LEM’ALAR – Yirmi Beşinci Lem’a (330-353)

330

Yirmi Beşinci Lem’a [parıltı]

Yirmi Beş Devâdır

Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz [hastayı ziyâret etme] ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.

 İHTAR VE İTİZAR: Bu mânevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde [üstünde] bir sür’atleHaşiye telif [kaleme alma] edildiği gibi, hem umuma muhalif olarak, tashihata ve dikkate vakit bulmayarak, telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] gibi gayet sür’atle, ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek, müsvedde-i evvel [ilk müsvedde, ilk karalama] hükmünde müşevveş [dağınık, karışık] kalmıştır. Kalbe fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir surette gelen hâtırâtı san’atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar, bazı nâhoş ibarelerden veyahut ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ اِذَۤا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُۤوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 1

وَالَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِىِ وَيَسْقِينِ * وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ * 2

ŞU LEM’ADA, [parıltı] nev-i beşerin on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzede ve hastalara hakikî bir teselli ve nâfi [faydalı] bir merhem olabilecek Yirmi Beş Devâyı icmâlen [özet] beyan ediyoruz.

331

BİRİNCİ DEVÂ

Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor—tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel [atasözü] dillerde destandır [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] ki, “Musibet zamanı çok uzundur; safâ [gönül hoşnutluğu] zamanı pek kısa oluyor.”

İKİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet [isbat edilmiş, sabit] ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını [zayıflık, güçsüzlük] hisseder, Hâlık-ı Rahîmine [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar [erişme, nail olma] olur.

Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ [şikayet] etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] vardır.1 Hattâ bazı sâbir [sabreden] ve şâkir [Allah’a şükreden] hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] ve keşfiyat-ı sadıka [doğru keşifler; manevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme] ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.

ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval [geçip gitme] ve firakta [ayrılık] yuvarlanması şahittir. Hem insan, zîhayatın [canlı] en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların [canlı] sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en ednâ [basit, aşağı] bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ [gönül hoşnutluğu] ile ömür

332

geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü [ömür sermayesi] bâd-ı heva [boşu boşuna, faydasız] boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut [ölümsüz] değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”

İşte hastalık bu nokta-i nazardan [bakış açısı] hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekvâ [şikayet] değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.

DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey şekvâ[şikayet] hasta! Senin hakkın şekvâ [şikayet] değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] güzel san’atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve gayet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi [Cennet elbisesi] o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika envâ-ı san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?

İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını [işleme] göstermek için, çok hâlât [durumlar, haller] içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde

333

seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismini tanıdığın gibi, Şâfî [şifa veren Allah] ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını [hükümler] gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar [parıltılar] ve rahmetten şuâlar ve o şuâât [ışınlar, parıltılar] içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş [korkma, çekinme] ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun.

BEŞİNCİ DEVÂ

Ey maraza müptelâ [bağımlı] hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] bir hediye-i Rahmânîdir. [Acıma ve merhamet sahibi Allah’ın hediyesi] Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] inşaallah [Allah dilerse] sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

ALTINCI DEVÂ

Ey elemden teşekkî eden [şikâyet eden] hasta! Senden soruyorum: Geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş lezzetli safâ [gönül hoşnutluğu] günleri ve belâ ve elemli vakitlerini tahattur [hatıra gelme] et.

334

Herhalde ya oh, ya ah diyeceksin. Yani, ya “Elhamdü lillâh, şükür,” veyahut “Vâ hasretâ, [eyvah, yazık]esefâ!” [üzüntü, acı] kalbin veya lisanın diyecek.

Dikkat et, sana “Oh, elhamdü lillâh, şükür” dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir mânevî lezzeti deşiyor ki, senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevâli [batış, kayboluş] lezzettir. O elemler, o musibetler, zevâliyle [batış, kayboluş] ruhta bir lezzet irsiyet [miras] bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor.

