] efradından [bireyler] olduğuna kuvvetli bir karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] buldum.

İkinci âyet olan Sûre-i Nisâ âyeti, Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan İşârât-ı Kur’âniyede, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci âyet olan Sûre-i Mâide’nin on dördüncü âyeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ 1 âyetinin işaretini tasdik ediyor.

Evet, bu asırda mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından tam bu âyetin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mefhumuna [anlam] bir fert, Risale-i Nur olduğuna, kim insafla baksa tasdik edecek.

Madem Risale-i Nur bir ferdi olduğuna mânevî münasebet kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Madem bu âyetin makam-ı cifrîsi bin üç yüz altmış altıdır; eğer meddeler ve okunmayan hemzeler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sayılmazsa altmış ikidir. Ve madem Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mübînin [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîndir. [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] Ve madem zâhiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz. Ve madem âyetler, sâir kelamlar gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten [kural gereği] mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddin-i [kısım, durak; yıldız] Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi pek çok ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] mânâ-yı zâhirîden [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde “Mûsâ (a.s.) ve Firavun’dan murad, kalb ve nefistir” dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur’a kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] işareti kat’îdir; şüphe edilmemek gerektir.

Tahlil: قَدْ جَۤاءَكُمْ 2 yüz altmış dokuz, مِنَ اللهِ 3 yüz elli yedi, نُورٌ tenvinle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli]

233

beraber üç yüz altı وَكِتَابٌ مُبِينٌ 1 tenvinlerle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] beraber altı yüz otuz bir; يَهْدِى بِهِ اللهُ 2 yüz üç; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz altmış altı, eğer meddeler ve okunmayan hemzeler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sayılmazlarsa, bu seneki Muharrem tarihine, yani bin üçyüz altmış ikiye tamam tevafuk eder. Eğer مُبِينٌ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] de vakfedilse, bin üç yüz on altıdır ki, hem Risale-i Nur’un mukaddematına, [evvel, önce] hem tenvinle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] tekemmülüne [mükemmelleşme] ve Birinci Şuada beyan edildiği gibi, çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.

– 117 –

 Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını [güzel düşünce] tadil etmek münasebetiyle yazılmış. Belki size de fâidesi olur diye gönderildi.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 4

 اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ * 5

Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,

Senin, müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî [sosyal hayat] ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] için gayet ehemmiyetli birer müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât]

234

ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] muhafaza noktasında tecdid [yenileme] vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki [doğru gerçekler] tecdid [yenileme] itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, [genel düşünce, kamuoyu] hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye [İslâmın sosyal hayatı] ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan [bakış açısı] bakıyorlar, mânâ veriyorlar.

“Hem bu üç vezâifi [görevler] birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmemesi pek uzak, âdetâ kabil [mümkün] görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin [Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler] (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdide ve cemaatindeki şahs-ı mânevide [mânevî kişilik] ancak içtima [bir araya gelme, toplanma] edebilir. Bu asırda, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] muhafazasında tecdid [yenileme] vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede [kutsal vazife] tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı tam mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, yüz binler ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.

“Amma, benim gibi âciz ve zaif bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsı, medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] etmemeli” diyor. Ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur’la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi, Kâmil

235

– 118 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kardeşlerim,

Kur’ân’ın birtek âyetinin birtek işareti, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] tevafuk suretiyle gösterdiğini mânevî bir ihtarla gördüm.

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 2 bu âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi, şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa, bin üç yüz elli bir; مَيْتًا in aslı مَيِّتًا olmasından bin üç yüz altmış bir ederek; bu tarihte, umur-u azîmeden [çok büyük işler] bir dehşetli gıybeti, bu âyetin mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil ediyor. Umur-u azîmeden [çok büyük işler] böyle bir acip gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

On sekiz sene müddetinde sünnet-i seniyeyi muhafaza için başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] koymadığından, on sekiz senedir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] hükmünde ihtilâttan [birbirine karışma] men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî okuyup “Allahu Ekber” dediğinden ve “Lâ ilâhe illâllah” hakikatini güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] istinaden inayet-i ilâhiyeden geldiğine kat’î bir kanaatle işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir tesellî niyetiyle beyan ettiği için, onu gıybet ve galiz tabiratla [tabirler, ifadeler] teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran, mâsum şakirtlerini [öğrenci]

236

ondan tenfir [nefret ettirme] edip şüpheler vermek; güya ortalıkta medâr-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı [kötülük] ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir hatâsını, sekiz senede seksen müdakkiklerin [dikkatli] nazarında saklanan ve sathî [sığ, yüzeysel] ve inâdî nazarına göre, bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirlerle zemmetmek, [kötülemek] elbette bu asırda, bu memlekette Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kasten işaretine medar [kaynak, dayanak] olabilir azîm bir hâdisedir. Bence, Kur’ân’ın, nasıl ki her sûre ve bazan bir âyet ve bazan bir kelime bir mu’cize olur; öyle de, bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyedir. [mu’cizelik parıltısı] Bu âyetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.

Birincisi: Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan İşârât-ı Kur’âniye risalesinde, Risale-i Nur’a ve tercümanına da işaret eden beşinci âyet olan

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ * 1

gayet kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] مَيْتًا kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet mânâsıyla Said Nursî’ye tevafuk etmesidir.

