SÖZLER – Yirminci Söz (333-361)

333

Yirminci Söz

İki Makamdır

Birinci Makam

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ فَسَجَدُۤوا اِلاَّۤاِبْلِيسَ * 1

اِنَّ اللهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً * 2

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً * 3

BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına [bırakma, kalbe bırakılma] karşı Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden üç nükte [derin anlamlı söz] ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edildi. Vesvesenin sureti şudur:

Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi [küçük ve ferdî olaylar] tarihvâri bir surette musırrâne [ısrarlı bir şekilde] tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla [bir sıfatla niteleme] böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye [büyük sûre] de el-Bakara [inek, dişi sığır] tesmiye [isimlendirme] etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. [gizli emir] Akıl ona yol bulamaz; kavî [güçlü, kuvvetli] bir imandan sonra teslim ve iz’an [kesin şekilde inanma] edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla [akıl sahipleri] ders veriyor. Çok

334

yerlerde اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1 der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini [doğal haller] ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”

İlham olunan nüktelerin [derin anlamlı söz] sureti şudur:

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] çok hâdisât-ı cüz’iye [küçük ve ferdî olaylar] vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî [büyük ve genel prensip] saklanmış ve bir kanun-u umumînin [genel kanun] ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 2 Hazret-i Âdem’in melâikelere [melekler] karşı kabiliyet-i hilâfet [halifelik kabiliyeti] için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır [Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi] ki, bir hadise-i cüz’iyedir. [ferdî, belirli bir bölgeye ait olay] Şöyle bir düstur-u küllînin [büyük ve genel prensip] ucudur ki:

Nev-i beşere câmiiyet-i istidat [istidadın kapsamlılığı] cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm [ilimler] ve kâinatın envâına [tür] muhit pek çok fünun [fenler, bilimler] ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] şuûnât ve evsâfına [özellikler] şâmil [içine alan] kesretli [çokluk] maarifin [bilgiler] tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, [melekler] belki semâvât ve arz [gökler ve yer] ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı3 [büyük emanet] haml [yüklenme] dâvâsında bir rüçhaniyet [üstünlük] vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] arzın bir halife-i mânevîsi [mânevî halife] olduğunu Kur’ân ifham [(he ile) anlatma] ettiği misillü, [benzer]melâikelerin [melekler] Âdem’e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi” olan hadise-i cüz’iye-i gaybiye, [görünmeyen küçük ve basit olay] pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin [görünen büyük ve genel prensip] ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas [hissettirme] ediyor. Şöyle ki:

Kur’ân, şahs-ı Âdem‘e [Hz. Âdem’in şahsı] melâikelerin [melekler] itaat ve inkıyadını [boyun eğme] ve Şeytanın tekebbür [büyüklenme] ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın [tür] mânevî mümessilleri [temsilci] ve müekkelleri [görevli] musahhar [boyun eğdirilmiş] olduklarını ve nev-i beşerin

335

hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ [hazır] ve münkad [boyun eğen] olduklarını ifham [(he ile) anlatma] etmekle beraber; o nev’in istidadâtını [kabiliyet] bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire [kötü maddeler] ile onların mümessilleri [temsilci] ve sekene-i habiseleri [kötü ve pis sakinler] o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında [mükemmelleşme yolu] ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] birtek Âdem ile cüz’î [ferdî, küçük] hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye [yüce konuşma] ediyor.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Mısır kıt’ası, [dünyanın kara paçalarından her biri] kumistan [kumluk, çöl] olan Sahrâ-yı Kebirin [büyük çöl] bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar [verimli] bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun [cehennem gibi] sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal [cennet gibi] bir mevki-i mübarekin [mübarek mevki] bulunması, felâhat [çiftçilik] ve ziraati, ahalisinde pek mergup [rağbet edilmiş] bir surete getirmiş ve o sekenenin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] seciyesine [huy, karakter] öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye [kutsal, kusursuz ve yüce] ve vasıta-i ziraat [tarıma vasıta] olan bakarı ve sevri [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] mukaddes, belki mâbud [ibadet edilen] derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail [İsrailoğulları] dahi o kıt’ada [dünyanın kara paçalarından her biri] neş’et [doğma] ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl[sığır yavrusu, buzağı] meselesinden anlaşılıyor.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, [elçilik, peygamberlik] o milletin seciyelerine [huy, karakter] girmiş ve istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] işlemiş olan o bakarperestlik [ineğe tapan] mefkûresini [düşünce] kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle [kesme, boğazlama] ifham [(he ile) anlatma] ediyor. İşte şu hadise-i cüz’iye [ferdî, belirli bir bölgeye ait olay] ile bir düstur-u küllîyi, [büyük ve genel prensip] her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet [hikmet dersi] olduğunu, ulvî bir i’câz [mu’cize oluş] ile beyan eder.

