TARİHÇE-İ HAYAT – Üçüncü Kısım – Eskişehir Hayatı (269-342)

269

Üçüncü Kısım

Eskişehir hayatı

270

Risale-i Nur’un gittikçe inkişaf [açığa çıkma] ettiğini, iman ve İslâmiyetin kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman, gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor” gibi uydurma ve hükûmeti aldatıcı tertip ve ithamlarla, [suçlama] 1935 senesinde, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam [hiçlik, yokluk] kastıyla ve muhakkak surette mahkûm edilmesi direktifiyle hakkında dâvâ açtırılıyor. Bunun üzerine, Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] ve Jandarma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta vilâyeti ve civarı askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti, mâsum ve mazlum Bediüzzaman inzivagâhından [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] çıkarılarak, talebeleriyle beraber, elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevk ediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan müfreze kumandanı Ruhi Bey kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor. Hakikati ve Bediüzzaman’ın mâsumiyetini idrak eden müfreze kumandanı, Bediüzzaman ve talebelerinin bir dostu olmuştur.

Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve azaplara rağmen, Otuzuncu Lem’a [parıltı] ve Birinci ve İkinci Şuaları telif [kaleme alma] ediyor. Hapisteki birçok kimseler, Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefis ederek mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir hale geliyorlar.

Gizli dinsizler, Isparta havalisinde, “Bediüzzaman ve talebeleri idam [hiçlik, yokluk] edilecek” diye propagandalar yaptırarak, korku ve dehşet saçıyorlar.Haşiye [dipnot] Diğer taraftan

271

Bediüzzaman’ın hapse konulmasından mütevellit [ileri gelen, hasıl olan, çıkan] muhtemel bir isyan hareketinin vukuundan korkan istibdat [baskı, zulüm] ve ceberut [büyüklük ve haşmet] devrinin hükûmet reisi, şark vilâyetlerine seyahate çıkıyor.

Halbuki Bediüzzaman, ömrü boyunca müspet hareket etmeyi düstur [kâide, kural] edinmiş, “Birkaç adamın hatâsıyla yüzer adamların zarar görmesine sebep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında birtek hadise meydana gelmemiş ve Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine daima sabır ve tahammül ve yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evhamların, dinsizlik hesabına, maksad-ı mahsusla husule [meydana gelme] getirildiğini herkes anlamıştır.

Bediüzzaman yüz yirmi talebesiyle beraber 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor. Âni yapılan araştırmalarla elde edilen bütün risale ve mektuplar meydanda olduğu halde, mahkûmiyetlerini intaç [netice verme] edecek bir delile rastgelinememiş ve neticede kanaat-i vicdaniye ile, keyfî bir surette Said Nursî’ye on bir ay ve on beş arkadaşına da altışar ay ceza vererek, mütebaki [geri kalan kısım] kalan yüz beş kişiyi beraat ettirmiştir. Halbuki isnad edilen suç sabit olsaydı, Bediüzzaman Said Nursî’nin idamına ve arkadaşlarının da hiç olmazsa ağır hapsine hükmedilecekti. Nitekim bu yersiz karara Bediüzzaman itiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına lâyık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraatine veya idamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir.

Burada, harika bir hadiseyi nakletmeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki:

Bediüzzaman hapiste iken, birgün, o zamanın Eskişehir Müddeiumumisi [savcı] Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüple ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne,

“Niçin Bediüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm.” der.

272

Müdür de, “Hayır efendim. Bediüzzaman hapishanede, hattâ tecrittedir. Bakınız” diye cevap verir.

Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu harika vakıa adliyede şayi olur. Hakimler “Bu hale akıl erdiremiyoruz” diye birbirlerine naklederler. Haşiye [dipnot]

ba

273

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN ESKİŞEHİR MAHKEMESİ MÜDAFAATINDAN BİR KISMI

1935

 Eskişehir mahkemesinde, Said Nursî’nin siyasî şeylerle meşgul olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] etmiş, sadece bir âyet-i kerimeyi tefsir eden bir risalesinden dolayı ceza verilmiştir ki, âyet-i Kerime tefsirinden dolayı bir müfessiri [açıklayan, yorumlayan] cezalandırmak, dünyanın hiçbir mahkemesinde görülmemiştir, elbette ve elbette büyük bir adlî hatâdır.

O Müdafaadan Bir Parça

Ey heyet-i hâkime! [hakimler heyeti, kurulu] Beni dört-beş madde ile ittiham [suçlama] edip tevkif ettiler.

Birinci madde: İrtica fikriyle dini âlet edip, emniyet-i umumiyeyi [genel güvenlik] ihlâl edebilecek bir teşebbüs niyeti olduğu ihbar edilmiş.

Elcevap: Evvelâ, imkânat başkadır, vukuat başkadır. Herbir fert, çok adamları öldürebilmesi mümkündür. Bu imkân-ı katil cihetiyle mahkemeye verilir mi? Herbir kibrit bir haneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkânıyla kibritler imha edilir mi?

Saniyen: [ikinci olarak] Yüz bin defa hâşâ! İştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye, [iman ilimleri] rızâ-yı İlâhîden [Allah’ın rızası] başka hiçbir şeye âlet olamaz. Evet, güneş kamere [ay] peyk [uydu] ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nuranî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] anahtarı ve hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] bir güneşi olan iman dahi, hayat-i içtimaiyenin âleti olamaz. Evet, bu kâinatın en muazzam meselesi ve şu hilkat-ı âlemin en büyük muammâsı olan sırr-ı imandan [iman sırrı] daha ehemmiyetli bir mesele-i kâinat yoktur ki, bu mesele-i sırr-ı iman ona âlet olsun.

Ey heyet-i hâkime! [hakimler heyeti, kurulu] Eğer bu işkenceli tevkifim yalnız hayat-ı dünyeviyeme [dünya hayatı] ve şahsıma ait olsaydı; emin olunuz ki, on seneden beri sükût ettiğim gibi yine  

274

sükût edecektim. Fakat tevkifim, çokların hayat-ı ebediyelerine [sonsuz âhiret hayatı] ve muazzam tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşfini tefsir eden Risale-i Nur’a ait olduğundan, yüz başım olsa ve hergün biri kesilse, bu sırr-ı azîmden [büyük sır] vaz geçmeyeceğim. Ve sizin elinizden kurtulsam, elbette ecel pençesinden kurtulamayacağım. Ben ihtiyarım, kabir kapısındayım. İşte o müthiş tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] o muazzam keşfini göze gösterir bir surette tefsir eden Risale-i Nur’un, o tılsıma ait yüzer meselelerinden, bu herkesin başına gelecek olan ecele ve kabre ait yalnız bu sırr-ı imana [iman sırrı] bakınız ki:

Acaba, bu dünyanın bütün muazzam mesâil-i siyasiyesi, ölüme, ecele inanan bir adama daha büyük olabilir mi ki, bunu ona âlet etsin. Çünkü, vakit muayyen olmadığından, her vakit baş kesebilen ecel, ya idam-ı ebedîdir [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] veyahut daha güzel bir âleme gitmeye terhis tezkeresidir. Hiçbir vakit kapanmayan kabir, ya hiçlik ve zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] kuyusunun kapısıdır veyahut daha daimî ve daha nuranî, bâki bir dünyanın kapısıdır.

İşte, Risale-i Nur, keşfiyat-ı kudsiye-i Kur’âniyenin feyziyle, iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyetle gösterir ki, eceli idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis vesikasına [belge] ve kabri dipsiz, hiçlik kuyusundan müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir bahçe kapısına çevirmeleri, şüphesiz, kat’î bir çaresi var. İşte bu çareyi bulmak için, bütün dünya saltanatı benim olsa bilâ-tereddüt [tereddütsüz] feda ederim. Evet, hakikî aklı başında olan, feda eder.

İşte, efendiler, bu mesele gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşif ve izah eden Risale-i Nur’a, evrak-ı muzırra gibi—hâşâ, yüz bin defa hâşâ!—siyaset cereyanlarına âlet edilmiş garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] kitaplar nazarıyla bakmak, hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza [bir şeyin gereği] eder? Acaba istikbal nesl-i âtisi [gelecek nesil] ve hakikî istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelâli, [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah] bu suali, müsebbiplerinden [sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan] sormayacaklar mı? Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi,  

275

vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, lâik cumhuriyet prensibiyle bîtarafane [tarafsızca] kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahanelerle ilişmemek gerektir.

Salisen: [üçüncü olarak] Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı [balık] Sitte namındaki mücahedatımı [mücadeleler] takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.

“Bizimle çalış” dediler.

Dedim: “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.”

Evet, ilişmedim ve ilişenlere iştirak etmedim. Çünkü, an’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde [tarafında] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir bir dehâ-yı askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf [ne yazık ki] bir vesile oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, hususan Reisicumhurda [Cumhurbaşkanı] bir dehâ hissettim ve dedim:

“Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anât aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için, ne kadar elimden gelmişse, dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim. Hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim—tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm [kuruntu] edilmesin. Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delâlet eden,

Birinci delil: On üç senedir siyaset lisanı olan gazeteleri bu müddet zarfında hiç okumadığım dokuz sene oturduğum Barla köyünde ve dokuz ay ikamet ettiğim Isparta’da dostlarım biliyorlar. Yalnız, Isparta tevkifhanesinde, gayet insafsız bir gazetecinin dinsizcesine, Risale-i Nur’un talebelerine hücumunun bir fıkrası, [bölüm] istemediğim halde kulağıma girdi.

İkinci delil: On senedir Isparta vilâyetinde bulunuyordum. Dünyanın çok  

276

tahavvülâtı [başka bir hâle geçme, dönüşme] içinde siyasete karışmak teşebbüsüne dair hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat [belirti] görülmediğidir.

Üçüncü delil: Hiçbir hatıra gelmeyen, âni olarak benim ikametgâhım bastırıldı, tam taharrî [araştırma] edildi. On seneden beri en mahrem evrakımı ve kitaplarımı aldılar. Hem vali dairesi, hem polis dairesi, bu kitaplarımda siyaset-i hükûmete ilişecek hiçbir maddeyi bulamadıklarını itiraf etmeleridir. Acaba, on sene değil, belki on ay benim gibi sebepsiz nefyedilen [sürülen, sürgün edilen] ve merhametsizce zulüm gören ve işkenceli tazyik ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edilen bir adamın en mahrem evrakı meydana çıksa, zalimlerin yüzlerine savrulacak on madde çıkmaz mı?

Eğer denilse: “Yirmiden ziyade mektupların yakalandı.” Ben de derim:

O mektuplar, birkaç sene zarfında yazılmışlar. Acaba, on sene zarfında on dosta, on ve yirmi ve yüz mektup çok mu? Madem muhabere serbesttir ve dünyanıza ilişmezler; bin olsa da bir suç teşkil etmezler.

Dördüncü delil: Müsadere edilen bütün kitaplarımı görüyorsunuz ki, siyasete arkalarını çevirip, bütün kuvvetleriyle imana ve Kur’ân’a, âhirete müteveccih [yönelen] olmalarıdır. Yalnız iki-üç risalelerde Eski Said sükûtu terk ederek, bazı gaddar memurların işkencelerine karşı hiddet etmiş; hükûmete değil, belki vazifesini su-i istimal [kötüye kullanma] eden o memurlara itiraz eylemiş, mazlumane şekvasını yazmış. Fakat, yine o iki-üç risaleyi mahrem deyip neşrine izin vermedim. Has bir kısım dostlarıma münhasır kalmışlardır. Hükûmet ele bakar ve zahire dikkat eder. Kalbe bakmak, gizli ve hususî işlere bakmak hakkı yoktur ki, herkes kalbinde ve hanesinde istediğini yapabilir ve padişahları zemmeder, [ayıplama, kötüleme] beğenmez.