İkinci emare: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ الخ… 2 âyetin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üç yüz altmış bir etmesidir ki, aynı tarihte o acip hâdise oldu.

Üçüncü emare: ….

İhtiyarım haricinde, beş vecihle [yön] zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmeden [ayıplama, kötüleme] ve Mu’cizane gıybetten altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] zecreden [sakındırma] اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 3 âyeti karşımda

237

kendini gösterip temessül [belirme, görünme] eyledi. Mânen “Bana bak” dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki, bin üç yüz elli birden, tâ bin üç yüz altmış bir tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında elli birden, tâ altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul âfâkında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş ve altmış birde birden patlamasıdır.

Tahlil: ت خ bin م م ى ى yüz, ل ل ك ك yüz, üçüncü ى ن م yüz, ح ح ح ب د otuz, dördüncü ى on, beş ( ا ) bir ﻫ ile beraber on, âhirdeki “tenvin[Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakfen elif olduğu için, yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz elli bir, مَيْتًا aslı yâ-i müşeddede olduğundan, bin üç yüz altmış bir eder.Haşiye [dipnot]

– 119 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size Üç Noktayı beyan etmeye kalbde bir ihtiyaç oldu.

Birincisi: “Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder” diye, Risale-i Nur’da bir kaide-i esasiyedir. [temel kural]

238

Hem, şimdiye kadar Risale-i Nur’un başına gelen hâdiselerde bir dest-i inayet, [yardım eli; İlâhî [Allah tarafından olan] şefkatin eli] bir veçh-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.

Bu iki cihette kalbden bir sual çıktı. “Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hâdisesinde veçh-i adalet ve rahmet nedir?”

Hatıra böyle bir cevap geldi ki:

Risale-i Nur’a, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i dikkati [dikkat sahibi insanlar] ciddiyetle bakmaya ve tetkik etmeye sevk etti. Elbette Risale-i Nur’u tetkik eden bir âlim, insafı varsa taraftar olur. Ve Risale-i Nur, ulema dairesinde ve İstanbul âfâkında tezahür edecek. İşte veçh-i rahmet ve inâyet. [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı]

Amma, kader-i ilâhinin veçh-i adaleti şudur ki:

Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsiyle [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları [güzel düşünce] ehl-i siyasete, [siyaset adamları, politikacılar] inkılâpçı [değişen] bir siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] noktasında cephe almak ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür.

Kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale [giderme] etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka [karışma, katılma] koşacak olan ulemadan ve sâdâttan [seyyidler; Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız [itiraz eden, karşı gelen] çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. “Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter” diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] o muarızı [itiraz eden, karşı gelen] susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.

239

İkinci nokta: Bu dehşetli ihtikârdan çıkan kaht ve galâ ve açlık, ve zaruret, yaşamak damarını şiddetiyle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i [yüksek duygular] diniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamaya, yardıma koşup vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Buna karşı Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaretü’z-zünûb ve bir riyazet-i şer’iyeye çevirebilirler. Alenen nakz[bozma, yok sayma] sıyamla Ramazan’ın hürmetini kıran bedbahtlara gelen o musibet, mâsumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ve mâsumları, o musibeti lehlerine döndürüp, hayırlı bir riyazete kalb ederler, kanaat ve iktisatla karşılarlar.

Üçüncü nokta: İki Meseledir.

Birincisi: Müdakkik [dikkatli] Hoca Sabri, Feyzi’nin istihracına [çıkarma] dair Feyzi’ye yazdığı mektup, güzeldir. Lâhikaya girdikten sonra, hocalar فِيهِ نَظَرٌ dememek için bazı kelimatı [ifadeler, sözler] tâdil edildi.

İkinci mesele: İstanbul ulemasının en büyüğü ve en müdakkiki [dikkatli] ve çok zaman müftiü’l-enam olan eski fetvâ emini, meşhur Ali Rıza Efendi, (r.h.) Birinci Şua, [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] İşârât-ı Kur’âniyye ve Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hafız Emin’e demiş ki:

“Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâma [İslâm dini] en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını [kolaylıkla elde etme] ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu ve Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu muvaffak-un-bilhayr eylesin, âmin” diyerek bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle,

240

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş:

“Bu misüllü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” demiş. Ve Hoca Mustafa’ya emretmiş, söylediğimi yaz: “Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın [kaleme alma] ikmaline [tamamlama] hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymettar). Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olma. Zira ‘Yemişli ağaç taşlanır.Haşiye [dipnot] kaziyesi [hüküm, önerme] meşhurdur. Mücahedatınıza [mücadeleler] devam buyurun. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] âcilen murad ve matlubunuza [istek] muvaffakü’n bilhayr eylesin. Bâki Hakkın birliğine emanet olunuz.”

 Eski Fetva Emini

Ali Rıza

İşte böyle müdakkik [dikkatli] ve ilim ve şeriat ve Kur’ân cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş. Risale-i Nur’un talebeleri, bu meseleyi ihtiyaten [ilerisini düşünerek] yabanilere onun ismini vermekle teşhir etmemek gerektir ve dualarına onu dahil etmek lâzımdır.

 Umum kardeşlerimize selâm.