Buna kıyasen bil ki, Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bazı hâdisât-ı tarihiye [tarihî olay] suretinde zikredilen cüz’î [ferdî, küçük] hadiseler, küllî düsturların [kâide, kural] uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Mûsânın [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] yedi cümlelerine misal olarak, Lemeat‘ta, [parıltılar] İ’câz-ı Kur’ân Risalesinde, o cüz’î [ferdî, küçük] cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi [büyük ve genel prensip] tazammun [içerme, içine alma] ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.

336

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَۤاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ * 1

Şu âyeti okurken, müvesvis [vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren] dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bazı hâlât-ı tabiiyesini [doğal haller] en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”

Şu vesveseye karşı, feyz-i Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] şöyle bir nükte [derin anlamlı söz] ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi [mu’cizeli vecizlik; mu’cizeli bir şekilde az sözle çok mânâlar ifade etme] ve lütf-u irşadıyla [doğru yola eriştirme nimeti] bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar [kısaltma] edilmiş.

Evet, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir esası olan îcaz, [az sözle çok mânâlar anlatma] hem hidayet-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın doğru ve hak yolu göstermesi] bir nuru olan lütf-u irşad [doğru yola eriştirme nimeti] ve hüsn-ü ifham, [anlatımdaki güzellik] iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, [kâide, kural] melûf [alışılmış] ve cüz’î [ferdî, küçük] suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye [Cenab-ı Allah’ın tasarrufları] icmâlen [özet] gösterilsin. İşte, bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu âyetle diyor:

Ey Benî İsrail [İsrailoğulları] ve ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid [cansız] ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid [cansız] ve toprak altında bir tabaka-i azîme [büyük tabaka] teşkil eden o koca taşlar, o kadar

337

evâmir-i İlâhiyeye [Cenab-ı Allah’ın emirleri] karşı mutî [emre uyan] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] ve icraat-ı Rabbâniye [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın icraatı] altında o kadar yumuşak ve emirberdir [emre hazır] ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye [Cenab-ı Allah’ın tasarrufları] ne derece suhuletle [kolaylıkla] cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin [yeraltı] ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı [akma, dolaşma] gibi muntazam su cetvelleriHaşiye ve su damarları, kemâl-i hikmetle, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat [bitkiler] ve ağaçların dallarının suhuletle [kolaylıkla] suret-i intişarı [yayılma şekli] gibi, o derece suhuletle [kolaylıkla] köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümânaat [engel olma] görmeyerek, evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiğini Kur’ân işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu âyetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen [ince işaret] diyor:

Ey Benî İsrail [İsrailoğulları] ve ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine [emirler] karşı o kalb, kasavetle [katılık, kalb katılığı] mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, [en büyük tabaka] o Zâtın evâmiri [emirler] önünde kemâl-i inkıyadla, [tam itaat] karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, [canlılar] âb-ı hayatla [hayat suyu] beraber sair medâr-ı hayatlarına [hayat dayanağı] öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata [(sahiplerine) dağıtma] vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] dest-i kudretinde, [Allah’ın kudret eli] balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir [karşı konulmaz, direnilmez] ve azamet-i kudretine [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama [düzenli bir şekilde yaratılan san’at eseri varlıklar] ve şu hikmetli ve inâyetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı]

338

tasarrufât-ı İlâhiye [Cenab-ı Allah’ın tasarrufları] misillü, [benzer] zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekvîniyeye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlâhî [Allah’ın memuru] olan o lâtif [berrak, şirin, hoş] sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] ve kasavetsizdir. [katılık, kalb katılığı] Güya bir âşık gibi, o lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

Hem وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ 1 ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın [çok büyük hakikat, gerçek] ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet [Allah’ın cemâlini görme isteği] hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rû-yi zeminde, [yeryüzü] aslı sudan incimad [donma] etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisât-ı arziye [yer olayları] suretinde tecelliyât-ı celâliye [Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar] ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet [korku, dehşet] verici tecelliyât-ı celâliyenin [Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar] zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebâtâta [bitkiler] menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin [yeryüzü sakinleri] meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî [gizli] bazı hikem [hikmetler] ve menâfi için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] secde-i itaat [itaat secdesi] ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye [her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın hikmet düsturları, [kâide, kural] prensipleri] emirber [emre hazır] şeklini alıyorlar.