Ezcümle: Yedi sene evvel, “daha yeni ezan çıkmadan”, bir kısım memurlar sarığıma, hem hususî Şâfiîce [şifa verici] ibadetime müdahale etmek istemelerine mukabil, bir kısa risale yazıldı. Bir zaman sonra yeni ezan çıktı; ben o risaleyi mahrem dedim, intişarını [açığa çıkma, yayılma] men ettim. Hem, ezcümle, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen itiraza karşı bir cevap yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbu risalelerimden alınan ve On Yedinci Lem’a [parıltı] namındaki risalenin bir meselesi olarak kaydedilmiş ve sonra Yirmi Dördüncü Lem’a [parıltı] ismini alan kısacık Tesettür Risalesi,ilerideki [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] kanunlara  

277

temas etmemek için, o Tesettür Risalesi‘ni [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] setrettim. [örtme] Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risale, medeniyetin, Kur’ân’ın âyetine ettiği itiraza karşı, müskit [susturucu] ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.

Beşinci delil: Dokuz senedir, bir köyde inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar ettiğim; ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] ve siyasetten sıyrılmak istediğim; ve bu defa gibi, müteaddit [bir çok] başıma gelen bütün işkencelere tahammül edip, dünya siyasetine karışmamak için bu on senede hiç müracaat etmediğimdir. Eğer müracaat etseydim, Barla yerine İstanbul’da oturabilirdim. Ve belki, bu defadaki gaddarane tevkifimin sebebi, müracaatsızlıktan küsen ve gururlarına dokunan Isparta Valisinin ve hükûmetin bazı memurlarının, garazlarından veya iktidarsızlıklarından habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp, Dahiliye Vekâletini [İçişleri Bakanlığı] evhamlandırmasıdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Benimle temas eden bütün dostlarım bilirler ki, siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahvâl-i ruhiyeme [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş. Bu halin bir hikmeti şudur ki: Hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] müştak [arzulu, aşırı istekli] ve memuriyet mesleğine giren birçok zatları, bu hakaike endişeli ve tenkitkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir kanaatindeyim…

Binbaşı Merhum Âsım Bey isticvab [sorguya çekme, ifade alma] edildi. Eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane [doğru ve düzgün] askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, “Ya Rab, canımı al” diyerek on dakikada teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] eyledi, istikamet [doğru] şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hatâ diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hatâ tevehhüm [kuruntu] edenlerin çirkin hatâlarına kurban [yakın] oldu.

278

Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telâkki [anlama, kabul etme] ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini [elem çekme] düşünmeseydim, ben de, âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] kardeşim Âsım Bey gibi “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Canımı da al” diyecektim. Her neyse…

Benim sebeb-i ittihamımdan [suçlama sebebi] olan,

· Üçüncü madde: Risale-i Nur’un müsaade-i hükûmet alınmadan intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve hissiyat-ı imaniyeyi kuvvetleştirmesiyle, ileride belki hükûmetin serbestane prensiplerine sed çeker ve emniyet-i umumiyeyi [genel güvenlik] ihlâl eder.

Elcevap: Risale-i Nur, nurdur. Nurdan zarar gelmez. Siyaset topuzunu on üç seneden beri elinden atmıştır ve bu vatanın ve bu milletin hayatlarının temel taşları olan hakikat-i kudsiyeyi [kutsal hakikatler] tespit eder ve bu mübarek milletin yüzde doksan dokuzuna zararsız menfaati olduğuna, eczalarını okuyan bütün zatları işhad [şahid gösterme] edebilirim. Haydi, biri çıksın, desin: “Bunda bir zarar gördüm.”

Saniyen: [ikinci olarak] Benim matbaam yok ve müteaddit [bir çok] kâtiplerim yok. Birisini zorla bulabilirim. Ve hüsn-ü hattım [güzel yazı] yok. Yarım ümmîyim, bir saatte ancak bir sahifeyi çok noksan yazımla yazabilirim. Merhum Âsım Bey gibi bazı zatlar, benim için bir yadigâr olarak, güzel yazılarıyla yardım ettiler. Benim çok hazin gurbetimdeki hatıratımı yazdılar. Sonra, o envar-ı imaniyeyi derdine tam derman bulan bir kısım zatlar, onları okumak istediler ve okudular; hayat-ı ebediyelerine [sonsuz âhiret hayatı] tam bir tiryak [derman, ilaç] olduğunu hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gördüler, kendileri ne istinsah [kopyasını çıkarma] ettiler. Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde [denetleme bakışı] bulunan “Fihriste Risalesi” gösteriyor ki, Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, bir âyet-i Kur’âniyenin [Kur’an âyeti] hakikatini tefsir eder ve hususan erkân-ı imaniyeye [iman esasları] dair âyetleri öyle bir vuzuhla [açıklık] tefsir eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’ân aleyhinde hazırladıkları hücum plânlarını ve esaslarını bozuyor.

Şimdilik elinizde “İhtiyar Risalesi”nin On Birinci Ricasında [ümit] binler imanî ve tevhidî burhanlardan [delil] bir tek burhan [delil] var. Nümune için ona bakınız, dikkat ediniz;

279

dâvâm doğru mudur, yanlış mıdır, anlarsınız. Hem bu vatana ve bu millete ne kadar menfaatli olduğuna nümune için, Risale-i Nur’un eczalarından olan İktisat Risalesi ve hastalara, imandan gelen yirmi beş devalı risale ve ihtiyarlara, imandan gelen on üç rica [ümit] ve tesellî risaleleri, bu mübarek milletin yarısından ziyade bir yekûn [bütün, toplam] teşkil eden fakirler, hastalar, ihtiyarlar taifelerine gayet kıymettar bir hazine-i servet ve tiryak [derman, ilaç] ve ziya olduğunu insafla bakan herkes kabul eder kanaatindeyim.

Hem vazife-i tahkikatınıza yardım için derim: Fihriste Risalesi, yirmi senelik risalelerin bir kısmının fihristesidir. İçindeki risalelerin bir kısmının asılları Darü’l-Hikmetten başlar. Fihriste’deki numaralar, telif [kaleme alma] tertibiyle değildirler. Mesela, Yirmi İkinci Söz, Birinci Sözden daha evvel te’lif edilmiş ve Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel yazılmış. Bunlar gibi çok var…

Salisen: [üçüncü olarak] İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları, emniyet ve âsâyişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin [huy, karakter] ve iyi hasletlerin [huy, karakter] menşe ve menbaı [kaynak] olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliğiyle [huy, karakter] emniyeti ihlâl eder.

Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir gazete gördüm ki, İngilizlerin bir Müstemlekât [sömürgeler] Nâzırı demiş: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız… Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin [inatçı] bu sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum. Dahiliyeye pek bakamıyorum ve dahildeki kusuru, Avrupa’nın hatâsı, ifsadıdır [bozma] derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] Risale-i Nur o muannid [inatçı] kâfirin hülyasını kırdığı gibi, maddiyun, tabiiyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada, hangi şekilde olursa olsun, hiçbir hükûmet yoktur ki, kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir mâden-i kuvve-i mâneviyesini yasak etsin ve nâşirini [neşreden, yayan, yayınlayan] mahkûm eylesin! Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki, hiçbir kanun, târik-i dünya [dünyayı terk eden] olanlara ve âhirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez.

280

Elhasıl: [kısaca, özetle] On sene kadar sebepsiz bir nefye mahkûm; ihtilâttan, [birbirine karışma] muhabereden memnu, [yasaklanmış] gurbetzede bir ihtiyar adamın, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olan imanına dair hâtırat-ı ilmiyesini yazmasını, dünyada hiçbir kanun ona yasak diyemez ve demez kanaatindeyim. Ve şimdiye kadar hiçbir âlim tarafından tenkit edilmemesi, elbette o hatırat, ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olduğunu ispat eder.

Benim ittihamım [suçlama] ve tevkifime sebep gösterilen,

· Dördüncü madde: Devletçe yasak edilen tarikat dersini vermekle ihbar edilmiş olmaklığımdır.

Elcevap: Evvelâ, elinizdeki bütün kitaplarım şahittirler ki, ben hakaik-i imaniyeyle [iman hakikatleri, esasları] meşgulüm. Hem müteaddit [bir çok] risalelerde yazmışım ki: “Tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok; fakat imansız Cennete girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır” diye beyan etmişim.

Saniyen: [ikinci olarak] On senedir Isparta vilâyetinde bulunuyorum. Biri çıksın, “Bana, tarikat dersi vermiş” desin! Evet, bazı has âhiret kardeşlerime ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve hakaik-i âliye [yüce hakikatler] dersini hocalık itibarıyla vermişim. Bu, tarikat talimi değil, belki hakikat tedrisidir. [öğrenim, eğitim] Yalnız bu kadar var: Ben Şâfiîyim; [şifa verici] namazdan sonraki tesbihatım Hanefî tesbihatından biraz farklıdır. Hem, akşam namazından yatsı namazına kadar ve fecirden [sabah vakti] evvel, hiç kimseyi kabul etmemek şartıyla, kendi kendime günahlarımdan istiğfar [af dileme] ve âyetler okumak gibi şeylerle meşguliyetim var. Zannederim, dünyada hiçbir kanun bu hale yasak diyemez.

Bu mesele-i tarikat münasebetiyle hükûmet ve mahkeme memurları tarafından benden soruluyor: “Ne ile yaşıyorsun?”

Elcevap: Dokuz sene ikamet ettiğim Barla halkının müşahedesiyle, şiddet-i iktisat berekâtıyla ve tam kanaat hazinesiyle ve ekser günlerde herbir gün yüz para ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı benimle temas eden dostlarım bilirler. Hattâ yedi sene zarfında elbise, pabuç gibi şeylere yedi banknot ile idare ettim.

281

Hem, elinizde bulunan tarihçe-i hayatımın [hayat hikayesi] şehadetiyle, bütün hayatımda halkların hediye ve sadakalarından istinkâf [çekimser kalma, uzak durma] edip, en sadık dostlarımın hatırlarını rencide ederek hediyesini reddetmişim. Eğer mecburiyetle hediye almışsam, mukabilini vermek şartıyla aldığımı, bana hizmet eden dostlarım bilirler. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tab’ına [baskı basma] sarf ettim; az bir kısmını, hacca gitmek için sakladım. İşte o cüz’î [ferdî, küçük] para, iktisat ve kanaat berekâtıyla on sene bana kâfi [yeterli] geldi ve yüz suyumu döktürmedi. Daha o mübarek paradan biraz var.