Sana “Vâ esefâ, [esefler olsun, çok yazık] vâ hasretâ!” [eyvah, yazık] dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safâlı [huzur ve keyif veren] o hallerdir ki, zevalleriyle [geçip gitme] senin ruhunda dâimî bir elem-i irsiyet bırakıp, ne vakit düşünsen o elem yine deşiliyor, esef [üzüntü, acı] ve hasret akıtıyor.

Madem bir günlük gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzet bazan bir sene mânevî elem çektiriyor. Ve muvakkat [geçici] bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler mânevî lezzet, sevapla beraber, zevâlindeki [batış, kayboluş] halâs [kurtulma] ve kurtulmaktan gelen mânevî lezzet vardır. Senin başındaki şimdilik bu muvakkat [geçici] hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün. “Bu da geçer, yâ Hû[ey Allah’ım] de, şekvâ [şikayet] yerinde şükret.

ALTINCI DEVÂHaşiye

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıztırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak [ayrılık] ve zevâlin [batış, kayboluş] rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya birgün bize “Haydi, dışarı” diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla [uyarılar] şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip [birleşim, sentez] edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren.” Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

335

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.

YEDİNCİ DEVÂ

Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlâhiyenin [Allah’ın kullarına verdiği nimet] lezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünkü birşey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] müttefikan [birleşerek] diyorlar ki:

اِنَّمَا اْلاَشْيَۤاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا Yani, “Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz [hastalık] olmazsa sıhhat lezzetsizdir.

Madem Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] insana her çeşit ihsanını [bağış] ihsas [hissettirme] etmek ve herbir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit, hadsiz envâ-ı nimeti [nimet çeşitleri] tadacak, tanıyacak derecede, gayet çok cihazatla insanı teçhiz etmesi gösteriyor ki, elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi, hastalıkları, illetleri, [asıl sebep] dertleri de verecektir. Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] hissedip şükreder miydin?” Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gaflete, belki sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sarf ederdin.

SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünub [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] olduğu hadis-i sahihle [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] sabittir. Hem hadiste vardır ki, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.”1

336

Günahlar, hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ [şikayet] etmezsen, şu muvakkat [geçici] bir hastalıkla daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et. Çünkü, bütün dünyanın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak [ayrılık] ve zeval [geçip gitme] ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus [hususan, özellikle] âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] tahayyül [hayal etme] ettiğinden, adeta, güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak [derman, ilaç] olan iman ilâcını aramak ve itikadını [inanç] düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın [zayıflık, güçsüzlük] penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretini ve rahmetini tanımaktır.

Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla [mutluluk] doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur [mutluluk] ve şifa ve lezzet altında, cüz’î [ferdî, küçük] maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.

DOKUZUNCU DEVÂ

Ey Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş [korkma, çekinme] ve korkmak ise, hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] ve zâhirî cihetinde dehşetli olduğundan, ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telâş veriyor.

Evvelâ bil ve kat’î iman et ki, ecel mukadderdir, [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez. Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Saniyen: [ikinci olarak] Ölüm, sureten [görünüş itibarıyla] göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet

337

kat’î, şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz bir surette, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman [Allah’a inanan] için ölüm, vazife-i hayat [hayat görevi] külfetinden bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten [Allah’a kulluk] bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine [mutluluk yeri] girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret [ücret alma] etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi [evvel, önce] nazarıyla bakmak gerektir.

Hem ehlullahın [Allah dostları] bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın [hayat görevi] idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet, ehl-i iman [Allah’a inanan] için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] kuyusudur.

ONUNCU DEVÂ

Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani, hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.

Evet, merak hastalığı ikileştirir. Maddî hastalığın altında, merak ile mânevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evhamla bir dirhem maddî hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.

Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ittiham [suçlama] ve

338

rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tenkit ve Hâlık-ı Rahîminden [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] şekvâ [şikayet] hükmünde olduğu için, aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet, nasıl ki şükür nimeti ziyadeleştirir; öyle de, şekvâ, [şikayet] hastalığı, musibeti tezyid [artırma, çoğaltma] eder.

Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. Ah yerine oh de; “Vâ esefâ” [üzüntü, acı] yerine “Elhamdü lillâhi alâ külli hal[her durumda] söyle.