Elbette, o haşyetten [korku, dehşet] o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne [alçak gönüllülükle] aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığı; belki bir Hakîm-i Kadîrin [her şeyi hikmetle yapan sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] tasarrufât-ı hakîmânesiyle, [hikmetli bir şekilde yapılan tasarruflar, icraatlar] o intizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne [hikmetli bir düzen] bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik [alakalı, ilgili] faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla [süslenmiş]

339

münakkaş [nakışlanmış] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan gömleklerin kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] ve hüsn-ü san’atı, [güzel san’at] kat’î, şüphesiz şehadet eder.

İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında [bakış açısı] ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’ân’ın letâfet-i beyanına [ifadenin güzelliği, hoşluğu] ve i’câz-ı belâğatine: [belâğat mu’cizeliği] Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra [bölüm] içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude [meşhur ve bilinen olay] ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret [ibret kaynağı] üç hadise-i uhrâ[âhirete ait hadise] hatırlatmakla lâtif [berrak, şirin, hoş] bir irşad [doğru yol gösterme] yapar, mukavemetsûz [dirençsiz] bir zecreder. [sakındırma]

Meselâ, ikinci fıkrada [bölüm] der:

وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَۤاءُ 1 Şu fıkra [bölüm] ile, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham [(he ile) anlatma] ediyor ve mânen diyor:

Ey Benî İsrail! [İsrailoğulları] Birtek mu’cize-i Mûsâya [Hz. Mûsâ’nın mu’cizesi] (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden [korku, dehşet] veya sürurundan [mutluluk] ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Mûseviyeye [Hz. Mûsâ’nın mu’cizeleri] (a.s.) karşı temerrüd [inat etme] ederek ağlamayıp gözünüz cümud [katılık, sertlik] ve kalbiniz katılık ediyor?

Hem üçüncü fıkrada [bölüm] der:

وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ 2 Şu fıkra [bölüm] ile, Tûr-i Sinâ‘daki [Sinâ Dağı; Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ’ya göründüğü ve Tevrat’ı indirdiği dağ] münâcât-ı Mûseviyede [Hz. Mûsâ’nın dua ve yakarışı] (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye [Allah’ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi] heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten [korku, dehşet] taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:

Ey kavm-i Mûsâ! [Hz. Musa’nın kavmi] Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden [korku, dehşet] ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak [söz alma] için üstünüzde Cebel-i Tûr‘u [Tûr Dağı] tuttuğunu, hem taleb-i rüyet [Allah’ın cemâlini görme isteği] hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden [korku, dehşet] titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette [katılık, kalb katılığı] bulunduruyorsunuz?

340

Hem birinci fıkrada [bölüm] diyor:

وَ اِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ 1 Bu fıkra [bölüm] ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekvîniyeye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevâri bir surette mazhar [erişme, nail olma] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] olduğunu ifham [(he ile) anlatma] eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız [uyanık ve dikkatli] kalblere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî [koni şeklinde] birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli [çokluk] cereyanlarına, muvazeneyi [karşılaştırma/denge] kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli [çokluk] masarife [masraflar, giderler] karşı, galiben [çoğunlukla] bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi [yeterli] varidat [gelirler] olamaz. Demek ki, şu enhârın [nehirler] nebeanları, [haber] âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] onları sırf hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] akıttırıyor.

İşte, bu sırra işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivâyet ediliyor ki, “O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre [damla] her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivâyette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.”2 Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, [maddî sebepler] şunların bu derece kesretli [çokluk] nebeânına [haber] kabil [mümkün] değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve gizli bir hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] gelir ki, masarifle [masraflar, giderler] varidatın [gelirler] muvazenesi devam eder.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu mânâyı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:

Ey Benî İsrail [İsrailoğulları] ve ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Kalb katılığı ve kasavetinizle [katılık, kalb katılığı] öyle bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] evâmirine [emirler] karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] ziya-yı marifetine [Allah’ı tanıma ve bilme ışığı] gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri âdi, câmid [cansız] taşların ağızlarından akıtıp mu’cizât-ı kudretini, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] şevâhid-i vahdâniyetini [Allah’ın birliğinin şahitleri] o koca nehirlerin kuvvet ve