Ey heyet-i hakime,

Bu uzun ifâdâtımı [ifâdeler] dinlemekten usanmamak gerektir. Çünkü, yirmi-otuz kitap, benim tevkifnamemin evrakı içine girmişler. Bu kadar itham [suçlama] evrakıma karşı, elbette bu uzun ifade kısa kalır. Ben, on üç senedir dünya siyasetine karışmadığımdan, kanunları bilmiyorum. Hem, kendimi müdafaa için aldatmaya tenezzül etmediğime tarihçe-i hayatım [hayat hikayesi] şahittir. Ben, hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] olduğu gibi beyan ettim. Sizin vicdanınız var ve kanunların gadirsiz [zulüm, acımasızlık] veçh-i tatbiklerini bilirsiniz, hakkımda hükmünüzü verirsiniz. Bunu da biliniz ki:

Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi, kurt bahanesi nev’inden veya kendilerine pâye [mertebe, rütbe] vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda dürbün ile bakarak habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] gösterdiler. Sizlerden ümidimiz şudur ki: İktidarınızdan, onların evhamlarının kubbesinin [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe olduğunu göstermektir. Yani onların dürbünlerini aksine çevirip bakarsınız…

Hem bir ricam [ümit] var: Müsadere edilen kitaplarımın, bin liradan ziyade bence kıymetleri var; bana iade ediniz. Onların mühim bir kısmı on iki sene evvel Ankara Kütüphanesine [kitaplar] iftihar ve teşekkürle kabul edildiğini, kütüphane nazırı gazeteyle ilân etmiştir. Şimdilik hayatıma hükümleri geçen heyetinizin reyi [fikir, düşünce] ile bu ifademin bir suretini müdde-i umumîye [savcı] verip beni bu zarara sokanlar aleyhinde ikame-i dâvâ etmek ve bir suretini Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] ve bir suretini de Meclis-i Meb’usana vermek istiyorum.

ba

282

Yukarıdaki müdafaatımın birinci tetimmesi [ek]

Beni istintak [konuşturma] eden zatın ve heyet-i hakimenin nazar-ı dikkatlerine, [dikkat içeren bakış]

Evvelki ifademe üç maddeyi ilâve ediyorum.

Birinci madde:

Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas [hissettirme] eden ve bil’iltizam [sıkıca sarılarak] hiçten bir sebeb-i itham icat etmek nev’inden, musırrane, bir cemiyet ve teşkilât varmış gibi soruyorlar “Bu teşkilâtı yapmak için nereden para alıyorsunuz?” diyorlar.

Elcevap: Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum: Böyle bir cemiyet-i siyasiyenin, bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, [belge] hangi emareler var ve parayla teşkilât yaptığımıza hangi delil ve hangi hüccet [delil] bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar? Ben, on senedir Isparta vilâyetinde şiddetli tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında bulunmuşum. Bir-iki hizmetkâr ve on günde bir-iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasî muhalif cemiyetlerin ne kadar aksülâmeller [işin aksi, ters tepki] ile zararlı ve akîm [neticesiz] kaldığını mükerrer müşahedatla [gözlem yapmalar] görmüş ve kendi kavim [insan topluluğu] ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta, siyasî cemiyet ve cereyanları reddetmiş ve karışmamış ve iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] gayet kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hiçbir şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz[maksatlar, gayeler] siyasî ile çürütmeyi en büyük bir cinayet telâkki [anlama, kabul etme] ederek şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan ve on seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 kendine düstur [kâide, kural] eden; ve hileyi hilesizlikte bulan, asabî ve bilâ-perva [pervasız, çekinmeden] esrarını fâşeden; on sene koca Isparta vilâyetinin hassas ve cessas [araştıran, meraklı] memurlarına böyle teşkilât sezdirmeyen bu adamdan, “Böyle bir teşkilât var ve siyasî bir dolabı çeviriyorsunuz” diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki Isparta vilâyeti ve bütün beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve vicdan, onların iftiralarını nefretle karşılar ve “Garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] plânlar ile onu itham [suçlama] ediyorsunuz” diyecekler.

283

Saniyen: [ikinci olarak] Meselemiz imandır. İman uhuvvetiyle [kardeşlik] bu memlekette ve Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamlarıyla uhuvvetimiz [kardeşlik] var. Halbuki cemiyet ise, ekser içinde ekalliyetin [azınlık] ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet olmaz. Meğer, gayet insafsız bir dinsiz, herkesi–hâşâ–kendi gibi tevehhüm [kuruntu] edip, bu mübarek ve dindar milleti tahkir [aşağılama] etmek niyetiyle böyle işaa eder…

Salisen: [üçüncü olarak] Benim gibi pek ciddî bir muhabbetle Türk milletini seven; ve Kur’ân’ın senâsına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden; ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’ân’ın bayraktarı olan bu millete karşı gayet şiddetli taraftar bulunan; ve bin Türkün şehadetiyle, bin milliyetçi Türkçüler kadar Türk milletine bilfiil hizmet eden; ve kıymettar otuz-kırk Türk gençleri, namazsız otuz bin hemşehrilerine tercih etmekle bu gurbeti ihtiyar eden; ve hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza eden ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] pek vâzıh [açık] bir surette ders veren bir insanın, on sene ve belki yirmi-otuz sene zarfında, yirmi-otuz değil, belki yüz ve binler talebesi, sırf iman ve hakikat ve âhiret noktasında onunla fedakârane bağlansa ve âhiret kardeşi olsalar çok mudur ve zararı mı var? Hiç ehl-i vicdan ve insaf bunları tenkide cevaz verir mi? Ve bunlara cemiyet-i siyasiye nazarıyla bakabilir mi?

Rabian: [dördüncü olarak] On sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan kırk para ile geçinen ve yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında; “Nereden para alıp yaşıyorsun ve teşkilât yapıyorsun?” diyenler, ne kadar insaftan uzak düştüklerini ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] anlar.

İkinci madde:

Menemen hadisesinin bir yalancı taklidini yapıp, millete dehşet verip, serbestî kanunları kolayca tatbik etmek desisesiyle [hile, aldatma] hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek, güya “Hükûmetin serbestî kanunlarını kabul ettirmesine yardım ediyoruz” entrikasıyla, beni Barla’dan Isparta’ya cebren celb [çekme] ettiler. Baktılar, ben öyle fitnelere âlet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akîm [neticesiz] teşebbüslere hiçbir meylim yoktur, anladılar ki o vakit plânlarını değiştirdiler. Benim  

284

beğenmediğim bir şöhret-i kâzibemden [yalancı şöhret] istifade edip, hiç hatır ve hayalimize gelmeyen entrikalarla başımıza Menemen hadise-i vak’asının bir mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] taklidini geçirdiler. Hem millete, hem hükûmete, hem mâsum, mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] birçok efrad-ı millete [milletin fertleri, halk] büyük zarar verdiler. Şimdi yalanları meydana çıktıkça, kurdun keçiye bahane bulması nev’inden bahaneler bulup, memurîn-i adliyeyi [adliye memurları] şaşırtmak istiyorlar. Adliye memurlarının bu meselede çok dikkate ve ihtiyata [dikkat, tedbir] muhtaç olduklarını müdafaa-i milliye hukukum noktasında hatırlatıyorum. Asıl itham [suçlama] edilecek onlardır ki, hükûmetin bazı erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] dalkavukluk edip ve sahtekârlıkla, bir yalancı cemiyet maskesi altında, bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] mâsumları, biçareleri tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] ederek küçük bir hadise çıkarır; sonra şeytan gibi habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] gösterip hükûmeti şaşırtır, çok mâsumları ezdirir, memlekete büyük zarar verir, kabahati başkalara yükler. İşte bu meselemiz aynen böyledir.

Üçüncü madde:

Hükûmetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve tesirat-ı hariciyeden [dış tesirler, etkenler] en ziyade bîtarafane, [tarafsızca] hissiyatsız bakmakla mükellef olan, elbette mahkemedir. Ben mahkemenin hürriyet-i tâmmesine istinaden, hürriyetle, hukuk-u hürriyetimi bu suretle müdafaa etmeye hakkım vardır.

Evet, her yerde adliyede mal ve can meseleleri var. Eğer hâkim şahsî hiddet edip bir katili katletse, o hâkim katil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden [dış tesirler, etkenler] bütün bütün âzade ve serbest olmazsa, sureten [görünüş itibarıyla] adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var.

Hem cânilerin ve kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet bîtarafane [tarafsızca] bir merci isterler.

Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda [sorguya çekme, ifade alma] ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve bu Kürt diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip  

285

aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir. Evet, hâkim ve mahkeme tarafgirlik şâibesinden müberrâ [arınmış, temiz] ve gayet bîtarafane [tarafsızca] bakması birinci şart-ı adalet olduğuna dair binler vukuat-ı tarihiyeden, [tarihî olaylar] Hazret-i Ali radıyallahu anhın hilâfeti zamanında bir Yahudi ile mahkemede beraber oturmaları ve çok padişahların, âdi adamlar ile mahkeme-i adalette görülmesi gibi çok hadisat-ı tarihiye varken, benim hakkımda bir yabanilik hissini veren ve nazar-ı adaleti şaşırtmak isteyen adamlara derim:

Ey efendiler,

Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimin mukteza[bir şeyin gereği] olduğundan, bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver [milliyetçi, milletini seven] gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmert bin Türk gençlerini işhad [şahid gösterme] edebilirim.

Hem heyet-i hakimenin ellerinde bulunan otuz-kırk kitabımı, hususan İktisat, İhtiyarlar ve Hastalar risalelerini işhad [şahid gösterme] ediyorum ki, Türk milletinin beşten dört kısmını teşkil eden musibetzede, fakirler ve hastalar ve dindar müttakîler [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] taifelerine bin Türkçü kadar hizmet eden o kitaplar, Kürtlerin ellerinde değil, belki Türk gençlerinin ellerindedirler. Heyet-i hakimenin müsaadesiyle, bizi bu belâya sokan ve hükûmetin mühim bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden ve milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] perdesi altında entrikaları çeviren mülhid [dinsiz] zalimlere derim:

Ey efendiler! Benim hakkımda tespit edilmeyen ve tespit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen ve suç olsa bile yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla Türkün en kıymettar gençlerini ve en muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belâya atmak, milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] midir? Evet,

286

sebepsiz böyle işkenceli tevkife düşenler içinde Türk gençlerinin medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] olacak bir kısım zatlar var ki,Haşiye uzaktan kıymetini hissedip, ona yalnız bir selâm veya imanî bir risale göndermemle, onu bir câni gibi çoluk ve çocukları içinden alıp bu belâya atmak milliyetçilik midir? Ben ki, sizin nazarınızda yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] millettenim diyorum. Bu mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] olan civanmert ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki, onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki, on sene bana zulmeden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki, âli [yüce] seciyelerin [huy, karakter] en halis nümunelerini o âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve takdirle gördüm. Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu [üstünlük sırrı] onlarla anladım. Ben vicdanımla mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] ve çok emarelerle temin ederim ki, eğer bu mâsum mevkuflar [tevkif edilmiş, tutuklu] adedince vücutlarım bulunsaydı veyahut onların umumuna gelen her nevi meşakkatlerini alabilseydim, kasem [yemin] ederim ki, müftehirane, o kıymettar zatlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i zatiyeleri içindir, yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünkü bir kısmını yeni görüyorum. Bir kısmı, belki o benden faide görmüş; ben ondan zarar görmüşüm. Fakat binler zarar görsem, yine onların kıymeti nazarımda tenzil [indirme] etmez.

İşte, ey Türkçülük dâvâ eden mülhid [dinsiz] zalimler! Türk milletinin medar-ı iftiharları [övünç kaynağı] olabilecek bu kadar zatları gayet âdi ve ehemmiyetsiz bahanelerle—sizin tâbirinizle—benim gibi bir Kürt yüzünden perişan etmek, tezlil [zillete düşürme, alçaltma] etmek milliyetçilik midir? Türkçülük müdür? Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum!