ON BİRİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber, evvelki hastalığından bugüne kadar, o hastalığın zevâlindeki [batış, kayboluş] bir lezzet-i mâneviye [mânevî lezzet] ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye [ruhun lezzet alması] veriyor. Bugünden, belki bu saatten sonraki zamanda hastalık yok; elbette yoktan elem yok. Elem olmazsa teessür [üzülme, etkilenme] olamaz. Sen yanlış bir surette tevehhüm [kuruntu] ettiğin için sabırsızlık geliyor. Çünkü, bugünden evvel bütün hastalık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş, kendindeki sevabı ve zevâlindeki [batış, kayboluş] lezzet kalmış. Sana kâr ve sürur [mutluluk] vermek lâzım gelirken, onları düşünüp müteellim [acı çeken] olmak ve sabırsızlık etmek divaneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp, yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm [kuruntu] ile düşünüp müteellim [acı çeken] olmak, sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yoğa vücut rengi vermek divanelik değil de nedir?

Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur [mutluluk] veriyor. Ve madem, yine bu saatten sonraki zaman mâdum, [yok] hastalık mâdum, [yok] elem mâdumdur. [yok] Sen, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma, bu saatteki eleme karşı tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] et, “Yâ Sabûr[kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] de, dayan.

ON İKİNCİ DEVÂ

Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evrâdından [okunması âdet olan dualar] mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf [eseflenme, üzülme] eden hasta! Bil ki, hadisçe sabittir ki, “Müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] bir mü’min, hastalık

339

sebebiyle yapamadığı daimî virdinin [devamlı yapılan zikir] sevabını, hastalık zamanında yine kazanır.”1 Farzı mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzlarını yerine getirmekle, o ağır hastalık zamanında sair sünnetlerin yerini, hem hâlis bir surette, hastalık tutar.

Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını [zayıflık, güçsüzlük] ihsas [hissettirme] eder. O aczin lisanıyla ve zaafın [zayıflık, güçsüzlük] diliyle, hâlen [davranışla] ve kàlen [sözle] bir dua ettirir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf [zayıflık, güçsüzlük] vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica edip niyaz etsin, dua etsin.

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 2 Yani, “Eğer duanız olmassa ne ehemmiyetiniz var?” Âyetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] ve sebeb-i kıymeti [değerli oluş sebebi] olan samimî dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] şekvâ [şikayet] değil, Allah’a şükretmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, âfiyeti kesb [elde etme, kazanma] etmekle kapamamak gerektir.

ON ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey hastalıktan şekvâ [şikayet] eden biçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. [Allah’ın hediyesi] Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir.

Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanı ye’s-i mutlak [tam bir ümitsizlik] ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf [korku] ve recâ [ümit] ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur [hatıra gelme] ettirir,

340

öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki, yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.

Ezcümle, arkadaşlarımızdan—Allah rahmet etsin—iki genç vardı: Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâm köylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zât, talebelerim içinde kalemsiz [okur yazar olmayan] oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, [doğru yol gösterme] sair gafil ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terk eden gençlere bedel, en mühim bir takvâ ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi [faydalı] bir vaziyette bulundular. İnşaallah, iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] saadetine medar [kaynak, dayanak] oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum, dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşaallah, o duam, sıhhat-i uhreviye [ahiret hayatında sağlıklı olma] için kabul olunmuştur.

İşte bu iki zât, benim itikadımca, [inanç] on senelik bir takvâ ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] atılsaydılar, ölüm de onları tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı, o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.

Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ [şikayet] değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] itimad etmektir.