341

zuhur ve ifazaları [feyizlendirme] derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına [akıl, beyin] vererek cin ve insin kulûb [kalbler] ve ukûlüne [akıllar] isâle ediyor. Hem hissiz, câmid [cansız] bazı taşları böyle acip bir tarzdaHaşiye mu’cizât-ı kudretine [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mazhar [erişme, nail olma] etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelâli [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma nuru] karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte, şu üç hakikate nasıl bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] giydirilmiş, gör. Ve belâğat-i irşadiyeye [doğru yolu gösteren belâğat] dikkat et. Acaba hangi kasavet [katılık, kalb katılığı] ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâğat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gör, Allah’a şükret.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى وَوَفِّقْنَا لِخِذْمَتِهِ اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ * 2

342

Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı]

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre [Arapça yazılmış yazı] bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tevfikine [başarı] itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle [söz] göre, Kitâb-ı Mübîn, [Allah’ın apaçık kudret defteri olan kâinat, Allah’ın kudret ve iradesinin genel kanunlar defteri] Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, [çekirdek] bazan icmalleri, [kısaca, özet olarak] bazan düsturları, [kâide, kural] bazan alâmetleri, ya sarahaten, [açıklık] ya işareten, ya remzen, [ince işaret] ya ibhâmen, [üstü kapalı olarak] ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın maksadı] münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam [makamın gereği] münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının [ilerleme] neticesi olan havârık-ı san’at [san’at harikaları] ve garâib-i fen [ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler] olarak tayyare, elektrik, şimendifer, [tren] telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde [maddî hayat] en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şunları mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye [tarihî olay] suretinde işaret eder. Ezcümle:

343

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ * اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ * اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ * وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ * وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ * 1

  Haşiye [dipnot] 1 Kezâ فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ * وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ * 2

gibi âyetlerle şimendifere [tren] işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ Haşiye [dipnot] 2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ * 3

âyeti, pek çok envâra, [nurlar] esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor. [ince işaret]

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer [tren] ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ [yetinme] edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

 Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] enbiyaları, [nebiler, peygamberler] insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye [manevî ilerlemeler] cihetinde birer pişdar [öncü] ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye

344

suretinde dahi, o enbiyanın [nebiler, peygamberler] herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa [tâbi olma, bağlanma] emrediyor.

İşte, enbiyaların [nebiler, peygamberler] mânevî kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine [benzer] yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam [hissetirme] ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] gibi, maddî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine [gemi] ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif [berrak, şirin, hoş] bir işarettir ki, san’atkârların [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr [önder] ittihaz [edinme, kabullenme] ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler [rezil ve alçak gösterme] Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit [bir çok] cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve ilm-i belâğat [belâğat ilmi] ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] âyetleri, birer hikâye-i tarihiye [tarihî hikâye] olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun [içerme, içine alma] ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiya[peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına [gayeler] parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] zaman-ı müstakbel [gelecek zaman] tohumlarının mahzeni [depo] ve şuûnâtının [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] âyinesi [aynası] olduğu gibi; müstakbel [gelecek] dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin [haller] âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi [geniş] menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 1 âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran [uçma, uçuş] ile iki aylık bir mesafeyi kat’ [aşma, yükselme] etmiştir” der.

345

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ [aşma, yükselme] etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini [kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme] terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 1 ilh.; [(ilâ âhir) sonuna kadar] bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat [hayat suyu] celb [çekme] edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif [berrak, şirin, hoş] feyzi olan âb-ı hayatı, [hayat suyu] bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetin lisan-ı remziyle, [işaret dili] mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı [hayat suyu] onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime [rahmet kanunları] istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının [ilerleme] mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu [en son sınırlar] çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ * 2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine [yüksek ahlâk] ittibâa [tâbi olma, bağlanma] beşeri sarihan [açık] teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye [yüksek san’at] ve tıbb-ı Rabbânîye [Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi] remzen [ince işaret] tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Meyus [ümitsiz] olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat [geçici] bir hayat rengi vermek mümkündür.