İşte mahkeme-i âdile, [adaletli mahkeme] onların mâsumiyetini anlamakla çoklarını tahliye etti. Eğer ortada bir suç varsa, o suç benimdir. Onlar, ulüvv-ü cenaplarından, [yüksek şeref sahibi] benim gibi garip bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek ve kendime mahsus bir risalemi tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] etmek gibi cüz’î [ferdî, küçük] işlerimi sırf lillâh için yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defterim hükmünde olan o iki risalemin âhirlerinde, bir hatıra olmak üzere imzalarını atmışlar. Acaba dünyada, böyleleri, böyle bahanelerle muahaze [cezalandırılma] edecek bir kanun, bir usul ve bir maslahat [amaç, yarar] var mı?

287

 Müdafaatımın ikinci tetimmesi [ek]

Ey heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Gelecek beyanatımda, belki vazifenizce lüzumsuz şeyler bulunacak. Fakat bu meselelerle umum memleket, belki dünya alâkadardır. Yalnız siz değil, onlar dahi mânen dinliyorlar. Hem beyanatımda intizamsızlık göreceksiniz. Sebebi ise, mühim bir hakkım bana verilmedi. Benim hüsn-ü hattım [güzel yazı] yok. Çok rica [ümit] ettim ki, bu hayat-memat meselesidir, bir yazıcı bana veriniz; tâ hakkımı müdafaa için bir istida [dilekçe] yazdırayım. Vermediler. Belki beni iki ay, gayet insafsızcasına bütün bütün konuşmaktan menettiler. Onun için, gayet noksan ve müşevveş [dağınık, karışık] yazımla intizamlı yazamadım. İşte âhir beyanatım budur:

Eğer farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, müfsitlerin, [bozguncu] muhbirlerin ihbar ettikleri gibi, “Risale-i Nur, hükûmetin birtakım siyasetiyle ve bazı kanunlarıyla tevfik [başarı] edilmiyor, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ediyor; belki başka siyasî kanaatlardır ve ayrı ayrı fikirlerdir. Ve umum risaleler, imandan değil, belki siyasetten bahseder” diye, gayet zâhir bir iftira farz ve kabul edilse, cevaben derim:

Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette, hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi âsâyişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat [baskı, zulüm] altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün milleti bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun? Haydi—farz-ı muhal olarak—ben, perde altında kendi kendime kanaat-i siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder; siyaset zulmetine sukut [alçalış, düşüş] etmemiş ve tenezzül etmez.

Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ediyor.”

288

Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misil[benzer] bütün asırlarda mümtaz [seçkin] olarak, bütün aktar-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır.

Sair anâsır-ı İslâmiyenin, [Müslüman unsurlar, milletler] küçük de olsa yine bir kısmı, İslâmiyet haricindedir. Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefâhir-i milliyesini milyonlar menâbi-i diniye ile çakan ve kılınçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti, “dini reddeder veya dinsiz olur” diye itham [suçlama] eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennemin esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] tabakasında ceza görmeye müstehak olurlar. Halbuki Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] kanunlarını da ihata [herşeyi kuşatma] eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder.

Hem ekseriyetle muhatabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır. Böyle mesail-i kudsiyeden, doğru olmak şartıyla, zarar tevehhüm [kuruntu] eden, yalnız şeytanlar olabilir tasavvurundayım. Yalnız üç-dört risale, tenkitkârane şekvâ [şikayet] suretinde bir kısım memurlara bakmış. Fakat o risaleler, hükûmetle mübareze [karşı koyma] ve tenkit için değil, belki bana zulmeden ve memuriyetini su-i istimal [kötüye kullanma] eden bir kısım memurlara karşıdır. Hem sonra da, su-i tefehhüme [kötü anlayış] medar [kaynak, dayanak] olmamak için, o üç-dört risalelere “mahremdir” deyip neşrini men etmişiz. Sair risalelerin ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] dört beş sene evvel ve bir kısmı sekiz on sene evvel, bir kısmı on üç sene evvel telif [kaleme alma] edilmişlerdir. Yalnız İktisat ve İhtiyarlar ve Hastalar risaleleri geçen sene telif [kaleme alma] edilmişler. Ve bununla beraber, risaleler, hükûmetin kanunlarına mugayir [aykırı, zıt] olmadığı ve âsâyişi ihlâl ve halkı idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] mahiyetinde bulunmadığını ve bilakis hükûmetçe takdirlerle karşılanması lâzım geleceğini, zerre

289

miktar aklı bulunan risaleleri bîtarafane [tarafsızca] tetkik eden, tasdik eder. Ve eğer, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, hükûmetin nokta-i nazarına [bakış açısı] çok noktaları muhalif olsa bile, 28 Temmuz 1933 tarihinden, evvelki cürümlerin bu kısımlarını affetmekte olan ve âhiren neşredilen Af Kanunu mucibince o risaleleri takibe mahal kalmadığını iddia edip, bize edilen haksızlığın bir an evvel def edilmesi ve risalelerin iade olunmasını talep ederim.

Eğer insaniyetin mahiyetini, hayvaniyetin en bedbaht ve en aşağı derecesinde telâkki [anlama, kabul etme] ve dünyayı daimî ve lâyezal tevehhüm [kuruntu] ve insanı bâkî ve lâyemût tahayyül [hayal etme] eden bir sarhoş vicdansız tarafından denilse: “Senin bütün risalelerin, imanı pek kuvvetli ders veriyor. Dünyadan soğutuyor; nazarı âhirete çeviriyor. Biz ise, bütün kuvvet ve dikkat ve zihnimizle dünya hayatına müteveccih [yönelen] olmamızla bu zamanda yaşayabiliriz. Çünkü şimdi yaşamak ve düşmanlardan sakınmak çok müşkülleşmiştir.”

Elcevap: İman-ı tahkikînin dersleri, gerçi nazarı âhirete baktırıyor; fakat dünyayı, o âhiretin mezraa [tarla] ve çarşısı ve bir fabrikası göstermekle, daha ziyade dünya hayatına çalıştırır. Hem, imansızlıktaki müthiş bir surette kırılan kuvve-i mâneviyeyi, [mânevî güç] gayet kuvvetli bir tarzda kazandırır. Ve meyusiyet [ümitsizlik] içinde atâlet [hareketsizlik] ve lâkaytlığa [duyarsız] düşenleri şevk ve gayrete, sa’ye [çalışma] sevk eder, çalıştırır. Acaba, bu dünyada yaşamak isteyenler, böyle, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] lezzetini, hem çalışmaya şevki, hem hadsiz musibetlerine karşı dayanmaya medar [kaynak, dayanak] kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] temin eden ve itiraz kabul etmeyen delillerle ispat edilen iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] derslerine yasak denecek bir kanunun vücudunu kabul ederler mi ve öyle bir kanun olabilir mi?

Eğer idare-i millet ve âsâyiş-i memleketin hakikî esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-füruş [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] dese: “Senin risalelerin, asayişi bozanlara ve idareyi karıştıranlara bir medar [kaynak, dayanak] olabilir cihetiyle ve sen dahi ihtiyatsızlık [dikkat, tedbir] edip idare-i hâzıraya itiraz etsen, risalelerin kuvvetiyle bir gaile açmak ihtimaliyle sana ilişiyoruz.”

290

Elcevap: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette, çok mâsumların kanını ve hukukunu zâyi eden fitnelere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mükerreren [defalarca] akîm [neticesiz] ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] ondan birisi, belki asla hiçbirisi karışmadığı gösterir ki, risaleler bu fitnelere zıt ve âsâyişi temine medardırlar. [kaynak, dayanak] Acaba idarece ve âsâyişi muhafazaca, bin imanlı adam mı, yoksa on dinsiz serseri mi daha kolaydır? Evet, iman, güzel seciyeler [huy, karakter] vermekle hem merhamet hissini, hem zarar vermekten sakınmak meylini verir. Amma benim ihtiyatsızlığım [dikkat, tedbir] ise, bu on üç senedir imkân dairesinde ne kadar elimden gelmişse, hükûmetin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etmemek ve onunla uğraşmamak ve işlerine karışmamak için Isparta vilâyetine malûm olan harika bir surette münzeviyane ve merdum-girîzâne ve müşfikkârâne ve siyasetten müçtenibane yaşadığımı bu memleket bilir.

Ey beni bu belâya sevk eden insafsızlar! Anlaşılıyor ki, âsâyiş aleyhinde hareket etmediğimden benden kızdınız, hiddet ettiniz. Âsâyişe düşmanlık damarıyla beni tevkif ettirdiniz. Evet, âsâyişi bozmak ve idareyi karıştırmak isteyenler, benim hakkımda hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek adliyeyi lüzumsuz işgal edip beni tevkif ettirenlerdir. Onların hakkında değil yalnız biz, belki memleket namına, başta müdde-i umumî [savcı] olarak heyet-i hâkimeye [hakimler heyeti, kurulu] dâvâ etmelidir.

Eğer denilse: “Sen vazifesizsin, milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dinî ders veremezsin. Hem, dinî ders verecek resmî bir daire var; onun müsaadesi lâzımdır.”

Elcevap: Evvelâ, benim matbaam ve kâtiplerim yoktur ki vazife-i neşri yapsın. Bizimki hususîdir. Hususî işlere, hususan imanî ve vicdanî olsa, hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturu, [kâide, kural] onun serbestiyetini temin eder.

Saniyen: [ikinci olarak] Hükûmet-i ittihadiye ittifaklarıyla, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede Avrupa’ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] ispat edecek ve millete ders verecek bir vazifeyle tavzif [görevlendirme] etmeleri ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] Van’da beni vaiz tâyin etmesi ve

291

şimdiye kadar yüz risaleden ziyade eserlerim ulema ellerinde gezmesi ve tenkit edilmemesi ispat eder ki, millete ders vermeye hakkım var.

Salisen: [üçüncü olarak] Eğer, kabir kapısı kapansaydı ve insan dünyada lâyemût kalsaydı, o vakit vazifeler yalnız askerî ve idarî ve resmî olurdu. Madem hergün lâakal [en az] otuz bin şahit, cenazeleriyle el-mevtü hakkun [ölüm haktır] dâvâsını imza ediyorlar; elbette dünyaya ait vazifelerden daha ehemmiyetli imanî vazifeler var. İşte Risale-i Nur o vazifeleri Kur’ân’ın emriyle ifa ediyor. Madem Risale-i Nur âmirinin, hâkiminin kumandanı olan Kur’ân, üç yüz elli milyona hükmedip talimat yaptırıyor ve hergün lâakal [en az] beş defa, beşten dördünün ellerini dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] açtırıyor ve bütün camilerde, cemaatlerde, namazlarda, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve semavî fermanlarını [vahiyle gelmiş emir ve tebliğler] hürmetle okutturuyor; elbette onun hakikî tefsiri ve o güneşin bir nuru ve onun bir memuru olan Risale-i Nur, o vazife-i imaniyesini, [iman hakikatlerini yayma görevi] biiznillâh, [Allah’ın izni ile] sadmelere [darbe, yıkıcı müdahaleler] uğratmayarak görecektir. Öyleyse, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] onunla mübareze [karşı koyma] değil, belki ondan istifade etmeye pek çok muhtaçtırlar.