ON DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın [Allah’a inanan] gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve mânevî bir göz olduğunu bilsen, “Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime” [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] dersin. Bu merhemi izah için bir hadise söyleyeceğim. Şöyle ki:

Bana sekiz sene kemâl-i sadakatle, [tam bir bağlılık] hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman’ın halasının bir vakit gözü kapandı. O saliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan [güzel düşünce] ederek, “Gözümün açılması için dua et”

341

diyerek, cami kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczûbe [cezbeye tutulmuş, İlâhî aşkla aklî dengesi değişmiş kadın, mecnun] kadının salâhatini [dindarlıkta çok ileri olma hali] duama şefaatçi yapıp, “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] onun salâhati [dindarlıkta çok ileri olma hali] hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum, çok dua ettim. İnşaallah o dua âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünkü eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra—Allah rahmet etsin—vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla’nın hazînâne [hüzünlü bir şekilde] bağlarına rikkatli [acıklı] ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel, kabrinde, Cennet bağlarını kırk bin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünkü imanı kuvvetli, salâhati [dindarlıkta çok ileri olma hali] şiddetli idi.

Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan [kabirdekiler] çok ziyade o âlem-i nuru [nur âlemi] temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan [kabirdekiler] ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nev’inde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

ON BEŞİNCİ DEVÂ

Ey âh ü enîn [inilti] eden [âh çekip inleyen] hasta! Hastalığın suretine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel birşey olmasaydı, Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] en sevdiği ibâdına hastalıkları vermezdi. Halbuki, hadis-i sahihte [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] vardır ki,

اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْاَنْبِيَۤاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَۤاءُ، ثُمَّ اْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ * 1

(ev kemâ kàl). Yani, “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olanlar, insanların

342

en iyisi, en kâmilleridir.” Başta Hazret-i Eyyûb aleyhisselâm, enbiyalar, [nebiler, peygamberler] sonra evliyalar ve sonra ehl-i salâhat, [Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] kişiler] çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, [samimiyetle, içtenlikle yapılan ibadet] birer hediye-i Rahmâniye [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın hediyesi] nazarıyla bakmışlar, sabır içinde şükretmişler, Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] nev’inden görmüşler.

Sen, ey âh ü fîzâr [ağlayıp inleme] [feryad] eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak [karışma, katılma] etmek istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ [şikayet] etsen, onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] çukurlarına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.

Evet, hastalıkların bir kısmı var ki, eğer ölümle neticelense, mânevî şehid hükmünde, şehadet gibi bir velâyet [velilik] derecesine sebebiyet verir. Ezcümle, çocuk doğurmaktan gelen hastalıklarınHaşiye ve karın sancısıyla, gark [boğma] ve hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] ve tâun [salgın ve ölümcül hastalık] ile vefat eden şehid-i mânevî [mânevî olarak şehit sayılan] olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet [velilik] derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] için gayet elîm ve acı olan mufarakati [ayrılık] tahfif [hafifletme] eder, bazan da sevdirir.

ON ALTINCI DEVÂ

Ey sıkıntıdan şekvâ [şikayet] eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede [insanların sosyal hayatı] en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnâdan [bir başkasına ihtiyaç duymama] kurtarıyor. Çünkü, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى * اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰى 1 sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen istiğnâda [bir başkasına ihtiyaç duymama] bulunan bir nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şâyân-ı hürmet [saygı duymaya değer, saygıya layık] çok uhuvvetlere [kardeşlik] karşı hürmeti

343

hissetmez. Ve şâyân-ı merhamet ve şefkat [şefkat ve merhamete lâyık] olan musibetzedelere ve hastalıklılara merhameti duymaz. Ne vakit hasta olsa, o hastalıkta aczini ve fakrini anlar, lâyık-ı hürmet [saygıya değer] olan ihvanlarına [kardeş] ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] eder. Ziyaretine gelen veya ona yardım eden mü’min kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. Ve rikkat-i cinsiyeden [insanın kendi cinsinden olana acıması] gelen şefkat-i insaniye [insanın şefkati] ve en mühim bir haslet-i İslâmiye [İslâmiyetten gelen haslet, özellik] olan, musibetzedelere karşı merhameti hissedip, onları nefsine kıyas ederek, onlara tam mânâsıyla acır, şefkat eder, elinden gelse muavenet [yardım] eder, hiç olmazsa dua eder, hiç olmazsa şer’an sünnet olan keyfini sormak için ziyaretine gider, sevap kazanır.

ON YEDİNCİ DEVÂ

Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekvâ [şikayet] eden hasta! Şükret. Hayrâtın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillâh için hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] en mühim bir vesiledir.