346

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetin lisan-ı işaretiyle, [işaret dili] mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle [doğru ve hak yolu gösterme nuru] diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde [fayda ve şifa eczahanesi] her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından [ilerleme] çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 2 Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 3 âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid [demirin yumuşatılması] en büyük bir nimet-i İlâhiyedir [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, [demirin yumuşatılması] yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin [insanlığa ait san’atlar, endüstri] aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, [Allah’ın elçisi] büyük bir halife-i zemine, [yeryüzü halifesi] büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir [demirin yumuşatılması] ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye [genel sanayi, endüstri] medar [kaynak, dayanak] olmaktır. Madem bir resule, [Allah’ın elçisi] hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan [açık] teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib [istek ve rağbet uyandırma] işareti var.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetin lisan-ı işaretiyle, [işaret dili] mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Evâmir-i teklifiyeme [Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler] itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde [sosyal hayat] ona çok muhtaçsınız. Siz de

347

evâmir-i tekvîniyeme [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid [demirin yumuşatılması] iledir ve izâbe-i nuhas [bakırın eritilmesi] iledir. Âyette nuhas “kıtr[erimiş bakır] ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs‘ı [Belkıs’ın tahtı] yanına celb [çekme] etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp [eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim] dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya [harika olay] delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ * 1

ilh., [(ilâ âhir) sonuna kadar] işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten [görünüş itibarıyla] ihzar [hazırlama] etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle [elçilik, peygamberlik] beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar [kaynak, dayanak] olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine [memleketin dört bir yanı] bizzat zahmetsiz muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmak ve raiyetinin [halk] ahvâlini [haller] görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle [günahsızlık dili] istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla [kabiliyet dili] Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istese ve kavânîn-i âdetine [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] ve inâyetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] tevfik-i hareket [uygun hareket] etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs [Belkıs’ın tahtı] Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta [ses] haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! [sultanlar, idareciler] Adalet-i tamme [tam ve eksiksiz adalet] yapmak isterseniz, Süleymanvâri, [Hz. Süleymân gibi]

348

rû-yi zemini [yeryüzü] etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, [adaletli hükümdar] bir padişah-ı raiyetperver, [halkını düşünen padişah] aktâr-ı memleketine [memleketin dört bir yanı] her istediği vakit muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden [mânevî sorumluluk] kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetin lisan-ı remziyle, [işaret dili] mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Madem bir abdime geniş bir mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve o geniş mülkünde adalet-i tamme [tam ve eksiksiz adalet] yapmak için ahval [durumlar] ve vukuat-ı zemine [yeryüzündeki olaylar] bizzat ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini [yeryüzü] görecek ve bakacak, anlayacak istidadını [kabiliyet] dahi vermesini hikmetim iktiza [bir şeyin gereği] ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] misillü, [benzer] mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi [kulluk görevi] unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, [yeryüzü] her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ * 1

deki ferman-ı Rahmânîyi [Rahmân olan Allah’ın buyruğu, Kur’ân-ı Kerim] dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savt [ses] ların [görüntü ve sesi nakletmek] çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen [ince işaret] gösteriyor ve teşviki işmam [hissetirme] ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi [kötü ruhlar] teshir [boyun eğdirme] edip şerlerini men ve umur-u nâfiada [faydalı işler] istihdam [çalıştırma] etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ * 2

349

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ * 1

ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olarak en mühim sekenesi [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] evâmirine [emirler] musahhar [boyun eğdirilmiş] olan bir abdine onları musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiştir.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mânen şu âyetin lisan-ı remziyle [işaret dili] der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar [boyun eğdirilmiş] olsan, çok mevcudat, [var edilenler, varlıklar] hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar [boyun eğdirilmiş] olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından [bileşim, karışım] süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] gibi celb-i ervah [ruhları çağırma] ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat [ölüler] namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye [kötü ruhlar] musahhar [boyun eğdirilmiş] ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye [Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler] ile onları teshir [boyun eğdirme] etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha [ruhların görünmesi] işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri [cinlerden bir tür] celp [çekme] ve teshirine [boyun eğdirme] dair âyetler, hem فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 2 misil[benzer] bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne [belirme, görünme] işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe [iyi ruhları çağırma] ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat [ciddi olmayan sözler, saçmalamalar] suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb [çekme] etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah [ruhlar] ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] misil[benzer] onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve

350

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden [ruh özelliği] mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas [hissettirme] ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin [gizli ilimler] en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1 * يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2 * عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ * 3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde [coşku] getirip, birer muazzam fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] misil[benzer] ve birer insan gibi, bir serzâkirin [zikredenlerin başı] ertafında ufkî [daire şeklinde] halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada [yankı] vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dağlara ihsan [bağış] etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf [açığa çıkma] ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir. [başak]