Evet, şu tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muğlâkını keşfeden ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] nereden nereye ve ne olacaklarının tılsımını açan Risale-i Nur’un eczalarından Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve tahavvülât-ı zerratın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] muammâsını keşfeden Otuzuncu Söz ve kâinatta mütemadiyen fena ve zeval [geçip gitme] içindeki faaliyet ve hallâkıyet-i umumîye tılsım-ı acîbini hal ve keşfeden Yirmi Dördüncü Mektup ve tevhidin en derin ve en mühim muammasını keşf ve hal ve izah eden ve haşr-i beşerî bir sinek ihya[diriltme] kadar kolay olduğunu ispat eden Yirminci Mektup ve tabiatperestlerin fikr-i küfrîlerini [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] esasıyla bozan ve tahrip eden Tabiat Risalesi [Yirmi Üçüncü Lem’a] namındaki Yirmi Üçüncü Lem’a [parıltı] gibi Risale-i Nur’un çok cüzleri var. Bunların yalnız birisindeki muammâyı keşfeden bir âlim, bir edip, bir profesör, hangi hükûmette olsa,

292

takdirle mükâfat ve ikramiye verileceğini, bu risaleleri dikkatle mütalâa eden tasdik eyler.

Bu beyanatıma, sadetten hariç tafsilât [ayrıntılar] nazarıyla bakmamak gerektir. Çünkü, Risale-i Nur’un yüzden ziyade risaleleri benim evrak-ı tevkifiyem hükmüne geçmiş olduğundan, hem heyet-i hakime tetkikle mükelleftir; hem ben, izah ve cevap vermeye, Kur’ân’a ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ve istikbale alâkadarlığı cihetiyle mecburum. Madem bir meselenin tam tenevvürü, [çeşitlenme] herhalde uzak ve yakın bütün ihtimalleri beyan etmekle olur; meselemize ait uzak bir ihtimali beyan etmeye ihtiyaç var. Şöyle ki:

Eğer dinsizliği ve küfrü [inançsızlık, inkâr] kendine meslek ittihaz [edinme, kabullenme] eden bedbaht bir kısım adamlar, bir maksad-ı siyasînin [siyasi gaye ve maksat] perdesi altında hükûmetin bazı erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edip iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] etseler veya memuriyet mesleğine girseler ve Risale-i Nur’u desiselerle [hile, aldatma] imha ve beni tehditleriyle susturmak için deseler: “Taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] zamanı geçti. Mâziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih [yönelen] olmak lâzım gelirken, senin irticakârane bir surette dinî ve imanî kuvvetli ders vermen işimize gelmez.”

Elcevap: Evvela o mâzi zannedilen zaman ise istikbale inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş. Ve hakikî istikbal odur. Ve oraya gideceğiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur, tefsir olduğu haysiyetiyle, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ile bağlanmış. Kur’ân ise, küre-i arzı [yer küre, dünya] Arşa bağlayan cazibe-i umumiye [genel çekim] gibi bir hakikat-i cazibedardır. [çekici hakikat, cazibeli gerçek] Asya’da hükmedenler, Kur’ân’ın Risale-i Nur gibi tefsirleriyle mübareze [karşı koyma] edemezler. Belki musalâha [barış yapma] ederler, ondan istifade ederler ve himaye ederler.

Amma benim susmam ise, madem âdi bir keşif yolunda ve ehemmiyetsiz bir fikr-i siyasî peşinde ve dünyevî bir haysiyet yüzünden çok ehl-i izzetin başları

293

feda edilse; elbette koca Cennetin fiyatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] kazandıracak bir âb-ı hayat [hayat suyu] ve bütün feylesofları hayrette bırakacak bir keşfiyat [keşifler] yolunda, vücudum zerreleri adedince başlarım bulunsa ve feda edilmesi lâzım gelse, bilâtereddüt [tereddütsüz] feda edilir. Hem, beni tehdit veya imha suretiyle susturmak, bir dil yerine bin dil konuşturacak. Yirmi seneden beri ruhlara yerleşen Risale-i Nur, susmuş bir dilime bedel, binler dilleri söylettirmesini Rahîm-i Zülcelâlden ümitvarım.

ba

Ehemmiyetsiz, fakat ehemmiyetli bir suç olarakbana sorulan bir mesele

Diyorlar ki: “Sen şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başına koymuyorsun; mahkeme gibi çok resmî yerlerde başını açmıyorsun. Demek o kanunları reddediyorsun. O kanunları reddetmenin cezası şiddetlidir.”

Elcevap: Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Evvelkinin cezası idam [hiçlik, yokluk] ise, bunun cezası ya bir gün hapis ve bir lira ceza-yı nakdî, veya bir tekdir [azarlama] veya bir ihtardır: Ben o kanunlarla amel etmiyorum; hem amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünkü münzevî yaşıyorum. Bu kanunlar hususî menzillere girmez.

Bir ihtar: Bu iki aydır gayet dikkatle ve ince elekle elemek suretiyle, hem Isparta, hem Eskişehir mahkemeleri, hem Dahiliye Vekâleti [İçişleri Bakanlığı] on seneden beri teraküm eden mahrem kitaplarımı ve hususî mektuplarımı müsadere edip teftiş ettikleri halde gizli bir komite ve cemiyet gibi medar-ı itham hiçbir maddeyi tespit etmediklerini itirafla beraber, daha tetkike devam ediyorlar. Ben de derim:

Ey efendiler! Beyhude yorulmayınız. Eğer aradığınız varsa, hiçbir ucunu bu kadar zaman bulamadığınızdan, biliniz ki, onu idare eden öyle acîp bir dehâ vardır ki, mağlûp edilmez ve mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmez. Çare-i yegâne, [tek çare] onunla musalâhadır. [barış yapma] Yoksa, bu kadar mâsumlara zarar vermek ve ezmek yeter! Belki gayretullaha dokunur, galâ (kıtlık) ve veba gibi belâlara vesile olur. Halbuki benim gibi

294

asabî ve en gizli olan sırrını yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] adamlara çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-i Örfîde meşhur ve pek merdane ve fedakârane müdafaatı yapan ve ihtiyarlık zamanında en ziyade âkıbeti tehlikeli ve meçhul sergüzeştlerden [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] sakınmaya mecbur olan bir adama, böyle hiç keşfedilmeyecek komiteciliği isnat etmek, belahat derecesinde bir safdilliktir, [saf kalbli, kolay aldanan] veyahut bir entrikadır.

Heyet-i hakimeden bir hakkımı isterim. Benden müsadere edilen kitaplarımın bence bin liradan ziyade kıymetleri var. Ve onların mühim bir kısmı, on iki sene evvel Ankara Kütüphanesinde [kitaplar] iftihar ve teşekkürlerle kabul edilmiş. Hususan, sırf uhrevî ve imanî olan On Dokuzuncu Mektup ile Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] benim için çok ehemmiyetleri var; benim mânevî servetim ve netice-i hayatımdırlar [hayatın neticesi, gayesi] ve i’caz[mu’cize oluş] Kur’ânînin on kısmından bir kısmının cilvesini göze gösterdikleri için fevkalâde bence kıymetleri var. Hem onları, kendime mahsus olarak yazdırıp yaldızlatmışım. Hem, ihtiyarlığımın gayet hazin hatıratına dair olan İhtiyarlar Risalesinin üç-dört nüshalarından bir tanesini kendime mahsus yazdırmıştım. Madem muaheze edilecek hiçbir dünyevî madde içlerinde yoktur; onları ve Arabî risalelerimi bana iade etmenizi bütün ruhumla istiyorum. Hapiste ve kabirde dahi olsam, o kitaplarım, bu garip dünyanın bana yüklediği beş elîm ve hazin gurbetlerde enislerim ve arkadaşlarımdırlar. Onları benden ayırmakla, tahammülsüz bir altıncı gurbete düşeceğim ve bu çok ağır gurbetin tazyikinden çıkan âhlardan sakınmalısınız.

ba

295

Mahkemenin Reis ve Âzâlarındanehemmiyetli bir hakkımı talep ederim.

Şöyle ki:

Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahis [söz konusu] değil ki, siz beni tebrie [beraat ettirme] etmekle ve hakikat-i hale [bir şeyin gerçek durumu] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmanızla mesele hallolsun. Çünkü, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i takvânın [takvâ sahipleri] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bu meselede, nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] itham [suçlama] altına girdiği ve hükûmete dahi ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lâzım olduğu için, benim müdafaatımı kendim kaleme aldığım bu son kısmını, herhalde yeni hurufla, [harfler] matbaa vasıtasıyla intişarını [açığa çıkma, yayılma] isterim. Tâ ki ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] entrikalara kapılmayıp zararlı, tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve hükûmetin şahs-ı mânevisi [mânevî kişilik] nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] ithamdan [suçlama] kurtulsun. Ve hükûmet dahi, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] hakkında emniyet etsin ve bu anlaşmamazlık ortadan kalksın. Ve hükûmete ve millete ve vatana çok zararlı düşen bu gibi hadiseler ve anlaşmamazlık daha tekerrür etmesin…

Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırıp lisanına getirmeye meydan vermedi, ağızlarını tıkadı ve harika burhanlarını [delil] gözlerine soktu. Evet, Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm, imanın etrafında çelikten zırh oldu, ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] susturdu. Elbette hükûmet-i Cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] bundan memnun oldu ki, meb’usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestiyetle Onuncu Sözün nüshaları gezdi.

Dört aydan beri, bu hayat-memat meselesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektupla dahi sordurulmadığı ve benim hakkımda halkı tenfir [nefret ettirme] edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi [umumun, genelin nefreti] aleyhime celb [çekme] edip bütün bütün teshilât [kolaylık] ve muavenetten [yardım] mahrum kalmış, garip ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] izah ettiğim bir hikâye:

296

Bir zaman, bir padişahın müptelâ [bağımlı] olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve şekvâ [şikayet] yerine gülmüş. Sormuşlar:

“Neden istimdad [yardım dileme] etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?”

Demiş ki:

“İnsan, musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olduğu vakit, evvel pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor. İşte, hâkim de ölmekliğime karar veriyor. İşte, padişah benim kanımı istiyor. Bu antika ve pek garip ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] edilir.”