Evet, hastalara bakmak, ehl-i iman [Allah’a inanan] için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyyedir,1 keffâretü’z-zünub [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] olur. Hadiste vardır ki, “Hastaların duasını alınız; onların duası makbuldür.”2

Bahusus [hususan, özellikle] hasta, akrabadan olsa, hususan peder ve valide olsa, onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevaptır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlât ki, peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriütteessür [çabuk ve kolay etkilenen] olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır.

Evet, hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] en muhterem bir hakikat olan peder ve validesinin şefkatlerine

344

mukabil, hastalıkları zamanında kemâl-i hürmet [tam bir saygı] ve şefkat-i ferzendâne [evlâda yakışır sûrette şefkat gösterme] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eden o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini [yüce] gösteren o vefâdâr levhaya karşı, hattâ melâikeler [melekler] dahi “Maşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip alkışlıyorlar.

Evet, hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ehemmiyetli bir meseledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani, dua kendi kendini kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir,Haşiye kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica eder. Onun için, otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Zira hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, yarattıklarına sonsuz şefkat gösteren Allah] şifa verse, fazlından verir.

Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.

Her ne ise, hastalık sırrıyla hulûsiyet kazanan, hususan zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczden ve tezellül [alçalma] ve ihtiyaçtan gelen bir dua, kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır. [kaynak, dayanak] Hem dindar olan hasta, hem hastaya bakan mü’minler de bu duadan istifade etmelidirler.

ON SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey şükrü bırakıp şekvâya [şikayet] giren hasta! Şekvâ [şikayet] bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ [şikayet] ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun

345

gibi şekvâ [şikayet] ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ [şikayet] edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.

Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ [şikayet] etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki:

Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, [bağış] birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi [çeşit çeşit] hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya [şikayet] başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, [nimete karşı nankörlük] bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet [nimet derecesi] kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] veya sû-i istimaliyle [bir şeyi kötüye kullanma] elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ [şikayet] etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] tenkit etmek gibi bir hâlet, [durum] maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl [akıllı] odur ki, اَلَّذِينَ اِذَۤا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُۤوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.

ON DOKUZUNCU DEVÂ

Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle [Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın yüce ifadesi, tabiri]

346

gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en lâtif, [berrak, şirin, hoş] en güzel, en câmi âyine-i Samediyet [herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının yansıdığı ayna] de hayattır. Güzelin âyinesi [aynası] güzeldir. Güzelin mehâsinlerini [güzellikler] gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını [işleme] gösterir.

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] gitse, nâkıs [eksik] bir âyine [ayna] olur. Belki bir cihette adem [hiçlik, yokluk] ve yokluğu ve hiçliği ihsas [hissettirme] edip sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil [indirme] eder, ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, [ahmaklık, beyinsizlik] ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet [düşmanlık] edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.

Fakat tahavvülde [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas [hissettirme] ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi” diye sıkıntısından of, of etmiyor.

Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, “Ne haldesin?” Elbette, “Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş [altı] beş oynayalım. Veyahut vakti geçirmek için bir eğlence bulalım” gibi müteellimâne [elem çekerek, acı duyarak] sözleri ondan işiteceksin. Veyahut tûl-i emelden [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma] gelen, “Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım” gibi şekvâları [şikayet] işiteceksin.

Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor, “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor” diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle [eseflenme, üzülme] bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.

Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla [ayrıntılar] kat’î bir surette ispat edildiği gibi, musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mayası ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf [durağan olma] gibi hâletler, [durum]

347

ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas [hissettirme] edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ise, vücuttur, vücudu ihsas [hissettirme] eder. Vücut ise hâlis hayırdır, nurdur.

Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı sâfileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki [ilerleme] ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi [insana ait cihazlar, duygular] o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane [yardımlaşarak] müteveccih [yönelen] etmek ve Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını [işleme] göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve âfiyete der ki: “Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane senindir, âfiyetle kal.”