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle [elçilik, peygamberlik] beraber hilâfet-i rû-yi zemini [yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev] müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet [elçilik, peygamberlik] ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf [açığa çıkma] ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, [asker] birer şakirt, [öğrenci] birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida [uyma] edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere [haberleşme araçları] ve vesâil-i irtibatın [iletişim araçları] kesret [çokluk] ve tekemmülü [mükemmelleşme] sebebiyle, haşmetli bir

351

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin [dağ] bir şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada [yankı] sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla [özel lisanlar] dahi Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً * 1 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ * 2

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının [tür] lisanlarını, hem istidatlarının [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin [yeryüzü] bir sofra-ı Rahmândır; [Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra] insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar [boyun eğdirilmiş] ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam [çalıştırma] edip ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam [çalıştırma] ederek ve papağan misil[benzer] kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin [insanlık medeniyeti] mehâsinine [güzellikler] güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye [evcil hayvanlar] gibi, birer mühim işte istihdam [çalıştırma] edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam [çalıştırma] edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri [boyun eğdirme] ve telefon ve fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan [kuşlar] istifade etmek, en müntehâ [bir şeyin en uç noktası] hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

352

İşte, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyetlerin lisan-ı remziyle [işaret dili] mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd [köle] olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin [peygamberlik] ismetine ve saltanatının tam adaletine medar [kaynak, dayanak] olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar [boyun eğdirilmiş] edip konuşturuyorum ve cünûdumdan [askerler] ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 [büyük emanet] tevdi etmişim, halife-i zemin [yeryüzü halifesi] olmak istidadını [kabiliyet] vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar [varlıklar] da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar [ağaçlar] ve nebatattan [bitki] birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat [varlıklar içinde en şaşırtıcı olanı] mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî [Hz. Süleyman’ın emri altında çalışan kuş] gibi birer mûnis [cana yakın] arkadaş veya mutî [emre uyan] birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğun kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat [eğlenceler, oyunlar] gibi, insaniyetin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 2 âyetinde üç işaret-i lâtife [güzel, ince işaret] var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.

353

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle [soğukluk] ihrak [yakma] eder, yani ihrak [yakma] gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak,Haşiye [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] سَلاَمًا lâfzıyla, [ifade, kelime] burûdete [soğukluk] diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle [soğukluk] ihrak [yakma] etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. [soğuk] Evet, hikmet-i tabiiyede [tabiat bilgisi] nâr-ı beyzâ [akkor, beyaz ateş] halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb [çekme] ettiği için, şu tarz burûdetle, [soğukluk] etrafındaki su gibi mâyi [sıvı] şeyleri incimad [donma] ettirip, mânen burûdetiyle [soğukluk] ihrak [yakma] eder. İşte Zemherir, [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] burûdetiyle [soğukluk] ihrak [yakma] eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına [dereceler] ve umum envâına [tür] cami’ [kapsamlı] olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman [eminlik, korkusuzluk] verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, [mânevî madde] İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, [benzer] dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye [maddî madde] vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] iktizasıyla, [bir şeyin gereği] bu dünya dârü’l-hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] olmak hasebiyle, esbab [sebebler] perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini [hal, durum] vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, [ince işaret] mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! [İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler] İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zeminde sizin için sakladığı ve ihzar [hazırlama] ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından [ilerleme] ve keşfiyâtındandır [keşifler] ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 [Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare)] destgâhında [iş yeri] dokunacak bir hulleyi [Cennet elbisesi] gösteriyor.

354

Hem meselâ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1 “Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda [büyük halifelik dâvâsı] mu’cize-i kübrâsı, [büyük mu’cize] tâlim-i esmâdır” [Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi] diyor. İşte, sair enbiyanın [nebiler, peygamberler] mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye [insanlık harikası] remzettiği [ince işaret] gibi, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] pederi ve divan-ı nübüvvetin [peygamberlik divanı] fâtiha[başlangıç] olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve terakkiyât-ı beşeriyenin [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate [açıklık] yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle [işaret dili] diyor ki: “Ey benî Âdem! [Âdemoğlu, insan] Sizin pederinize, melâikelere [melekler] karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine [üstünlük] hüccet [delil] olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, [kabiliyetin mirasçısı] bütün esmâyı taallüm [öğrenme] edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, [en büyük emanet mertebesi, halifelik] bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize [üstünlük] liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar [boyun eğdirilmiş] olmak gibi mertebe-i âliyeye [yüce mertebe] size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine [yeryüzü] muvakkaten [geçici] sukut [alçalış, düşüş] etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda [ilerleme] Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] semâvâtından tabiat dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sukuta [alçalış, düşüş] vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma [Allah’ın en güzel isimleri] dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek [yükselmek] için fünununuzu [fenler, bilimler] ve terakkiyâtınızı [ilerleme] merdiven yapınız. Tâ fünun [fenler, bilimler] ve kemâlâtınızın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme [herşeyin Rabbi olan Allah’ın isimleri] çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”