İşte, ey Şükrü Kaya Bey! Biz de o çocuk hükmüne geçtik. Derdimizi, evvel mahallî hükûmetteki valiye, sonra mahkeme adaletine, sonra Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] müracaat edip mazlumiyetimizi beyan ederek zalimlerden bizi kurtarmak için arzıhal etmek [durumunu bildirmek] mukteza-yı hal [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil] iken, gördük ki: En son şekvâmızı [şikayet] dinleyecek Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] hakkımızda kapıldığı asılsız evhamına bir hakikat rengi vermek ve hatâsını örtmek fikriyle hatâsında ısrar etmesi daha büyük bir hatâ olduğunu düşünmediğinden, dûçar [yakalanmış, düşmüş] olduğu gurur hastalığına, kanımızı isteyerek, bizi asılsız bahanelerle perişan etmek istiyor. Biz de Şükrü Kaya’nın şahsını, Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] olan Şükrü Kaya Beye şekvâ [şikayet] ediyoruz.Haşiye [dipnot] Eğer serbestiyeti tam

297

muhafaza etmek isteyen ve hiçbir tesir karşısında mağlûp olmayan ve vicdanlarındaki hiss-i adaletle hükmeden bu mahkeme, bizi Şükrü Kaya Beyin şahsı hakkında dinleyeceklerini bilseydim, en evvel biz, Şükrü Kaya’nın şahsı aleyhine ikame-i dâvâ edecektik. Çünkü, bir seneden beri, hergün veya her hafta hakkımızda rapor isteye isteye aleyhimize casusların, zabıtaların nazar-ı dikkatini celb [çekme] ettirip, kurban [yakın] koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu. Mahkeme ise, adaletten başka hiçbir şey düşünmemek lâzım gelirken ve hakikaten mahkeme içindeki zatlar da adalete tam bağlı oldukları halde, yüksek makamdaki Şükrü Kaya gibi şahsın tesiratına karşı dayanamadıkları için, bizi tahliye edemeyip süründürüyorlar. Mahallî hükûmet olan Isparta Valisi ve zabıtası ise, herkesten ziyade bizi ve Ispartalı biçare, mâsum mevkufları [tevkif edilmiş, tutuklu] himaye etmek ve bir an evvel kurtulmasına sa’y [çalışma] etmeleri vazife-i vicdaniyeleri iken, bilâkis çok mânâsız ve asılsız bahanelerle Isparta mevkuflarının, [tevkif edilmiş, tutuklu] hususan muhtaç ve fakirlerin tayınlarını [erzak, yiyecek] verdirmeyip, açlıkla sefalete düşmeleri için onları ezdirmeye çalışıyorlar. İşte bu hale şekva değil, belki ağlamanın nihayet derecesini gösteren bu acı hale, o çocuk gibi gülmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyoruz ve tevekkül edip, işimizi Azîz-i Cebbâra [dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet [büyüklük, yücelik] ve yücelik sahibi Allah] havale ediyoruz.

ba

 Mâsum kardeşlerimin mazlumiyetinden gelen feryatlarının işitilmediği ve benim de onlarla konuşturulmadığım bir zamanda, onların meyusiyetlerine [ümitsiz] bir tesellî vermek için yazdığım bir fıkradır [bölüm]

(Bu makam münasebetiyle ilâve edilmiştir)

Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] hıfz ve himayetine bakınız ki, meselemiz münasebetiyle Risale-i Nur’un risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi kusür adamın mahrem evraklarıyla istintakta [konuşturma] oldukları halde ve ecnebîlerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcut ve münteşir [yaygın olan] müteaddit [bir çok] cemiyetlerin hiç

298

birisiyle, Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin [talebe, öğrenci] münasebettarlığını [alâkalı, ilgili] gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlâhiyeye [İlâhî muhafaza, Allah’ın koruması] ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] cidden teyid eden bir inayet-i Rahmâniyedir. [çok merhametli ve şefkatli olan Allah’ın inayeti, yardımı] Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki mâsum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] açılan elleriyle doldurup, geri çevirip, atanların başlarında mânen patlattırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zararla kurtulmak harikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur [mutluluk] ve sevinçle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü müfsidlerin [bozguncu] plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakf etmeliyiz. Şekvâ [şikayet] değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.

ba

Garip ve bana pek çok ağır gelen ve üç günde bir bardak ayran ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen grip hastalığının üçüncü gününde, füc’eten [ansızın, birdenbire] hatırıma ihtar edildi. Ben de o hatırayı teberrük [bereket vesilesi] için, mahkemedeki müdafaatımın bir mukaddemesi [evvel, önce] olarak yazdım. Şiddet ve kusur varsa, hastalığıma aittir. Evet, yüz adamın müdafaa edeceği bir hakikatı yalnız başıma müdafaaya mecbur olduğumdan, taab-ı dimağî ve perişaniyete ve daha çok müz’iç [rahatsız eden] ahval [durumlar] içinde, hakikati doğru olarak, olduğu gibi, bu kadar beyan edebildim.

ba

299

Son müdafaata sonradan bir hikmete binaen ilhak [ekleme] edilmiş bir mukaddemedir [evvel, önce]

Müdafaatımın bütün safahatında [zevk, keyif] gizli ve müthiş bir komiteye karşı mübareze [karşı koyma] vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki [ifade etme tarzı] maksadım şudur:

Nasıl ki hükûmet-i Cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] “dini dünyadan tefrik edip bîtarafane [tarafsızca] kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de, ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen hükûmet-i Cumhuriyeyi, [cumhuriyet hükûmeti] dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden gizli menfi komitelerden tefrik edilip hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum. O entrikacılarla mübareze [karşı koyma] ediyorum. O komitelerden, tesadüfle hükûmetin memuriyetine girenler, ciddî dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükûmeti iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalışıyorlar. O iki kulpun birisi, o mülhidlerin [dinsiz] dinsizliğine temayül [eğilim gösterme] göstermemek mânâsıyla “irtica” kulpunu takıyor. Diğeri—hâşâ ve hâşâ—dinsizliği, bu hükûmet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] ayn-ı siyaseti telâkki [anlama, kabul etme] etmediğimiz mânâsında, “dini siyasete alet etmek” kulpu ile lekelemek istiyorlar.Haşiye [dipnot]

Evet, hükûmet-i Cumhuriye, [cumhuriyet hükûmeti] o gizli müfsidlerin [bozguncu] vatana ve millete muzır [zararlı] efkârlarını [fikirler] elbette terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] etmez ve taraftar olamaz. Men’ etmek, Cumhuriyet kanunlarının muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Ve öyle müfsidlere [bozguncu] taraftarlık ile, Cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükûmet-i Cumhuriye, [cumhuriyet hükûmeti] bizimle o müfsitlerin [bozguncu] mabeyninde [ara] hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] hükmünü alsın. Hangimiz zalim ise ve tecavüz ediyorsa, o vakit hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.

300

Evet, inkâr edilmez ki, kâinatta, dinsizlikle dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne [asıl, esas] vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın Garpta [batı] ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şarkta ve Asya’da tulûları [doğma] kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir [ince işaret] ki, Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükûmet-i Cumhuriye, [cumhuriyet hükûmeti] Asya’nın bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hâsiyetinden [özellik] ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane [tarafsızca] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül [eğilim gösterme] ettirecektir.

İkinci madde: Risale-i Nur’un eczalarında mevadd-ı kanuniyeye muarız [itiraz eden, karşı gelen] meseleler bulunması ortaya konulabilir. Bu cihet mahkemeye aittir. Fakat Risale-i Nur, kendi başıyla yüz mânevî keşfiyatı [keşifler] hâvi [içeren, içine alan] bir eserdir. Bu keşfiyatın [keşifler] birtekini bile, keşşafın [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] hakk-ı keşfini sıyanet etmekle, ziyaa uğratmamak lâzım gelir. Keşfiyatın [keşifler] ehemmiyeti, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve edipler ortasında gayet büyüktür ve ehemmiyeti var. Bir kimse diğerinin keşfiyatını [keşifler] temellük [sahiplenme] edemez. Eğer etse, onun aleyhine ikame-i dâvâ etmek, bütün memleketlerde câri olan bir kanundur. İleride hükûmetin müsaadesini istihsal [elde etme, ele geçirme] suretiyle neşretmek istediğim ve yirmi-otuz seneden beri keşif ve telifine [kaleme alma] çalıştığım ve elli seneden beri devam eden tetkikat ve mücahedat[mücadeleler] fikriye ve muhtelif menbalardaki taharriyat [arama tarama] ve mesaimin neticesi ve semeresi [meyve] olarak yazdığım ve mânevî yüz keşfiyatı [keşifler] gösteren ve binlerce hakikati hâvi [içeren, içine alan] yüzden ziyade risaleden ibaret olan Risale-i Nur’un telifinden [kaleme alma] sonra neşredilen—bazı kanunlara uygun gelmeyen—on beş noktasını ortaya atarak müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] bir vaziyete koymak, bu hakikatlerin ve benim onlara taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden hukuklarımın zıyaını mucip [gerektirici] olmakla beraber, diğerin  

301

intihal ve sirkatine ve temellük [sahiplenme] ve kendine mâl etmesine zemin ihzar [hazırlama] ettiğinden; bu babda, evvelemirde ve herşeyden ziyade hakikat namına ve hukuk hesabına hakkımın muhafazası, âdil mahkemenizin nazara alacağı ilk cihettir. Ve bir cürüm âleti olmak tevehhümüyle [kuruntu] müsadere edilen risalelerimin tazammun [içerme, içine alma] ettiği hakaik, [doğru gerçekler] ehl-i fen [bilim adamları] ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] karşı ispatıma medar [kaynak, dayanak] olmak üzere elimde bulunması lâzım geleceğinden; bu keşfiyat [keşifler] ve münazarat[münazaralar; düzeyli tartışmalar] ilmiye üzerinde hazırlığımı tespit etmek için tarafıma iadesini isterim. Beni mahkûm etseniz de onlar mahkûm olamaz ve hapiste dahi benim arkadaşım olmalıdırlar.

Mahkemelerin ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] cihetindeki haysiyetine, şerefine mühim bir nakîse, [eksiklik, noksanlık] belki zıt olan garazkârların telkinatına [telkinler] tebaiyete, [tabi olma, uyma] elbette mahkeme-i adalet tenezzül etmeyecek ve garazkârların entrikalarını akîm [neticesiz] bırakacaktır. Ve adaletten ve ihkak-ı haktan [hak sahibine hakkını verme] daha büyük bir makam vazife cihetinde tanımayan mahkemenin, her türlü tesirattan âzâde olarak vazifesini yapacağı esas adaletin mukteza[bir şeyin gereği] olduğuna istinaden, şahsım namına değil, belki çok hakikatlerin ve birçok mâsum hukukların kendine bağlı olduğu bir hakikat-i âliye [yüce gerçek] namına, hakkındaki asılsız evhamlarını bir an evvel Risale-i Nur’un hürriyetini ilân etmekle ref etmektir. [kaldırmak]

Üçüncü madde: Bize isnad edilen mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suç ise, umumî bir tabirle ve kuyûd-u ihtiraziye nazara alınmayarak, ceza kanununun yüz altmış üçüncü maddesi, yalnız zahirine ve umumiyetine temas ettirip, mahkûmiyetim istilzam [gerektirme] edilmek istenildiği anlaşılıyor. Bize isnad edilen birkaç maddenin kat’î ve hakikî cevapları zaptınıza geçen müdafaatımda bulunmakla beraber, on veya on beş

302

nokta yüzünden, mânevî yüz keşfiyatı [keşifler] hâvi, [içeren, içine alan] yüzler hakikat-i mühimmeyi [önemli gerçek] câmi yüzden ziyade cüzden ibaret olan Risale-i Nur, mükâfat ve takdir yerine mücazat [ceza] ve tenkitle karşılanmıştır. Mahkemenizden bu hakkımı ve Risale-i Nur’un hürriyet hakkını istemek, büyük bir hakkımdır. Bu cihetin halli ve faslı lâbüd ve zarurîdir.