YİRMİNCİ DEVÂ

Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] Hakikî kısmı ise, Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, [hastalara şifa veren, her şeyi hikmetle, belli bir gaye ile yaratan ve sonsuz haşmet sahibi olan Allah] küre-i arz [yer küre, dünya] olan eczahane-i kübrâsında, [büyük eczane] her derde bir devâ istif [yığma, biriktirme] etmiş. O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.

Hâzık, [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünkü ekser hastalıklar sû-i istimâlâttan, [kötüye kullanma] perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan [hatâlar, yanlışlar] ve sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesâyâda [öğütler, nasihatler] bulunur. Sû-i istimâlâttan, [kötüye kullanma] israfattan [israflar, savurganlıklar] men eder, teselli verir. Hasta o vesâyâ [öğütler, nasihatler] ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.

Amma vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] hastalık kısmı ise, onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılırlar. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür,

348

hattâ bazan onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.

Bu vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapar, kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.

YİRMİ BİRİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeş! Senin hastalığında maddî elem var. Fakat o maddî elemin tesirini izale [giderme] edecek ehemmiyetli bir mânevî lezzet seni ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Çünkü, peder ve validen ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp, çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli, perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşı muhabbettarane [sevgiyle, sevgi dolu] baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin pek ucuz düşer. Hem sen müftehirâne [iftihar ederek] hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmasına çalıştığın zâtlar, hastalığın hükmüyle sana merhametkârâne hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki rikkat-i cinsiyeyi [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i nev’iyeyi [insanın kendi cinsinden olana şefkat etmesi] kendine celb [çekme] ettiğinden, hiçten, çok yardımcı ahbap ve şefkatli dost buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan aldın, istirahat ediyorsun. Ebette senin cüz’î [ferdî, küçük] elemin, bu mânevî lezzetlere karşı seni şekvâya [şikayet] değil, teşekküre sevk etmelidir.

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ

Ey nüzul gibi ağır hastalıklara müptelâ [bağımlı] olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü’min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten [velâyet makamında olanlar, velî kullar] işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

Ehlullah, [Allah dostları] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vasıl olmak ve dünyanın azîm mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] temin etmek için, iki esası ihtiyaren [iradeyi kullanarak, isteyerek] takip etmişler.

349

Birisi: Rabıta-i mevttir. [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine [sonsuz hayat] o suretle çalışmışlar.

İkincisi: Nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] öldürülmesine çalışmışlar.

Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, [irade dışı] kısa ve kolay ve sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini [batış, kayboluş] ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] elbette hevesât-ı rezile [rezil hevesler] ile ve nefsânî müştehiyatla [nefsin hoşuna giden arzu ve istekler] onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

İşte, mü’min sırr-ı imanla [iman sırrı] ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey kimsesiz, garip, biçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate [acıma] getirirse ve nazar-ı şefkati [şefkatli bakış] celb [çekme] ederse, acaba Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başlarında kendini “Rahmânü’r-Rahîm[dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] sıfatıyla bize takdim eden ve bir lem’a-i şefkatiyle [şefkat parıltısı] umum yavrulara karşı umum valideleri, o harika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle [İlâhî rahmetin yansıması] zemin yüzünü nimetlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki Cennet, bütün mehâsiniyle [güzellikler] bir cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] olan senin Hâlık-ı Rahîmine [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] imanla intisabın [bağlanma, mensup olma] ve Onu tanıyıp

350

hastalığın lisan-ı acziyle [acizlik dili] niyazın, elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, herşeye bedel Onun nazar-ı rahmetini [şefkat ve merhametlice bakış] sana celb [çekme] eder.

Madem O var, sana bakar; sana herşey var. Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle Ona intisap [bağlanma] etmesin veya intisabına [bağlanma, mensup olma] ehemmiyet vermesin.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey mâsum hasta çocuklara ve mâsum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i uhreviye [âhiret ile ilgili ticaret] var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız.