ba

355

Bir nükte-i mühimme [önemli ince nokta, derin mânâ] ve bir sırr-ı ehem [çok önemli sır]

Şu âyet-i acîbe, [hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet] insanın câmiiyet-i istidadı [kabiliyetin kapsamlılığı] cihetiyle mazhar [erişme, nail olma] olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye [ilimî mükemmellikler, olgunluklar] ve terakkiyât-ı fenniye [bilimsel ilerlemeler] ve havârık-ı sun’iyeyi [san’at harikaları]tâlim-i esmâ[Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi] ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif [berrak, şirin, hoş] bir remz-i ulvî [yüce işaret] var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, [ilerleme] herbir fennin bir hakikat-i âliyesi [yüce gerçek] var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye [Allah’ın ismi] dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi [çeşit çeşit] tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs [eksik] bir gölgedir.

Meselâ, hendese [geometri] bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, [son nokta] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ism-i Adl [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] ve Mukaddir‘ine [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] yetişip, hendese [geometri] âyinesinde o ismin hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] Şâfî [şifa veren Allah] ismine dayanıp, eczahane-i kübrâ[büyük eczane] olan rû-yi zeminde [yeryüzü] Rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] cilvelerini edviyelerde [devâlar, çareler] görmekle, tıp kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan [varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü] bahseden hikmetü’l-eşya, [varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] (celle celâlühü) ism-i Hakîm‘inin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] tecelliyât-ı kübrâsını [en büyük tecelliler, yansımalar] müdebbirâne, [herşeyi idare ederek] mürebbiyâne [eğiterek] eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında [amaç, yarar] görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb [değişim, devrim] eder ve mâlâyâniyât [anlamsız, faydasız] olur veya felsefe-i tabiiye [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] misil[benzer] dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve fünunu [fenler, bilimler] bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında [ilerleme] pek çok geri

356

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından [büyük hazine] şimdilik bu cevherle iktifa [yetinme] ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; [peygamberlik divanının mührü, sonu] ve bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın [nebiler, peygamberler] serveri; [reis, baş] ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; [kendisiyle övünülen] ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen [özet] talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle [mertebeler] tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak [doğrulanan] ve müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vücuh-u i’câzının [mu’cize olma yönleri] en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ifadesindeki belâğat, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] maânîsindeki [mânâlar] câmiiyet, [kapsayıcılık] üslûplarındaki ulviyet ve halâveti [tatlılık] ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 3

gibi çok âyât-ı beyyinatla [ap açık âyetler] ins ve cinnin enzârını [bakışlar] şu mu’cize-i ebediyenin [sonsuz mu’cize] vücuh-u i’câzından [mu’cize olma yönleri] en zahir ve en parlak vechine [cihet, yön, taraf] çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible [istek ve rağbet uyandırma] dost ve düşmanları onu tanzire [benzerini yapma] ve taklide, yani nazîrini [benzer] yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem

357

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma [insanların gözü önüne] koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi [tek gaye] o mu’cizeyi hedef ve düstur [kâide, kural] ittihaz [edinme, kabullenme] edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye [insanın yaratılış neticesi] bilerek yürümektir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sair enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata [san’at harikaları] işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at [san’at esasları] ile beraber, ulûm [ilimler] ve fünunun [fenler, bilimler] havârık [harikalar] ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] fihristesini bir suret-i icmâlîde [kısa ve özlü bir şekil] işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye [Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi] (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] ise, tâlim-i esmânın [Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi] hakikatine mufassalan [ayrıntılı olarak] mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm [ilimler] ve fünunun [fenler, bilimler] doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve saâdâtı vâzıhan [açık] gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, [büyük maksat] tezahür-ü Rububiyete [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. [insanın geniş ve kapsamlı kulluğu] Ve insanın gaye-i aksâsı, [en son gaye] o ubûdiyete [Allah’a kulluk] ulûm [ilimler] ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] âhir vakitte ulûm [ilimler] ve fünuna [fenler, bilimler] dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve belâğat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın belâğatı] mükerreren [defalarca] ileri sürdüğünden, remzen [ince işaret] anlattırıyor ki: “Ulûm [ilimler] ve fünûnun [bilim dalları] en parlağı olan belâğat ve cezâlet, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] bütün envâıyla [tür] âhir zamanda en merğub [rağbet edilen] bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan [anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik] ve en mukavemetsûz [dirençsiz] kuvvetini belâğat-i edâdan [üslup ve ifadedeki belâğat] alacaktır.”