Dördüncü madde: Şimdiye kadar bana hücum eden ve hükûmeti aleyhimize çeviren kimselerin garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] oldukları ve sırf garaz ile iliştikleri bununla anlaşılıyor ki, bizi vurmak için her kapıya başvurdular. Evvelâ “tarikatçılık” (birşey bulamadılar), sonra “cemiyetçilik,” sonra “siyasetçilik ve inkılâba muhalif hareket ve muhalif komitecilik ve izinsiz neşriyatçılık” gibi çok cihetlerle itham [suçlama] etmek ve bizi vurmak için çalıştıkları halde, bunların hiçbirinde tutunacak bir emare bulamadıklarından, en nihayet bir madde-i kanuniyenin, [kanun maddesi] kuyud-u [kayıtlar, sınırlamalar] ihtiraziyeyi nazara almayarak, zahirî umumiyetinden istifade edip, hiçbir zîakıl [akıl sahibi] kabul etmeyecek ve onlara hak vermeyecek bir nokta ile bizi itham [suçlama] ve mahkûm etmek istiyorlar. Evet, bahsedeceğimiz noktayı, dünyada hiçbir zîakıl, [akıl sahibi] hakikat olarak kabul etmez ve zerre miktarı insafı olan, “iftiradır” diyecek. O nokta şudur:

“Said-i Kürdî dini siyasete alet ediyor” tabiridir. Bu tabirdeki ithamı [suçlama] çürütecek on beş-yirmi delilden ziyade ve beş-on kadarı müdafaatımda zaptınıza geçirilenlerden birisi şudur ki:

Yüzler şahidin şehadetiyle ispat etmeye hazır olduğum, şu beyan edeceğim halim, o ithamı [suçlama] esasıyla çürütüyor. Şöyle ki:

Dokuz sene oturduğum Barlaköyü halkının müşahedesiyle ve dokuz ay ikamet ettiğim Isparta’daki dostlarımın şehadetleriyle ve beni yakından tanıyan dostlarımın işhadıyla, [şahid gösterme] on üç senedir ki, siyaset lisanı olan hiçbir gazeteyi ne okudum ve ne de istedim. Hattâ birkaç hadisede, şahsımla alâkadar zannedilen ve herkesi meraka sevk eden vâkıalardan bahseden gazeteleri okumak arzusu bulunmadı ve okumadım. Ve okutmam.

303

On beş maddeden başka bütün mesaili, [meseleler] âhiretime ve imanıma ve hakikate müteveccih [yönelen] olduğu hükûmetin tetkikat-ı amîkasıyla tezahür eden Risale-i Nur ile Said, dini siyasete âlet ediyor; yani kâinatta yüksek ve mukaddes tanıdığı bir hakikat-i kudsiye [kutsal hakikatler] olan din-i hak[hak din] ve iman-ı tahkikîyi, [araştırma ve incelemeye dayanan iman] siyasete, yani ihtilâlkârâne, en tehlikeli ve en günahlı ve çok hukukun ziyaına sebebiyet veren akîm, [neticesiz] süflî [alçak] bir maksada âlet etmiş” denilir mi? Böyle diyenler, ne kadar daire-i akıl [akıl dairesi] ve insaf ve vicdandan uzak düştükleri ve uzak hükmettikleri anlaşılmaz mı? Elbette, mahkeme-i adalet, böyle asılsız bu evham ve isnadatları def edip, hakkımızda ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] edecektir. Gerçi, kanunları bilmemek eksere göre bir mâzeret teşkil etmez. Fakat haksız olarak, ücra bir köyde, tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, yabancı bir yerde şiddetle dünyadan küstürüp, nefiyle [inkâr] ikamet ettirip, mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ile tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edilen bir adamın kanunları bilmemesi, elbette ehl-i insafın [insaf sahibi kimseler] nazarında bir özür teşkil eder.

İşte, ben o adamım. Ve beni yanlış bir vehim ile muahaze [cezalandırılma] ettikleri mevadd-ı kanuniyenin hiçbirini bilmezdim. Hattâ yeni hurufla [harfler] imzamı atamazdım. Bazan hizmetçimden başka, on günde bir adamla görüşmedim. Herkes bana muavenetten [yardım] kaçar. Avukat tutmaya iktidarım yok. Bütün hayatımda “en menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu” düstur [kâide, kural] olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk [doğruluk] ve doğruluk esasını takip ettim. Bu hakikate binaen, müdafaatımda veyahut bazan nadiren bir-iki risalelerimde, zaman-ı hâzırın [şimdiki zaman] kanunlarına ve resmî merasimlerine tevafuk etmeyen ifâdâtıma [ifâdeler] nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmak adaletin mukteziyat [bir şeyin gerekli neticeleri] ve icabatındandır. Benim müdafaatımda mücmel [kısa, kısaca] kalan noktalar, iddianameye karşı yazdığım itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] vardır ve itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] mücmel [kısa, kısaca]

304

kalan noktaların, müdafaatımda izahatı vardır; birbirini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eder. Yüz altmış üçüncü madde-i kanuniyenin [kanun maddesi] tazammun [içerme, içine alma] ettiği mânen kuyud-u [kayıtlar, sınırlamalar] ihtiraziye ile beraber, vâzı-ı kanunun irade ettiği maksat, âsâyişin ihlâline medar [kaynak, dayanak] olmamak olduğuna binaen, ihlâl-i âsâyişe işaret ve delâlet edecek hiçbir emare ve tereşşuhat, [belirti] benim ve risalelerim yüzünde görülmediği ve zaptınıza geçen müdafaatımda yirmi defa kat’î bir surette bu kanunun meselemizle alâkası olmadığını ve kat’iyen [kesinlikle] cezayı müstelzim bir cihet bulunmadığını ispat ettiğim halde, her nasılsa, bidayetteki evhamın tesiratıyla, o madde-i kanuniye [kanun maddesi] ile bizi muahaze [cezalandırılma] etmek için mezkûr [adı geçen] maddeyi ileri sürmek, hiçbir vecihle [yön] şân-ı adalete yakışmayacağından, beraatimi talep eyleyerek, en son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

ba

305

 İddianameye karşı itiraznâmem

Ey heyet-i hakime ve ey müddeiumumi! [savcı] Bu iddianamede sebeb-i ithamım herbir maddeye karşı, istintak [konuşturma] dairesinde zaptınıza geçen müdafaatımda cevapları vardır. Hususan, “Son Müdafaatım” namındaki otuz beş sahifelik bir müdafaanameyi, itiraz yerine size takdim ediyorum. Bu noktaya nazar-ı adalet ve insafı çevirmek için derim ki:

On seneden beri Isparta vilâyetinde, mazlum bir surette, tazyik altında, âsâyiş-i dahiliye ve emniyet-i umûmiyeye zarar verecek hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat [belirti] olmadığı halde, emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek teşebbüsüyle itham [suçlama] edilmekliğime hangi insaf, hangi vicdan müsaade eder? Eğer yüz altmış üçüncü madde-i kanuniye [kanun maddesi] mânâsı bizim hakkımızda da vech-i tatbiki gibi mânâ verilse, o vakit başta Diyanet Riyaseti, [Diyanet İşleri Başkanlığı] bütün imamlar, hatipler ve vaizlere teşmil etmek [yayma, genişletme] lâzım gelir. Çünkü, hayat-ı diniyeyi [dine ait hayat] telkin etmekte onlarla beraberiz. Eğer telkinat[telkinler] diniye, emniyet-i dahiliyeyi mutlaka ihlâl etmek gibi mânâsız bir fikir ileri sürülse, umuma şâmil [içine alan] olur. Evet, benim, onların fevkinde [üstünde] bir cihet var ki, o da, kat’iyetle, şüphesiz, şeksiz [şüphesiz] hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] izah etmektir. Bu ise, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, umum ehl-i dine [din sahipleri, dindarlar] bir itiraz gelse, bu hal bizi itirazdan kurtarmaya vesile olur. Benim hakkımda bu kadar tahkikatla [araştırma, inceleme] beraber daha tespit edilmeyen; ve tespit etse de adalet-i hakikiye [gerçek adalet] noktasında bir suç teşkil etmeyen; ve bir suç teşkil edilse de yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, yirmi kadar mâsum ve bîgünah kimseleri çoluk çocuğundan, işinden alıkoyup hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine uygun gelmez. Benim ile ednâ [basit, aşağı] bir teması bulunan çok bîçâre masumlar, tevkif ile mühim zararlara dûçar [yakalanmış, düşmüş] oldular.

Şark hadisesi münasebetiyle nefyedilmem, [gönderilme, sürgün] iddianamede iştiraki ihsas [hissettirme] ettiği

306

cihetle cevap veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur. Sırf ihtiyat [dikkat, tedbir] yüzünden nefyedildiğim, [gönderilme, sürgün] hükûmetçe sabit olmuştur. Ben, o zaman da, şimdiki gibi münzevî yaşıyordum. Bir dağın mağarasında, bir hizmetçiyle yalnız otururken, beni tutup, on sene bilâsebep, müracaat etmediğim için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta’da ikamete mahkûm edip, ahirinde bu musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] ettiler.

Üçüncü İddiânâme

“Barla’da iken tesis-i münasebet edildiği, uzağında ve yakınında bulunan bu eşhasın [kişiler] maddî ve mânevî yardımlarını temin ederek faaliyete giriştiği ve heyet-i umumiyesine Risale-i Nur adını verdiği ve kısım kısım yazdırdığı bu eserlerini muhtelif vasıtalarla gizli gizli çoğalttırarak Antalya, Aydın, Milas, Eğirdir, Dinar ve Van gibi mıntıkalarda, adamlarının delâletiyle neşir ve tâmim [genelleştirme, yayma] ettirdiği, bu eserlerden devletin emniyet-i dahiliyesini ihlâl edebilecek olanlarına mahrem ve yarım mahrem diyerek işaretler koyduğu ve bu suretle istihdaf ettiği gayeyi kendisinin de kabul ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiş bulunduğu” hakkındaki fıkraya [bölüm] karşı, şu kat’î ve izahlı cevabın, sizin evvelce zaptınıza geçen “Son Müdafaa” namındaki otuz beş sahifelik müdafaatımı itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] olarak takdimle beraber derim ki:

Yüz bin defa hâşâ! İman ilmini rıza-yı İlâhiden başka birşeye âlet etmemişim ve edemiyorum ve kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur namı altındaki yüz yirmi beş risale, yirmi sene zarfında telif [kaleme alma] edilmiş.

Mahrem dediğimiz risaleler ise, üç tanesi bize gurur ve riyaya medar [kaynak, dayanak] olmamak için mahrem demişim. Şimdi ise, o setr-i mahremin bir köşesini fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecbur olarak derim ki: O mahremlerden birisi keramet-i Gavsiye, ikinci keramet-i Aleviye, üçüncü, sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ait risalelerdir ki, o iki keramet, benim  

307

haddimden yüz derece fazla ve hizmet-i Kur’âniyemi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] takdir suretinde, Hazret-i Ali ile Hazret-i Gavsın işaretleridir. Ve riyadan, gururdan, enaniyetten kurtaracak sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] dair risaleye, en has kardeşlerime mahsus olarak, mahrem denmiştir. Âsâyiş-i dahiliye ile bunların ne münasebeti var ki onlar medar-ı itham oluyorlar? İkinci kısım mahremler ise, “Dârü’l-Hikmet“te [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] ve dokuz sene evvel Avrupa itirazatına [itirazlar] ve Doktor Abdullah Cevdet’in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir-iki risale ve bazı memurların bana insafsızcasına ve gaddarane tecavüzlerine karşı şekvâ [şikayet] suretinde yazdığım iki küçük risaledir ki, son müdafaatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin telifinden [kaleme alma] bir zaman sonra, serbestî kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için, onların neşrini men’ edip, “mahremdir” demişim, en has bir-iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, [araştırma] o mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde bulunmamasıdır. Yalnız umumun fihristesi elinize geçmiş, o fihristeye göre bu noktalardan istizaha lüzum görülmüş, ben de cevap vermişim, o cevap da zaptınıza geçmiştir.