Mâsum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına [gürültü, dehşet verici] mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbâniye [her şeyin rabbi olan Allah’ın terbiyesi] gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine [ruhun hayatı] ve tasaffî-i hayatına [hayatın kirlerden ve kusurlardan arınması, saflaşması] medar [kaynak, dayanak] olacak büyüklerdeki keffâretü’z-zünub [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] yerine, mânevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyât-ı mâneviyesine [manevî ilerlemeler] medar [kaynak, dayanak] şırıngalar nev’indeki hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin defter-i a’mâline, [amel defteri] bilhassa sırr-ı şefkatle [şefkatin içinde gizli olan sır] çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenâtına [iyiliklerin yazıldığı sayfa] girdiği, ehl-i hakikatçe [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] sabittir.

İhtiyarlara bakmak ise, hem azîm sevap almakla beraber, o ihtiyarların—ve bilhassa peder ve valide ise—dualarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar [kaynak, dayanak] olduğu, rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] ile ve çok vukuat-ı tarihiye [tarihî olaylar] ile sabittir. İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, [çocuk] evlâdından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled, [çocuk] eğer ebeveynini rencide etse, azâb-ı uhrevîden [âhirette çekilecek ceza] başka, dünyada çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla sabittir.

351

Evet, ihtiyarlara, mâsumlara, yalnız akrabasına bakmak değil, belki ehl-i iman—madem [Allah’a inanan] sırr-ı imanla [iman sırrı] uhuvvet-i hakikiye [hakikî, gerçek kardeşlik] var—onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

YİRMİ BEŞİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi [faydalı] ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tiryak [derman, ilaç] isterseniz, imanınızı inkişaf [açığa çıkma] ettiriniz. Yani, tevbe ve istiğfar [af dileme] ile ve namaz ve ubudiyetle, [Allah’a kulluk] o tiryak-ı kudsî [kutsal ilâç] olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediniz.

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, güya, adeta ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] dünya gibi büyük, hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat’î ispat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum.

İman ilâcı ise, ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hevesât-ı nefsâniye [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua, [dinin izin vermediği istekler ve eğlenceler] o tiryakın tesirini men eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihâyı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, [af dileme] dua ve niyazla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediniz.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünub [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] yapsın. Âmin, âmin, âmin.

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 1

352

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، طِبِّ الْقُلُوبِ وَدَوَۤائِهَا وَعَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَشِفَۤائِهَا وَنُورِ اْلاَبْصَارِ وَضِيَۤائِهَا وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 2

ba

353

وَهُوَ لِكُلِّ دَۤاءٍ دَوَۤاءٌ Meâli: “Bu kitap her derde dermandır.” Tevafukat-ı lâtifedendir [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] ki, Re’fet Beyin birinci tesvidden [bir yazıyı karalama olarak yazmak] gayet sür’atle yazdığı nüsha ile beraber, Hüsrev’in yazdığı diğer bir nüshada, ihtiyarsız, [irade dışı] hiç düşünmeden satır başlarında gelen elif’leri saydık. Aynen bu وَهُوَ لِكُلِّ دَۤاءٍ دَوَۤاءٌ cümlesine tevafuk ediyor.Haşiye [dipnot] 1 Hem bu risalenin müellifinin [telif eden, kitap yazan] Said ismine, bir tek farkla yine tevafuk ediyor.Haşiye [dipnot] 2 Yalnız, risalenin ünvanına ait yazıdaki bir elif hesaba dahil edilmemiştir.

Câ-yı hayrettir [hayret noktası] ki, Süleyman Rüştü’nün yazdığı nüsha, hiç elif hatıra gelmeden ve düşünmeden, 114 elif, 114 şifa-yı kudsiyeyi [kutsal bir kaynaktan gelen şifa] tazammun [içerme, içine alma] eden 114 suver-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın sûreleri] adedine tevafukla beraber, وَهُوَ لِكُلِّ دَۤاءٍ دَوَۤاءٌ şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] lâm bir sayılmak cihetiyle, 114 harfine tam tamına tevafuk ediyor.

ba

Yirmi Beşinci Lem’anın [parıltı] Zeyli [ek]

On Yedinci Mektup olup, Mektubat mecmuasına idhal [dahil etme, içine alma] edildiğinden buraya derc [yerleştirme] edilmedi.