Elhasıl, [kısaca, özetle] Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın [mükemmellikler hazinesi] anahtarı ve

358

birer define-i ilmin miftahıdır. [anahtar] Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına [yıldızlar] yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklıHaşiye 1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya [nebiler, peygamberler] dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi [ifade etme tarzı] var. Ve madem herbir âyetin müteaddit [bir çok] mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. [üzerinde birleşilmiş] Ve madem enbiyaya [nebiler, peygamberler] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek ve iktidâ [tabi olma, uyma] etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına [açık mânâlar] delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin [insanlığa ait san’at ve ilimler] mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih [açık şekilde bildirme] etmiyor; yalnız gizli bir remizle, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] hafî [gizli] bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ [yetinme] ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye [insanlık medeniyeti] harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde [Kur’ân’ın bahsi] o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, [esas vazifesi] daire-i Rububiyetin [Rablık dairesi] kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve daire-i ubûdiyetin [kulluk dairesi] vezâif [görevler] ve ahvâlini [haller] tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin [insanlık harikaları] o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten [Rablık dairesi] haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşerHaşiye [uçak] 2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm [söz hakkı] ver,

359

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin [Rablık dairesi] tayyareleri olan seyyârât, [gezegenler] arz, kamer, [ay] Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin [büyük cisim] kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri [denizaltı] âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde [hava denizi] ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal [yıldız gibi] lâmbaları hakk-ı kelâm [söz hakkı] isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar [göktaşı] ve gökyüzünü ziynetlendiren [süslendiren] yıldızlar ve misbahlar [lamba] diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, [medeniyet harikaları] dekaik-ı san’at [san’at incelikleri] cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla [insandaki çok az seçim gücü, irade] kesb [elde etme, kazanma] edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin [ince, duyarlı] cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ * 1

ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete [kulluk dairesi] gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] lâzım olan levâzımâtı [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî [sonsuz kalınacak yer] nokta-i nazarında [bakış açısı] ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik [hakka taraftarlık] ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses [kurulmuş] olan ubûdiyetten [Allah’a kulluk] hisseniz pek azdır.

360

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah [Allah’ın kullarının yararı] için ve menâfi-i umumiye [genel yararlar] ve istirahat-i âmmeye [toplumun rahatı] ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet [azınlık] teşkil eden muhterem san’atkârlar [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve mülhem [ilham olunmuş] keşşaflar, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve işârât-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın işaretleri] sa’ye [çalışma] teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi [yeterli] ve vâfidir.” [yeterli]

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan [araştırma, inceleme] sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle [doğru gerçekler] beraber, medeniyet-i hazıranın [günümüz medeniyeti] harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere [insanın mutluluğu] lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle [açıklık] zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî [Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk] bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye [yüce ruhlar] ile ervâh-ı sâfile, [alçak ruhlar] müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda [imtihan yeri] olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer [insandaki potansiyel kabiliyet] madeninde olan cevâhir-i âliye [yüksek ve kıymetli cevherler] ile mevadd-ı süfliye [alçak ve basit maddeler] birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, [imtihan yeri] bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü [mükemmelleşme] için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye [gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler] yalnız işaret edecek ve hüccetini [delil] ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten [açıklık] zikretse, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan [açık] Lâ ilâhe illâllah yazmak misil[benzer] bir bedâhete [açıklık] girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt [kaybolma] olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruhHaşiye beraber kalacaklar.

361

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir [gizli, örtülü] ve gaybî olan semerat [meyveler] ve terakkiyât-ı insaniyeyi [insanların manevî açıdan gelişme ve ilerlemeleri] görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân[Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı]

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ * اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ * 4