İddianamede, müteaddit [bir çok] mıntıkalar ve Risale-i Nur’un neşir ve tâmimine [genelleştirme, yayma] adamlar vasıtasıyla çalıştığım beyan ediliyor. Cevaben derim ki:

Ben bir köyde, gurbette, kimsesiz, hüsn-ü hattım [güzel yazı] yokken, tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, herkes benim muavenetimden [yardım] çekinirken, yalnız gayet mahdut [sınırlanmış] dört-beş ahbabıma bir yadigâr olarak hatırat-ı imaniyemi gönderdiğime “Neşir ve tamime çalışıyor” demek, ne kadar hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olduğunu elbette takdir edersiniz. Benim gibi haddinden çok fazla teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] mazhar [erişme, nail olma] bir insanın, on beş sene Van’da tedris [öğrenim, eğitim] ile meşgul olduğum halde, birtek dostuma bir-iki imanî risalelerimi göndermekle buna nasıl neşriyat denilir? Benim matbaam yok, kâtiplerim yok, hüsn-ü hattım [güzel yazı] yok; elbette neşriyat yapamadım. Demek Risale-i Nur  

308

câzibedardır, kendi kendine intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor. Yalnız bu kadar var ki: “Onuncu Söz” namında haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair olan risaleyi, daha yeni harfler çıkmadan evvel tab’ [baskı basma] ettirdik. Hükûmetin büyük memurlarının ve meb’uslarının ve valilerinin ellerine geçti; kimse itiraz etmedi. Ondan, sekiz yüz nüsha intişar [açığa çıkma, yayılma] etti. Onun intişarı [açığa çıkma, yayılma] münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve imanî bir kısım risaleler, kendi kendine, bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, [irade dışı] kendi kendine bu intişar, [açığa çıkma, yayılma] benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususî mektuplarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç aydır, bu kadar taharriyat-ı [araştırma] amîka neticesinde, koca bir memlekette, on beş-yirmi adamın ellerinde kitaplarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene telifat [kitap olarak kaleme alınan eserler] ve tedrisatla [öğrenim, eğitim] ömrü geçen bir adamın, yirmi hususî dostunda bazı hususi risaleleri bulunması ne suretle neşriyat olur? O neşriyatla “nasıl bir hedefi takip edebilir?” denilir.

Efendiler! Eğer ben dünyevî veyahut siyasî bir maksadı takip etseydim, bu on sene zarfında, on beş-yirmi değil, yüz bin adamlar ile alâkadarlığım tezahür edecekti. Her neyse, bu noktaya dair son müdafaatımda daha fazla izahat ve tafsilât [ayrıntılar] vardır…

  فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 1 * فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ 2âyetlerinin, eskiden beri medeniyetin itirazına karşı bütün tefsirlerde bulunan bir hakikat gayet kat’î ve şüphesiz bir cevab-ı ilmî, iddianamede benim aleyhimde nasıl istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir?

İddianamede, yine Fihristeden naklen, “huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] ve zikriyenin tercümeleri yerlerini tutmadıkları” medar-ı tenkit [tenkide sebep] beyan ediliyor. Bu mesele, sekiz sene mukaddem [evvel, önce] olmuş bir meseledir ve hiçbir itiraz kabul etmez bir hakikat-i ilmiyedir. Ondan hayli zaman sonra, bu zamanın bazı mukteziyatına [bir şeyin gerekli neticeleri] göre tercüme edilmesinin hükûmetçe kabulü, ne suretle o hakikat-ı ilmiyeyi aleyhime çevirir?

Mescidimizin kapanması münasebetiyle, dört noktadan ibaret, bana vahşiyane zulmeden nahiye müdürüyle birkaç arkadaşı ve kaza kaymakamının, şahıslarına

309

ve memuriyetlerinin su-i istimallerine [kötüye kullanma] karşı bir şekvânamedir [şikayet] ki, o risaleyi kimseye vermedim. Çünkü hiç kimsede bulunmamıştır…

“Onuncu Sözün tevafukatındandır [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ki, Onuncu Sözün satırları hem telif [kaleme alma] tarihine, hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir.” Yani o fıkranın [bölüm] meali budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor prensibiyle bîtarafane [tarafsızca] kalıyor; ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ilhad, [dinsizlik, inkâr] cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeleri muhtemeldir” demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane [tarafsızca] vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel, Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kalblerindeki inkâr-ı haşri sıkıştırdı, lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Sözün harika burhanlarını [delil] gözlerine soktu.

Evet, Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm, imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] susturdu. Elbette hükûmet-i Cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] bundan memnun oldu ki, Meclisteki meb’usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi…

Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad[bozma] siyaseti hesabına tesettür âyetine ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit [susturucu] bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil bundan on beş sene evvel, her zaman takdirle karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyetperver bir hükûmet-i Cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] tahdit etmez…

Ey heyet-i hâkime! [hakimler heyeti, kurulu] Risale-i Nur’un hedefi dünya olsaydı veya bir maksad-ı dünyevî, içinde niyet edilseydi yüz yirmi risale içinde, nazarınızda on binler medar-ı tenkit [tenkide sebep] noktalar bulunacaktı. Böyle yüz yirmi bin tatlı meyveler içinde, sizce sulfato [kinin; sıtma ilâcı] gibi acı gelmiş yalnız on beş meyveler bulunmasıyla o mübarek bahçeyi yasak etmek ve bahçe sahibini mes’ul etmek caiz olabilir mi? Adaletperver olan vicdanınıza havale ediyorum. Ben son müdafaatımda beyan etmişim ki,

310

otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dahilde, ecnebî dolapları hesabına çalışan mülhidlere [dinsiz] karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ederek cevap vermişim ve veriyorum. Muhatabım, ekseriya nefsimden sonra onlar olduğunu, risalelerimi takip eden anlar. Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feylesoflarının başına ve ecnebî entrikaları hesabına çalışan dinsiz herbir mülhidin [dinsiz] yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî bir tokat, hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor? Böylelere ait olan tokadı hükûmet hesabına almak bizim havsalamız [anlama gücü] almıyor ve ihtimal de vermiyoruz. Hükûmet namına ve kanun hesabına bu haklı ilmî tokatları medar-ı mes’ul tutmak değil; belki hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] hürriyetperverliği, bu tokatları alkışlar.

ba

 İtizar

(Üç gün müddetle tebliğ edilen iddianameye karşı itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] yazmak.)

Birinci gün geç geldiği için, akşama kadar ancak okundu. İkinci gün, kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] tercüme edildi. Ancak beş altı saat fırsat bulup, acele bu uzun itiraznameyi [itiraz dilekçesi, yazısı] yazdım. Evvelki müdafaatımda dediğim gibi, kanunları, hususan şimdiki resmî işleri bilmediğimden; çoktan beri ihtilâtdan [birbirine karışma] memnu [yasaklanmış] olduğumdan ve dört-beş saatte yazılan uzun itirazname, [itiraz dilekçesi, yazısı] elbette çok müşevveş [dağınık, karışık] ve noksan olacaktır. Nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmanızı temenni ederim.

ba

311

Ceza Hâkimine Son Müdafaa

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Altmış küsur sahifeden ibaret olan ithamkârane [suçlama] kararnamedeki—on iki sahifelik—şahsıma ait kısmına karşı müdafaamdır:

Kararnamede aleyhimizde zikredilen maddelere karşı, mahkemenin zaptına geçen müdafaatımda kat’î cevapları vardır. Bu kararname namındaki asılsız ve vehimli ithamnameye [suçlama] karşı, on dokuz sahifeden ibaret itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] ve yirmi dokuz sahifeden ibaret son müdafaatımı ibraz ediyorum. Bu iki müdafaa, sorgu hakimlerinin kararnamelerinin bütün muaheze noktalarını ve esas ithamlarını [suçlama] kat’î bir surette red ile çürütüyor, asılsız olduğunu gösteriyor. Yalnız burada, bu kararnamenin istinad ettiği ve itham [suçlama] edenlerin nereden aldandıklarını, bu asılsız muahezeyi nereden iktibas [alıntı] ettiklerini gösterir “Beş Umde” olarak söyleyeceğim.

Birincisi: Risale-i Nur’un, yüz yirmi parçasından iki, üç, dört parçasında on beş fıkra[bölüm] bahane tutup, beni ve Risale-i Nur’u hükûmetin prensiplerine muhalif ve rejimine karşı muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve emniyet-i dahiliyeyi ihlâle teşebbüs ithamıyla [suçlama] gayet asılsız bir dâvâya elcevap:

Ben de derim: Acaba umum Avrupa’nın mal-ı müştereki olan medeniyet ve yalnız bu zamanı ilcaatına [mecburiyetler, zorlamalar] binaen hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, o medeniyetin menfaatli değil, belki kusurlu kısmına, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] hesabına olan müdafaat-ı ilmiyeme hangi suretle “hükûmetin prensibine ve hükûmetin rejimine muhalif” ve “hükûmetin inkılâbı [değişim, devrim] aleyhine hareket” namı veriliyor? Acaba bu hükûmet-i Cumhuriye, [cumhuriyet hükûmeti] Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dâvâ vekilliğine tenezzül eder mi? O kusurlu medeniyetin İslâmiyete muhalif kanunları, eski zamandan beri hükûmetin hedefi midir? Hükûmete muarız [itiraz eden, karşı gelen] vaziyet almak nerede, bu bir kısım kusurlu medeniyet kanunlarına karşı hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ilmî bir surette müdafaa etmek

312

nerede? Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyât-ı kat’iyesiyle, [kesin âyetler] bin üç yüz seneden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütüphanelerde [kitaplar] dolu olan tefsirlerde,

فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ 1* لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ * 2

يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ 3* فَانْكِحُوا مَاطَابَ لَكُمْ * 4

ilââhir gibi âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini [mukaddes hakikatler, gerçekler] Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına [tecavüzler, saldırılar] karşı otuz seneden beri yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi “Hükûmetin inkılâbına, [değişim, devrim] prensibine ve rejimine muhalif kastı var” diye beni itham [suçlama] etmek, öyle bir zahir garaz ve öyle bir esassız vehimdir ki, buradaki mahkeme-i âdileye [adaletli mahkeme] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmeseydi, müdafaa ve cevap vermeyi lâyık görmezdim.

Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilâf ve fesat tohumlarını saçan mülhidlere [dinsiz] karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor? Ve hangi sebeple hükûmete bir taarrruz mânâsı veriliyor? Hangi insafla böyle dinsizliği hükûmete maledip ittiham [suçlama] ediliyor? Hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kuvvetli esasları böyle dinsizlerin aleyhinde olduğu halde, dinsizliği hükûmetin bazı prensiplerine mal edip, benim, vatan ve millet ve hükûmet hesabına öyle müfsidlere [bozguncu] karşı yirmi seneden beri galibane müdafaat-ı ilmiyeme “dini siyasete âlet ve hükûmet aleyhine teşvik” mânâsını vermek, hangi insaf kabul eder ve hangi vicdan razı olur?

Evet, değil bu mahkemeye, belki bütün dünyaya ilân ediyorum: Ben, hakaik-i kudsiye-i [mukaddes hakikatler, gerçekler] imaniyeyi, Avrupa feylesoflarına ve bilhassa dinsiz feylesoflara ve bilhassa siyaseti dinsizliğe âlet edenlere ve âsâyişi mânen ihlâl edenlere karşı müdafaa etmişim ve ediyorum.

313

Ben, hükûmet-i Cumhuriyeyi, [cumhuriyet hükûmeti] ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] biliyorum. Kararname namındaki ithamnamede, [suçlama] vazifesini yapan müstantiklere değil, belki müstantiklerin istinat ettiği mülhid [dinsiz] zalimlerin evham ve entrikalarına karşı derim:

Siz beni, “dini siyasete âlet etmek”le itham [suçlama] ediyorsunuz. Ve o itham, [suçlama] zahir bir iftira olduğunu ve esassız, çürük bulunduğunu yüz delil-i kat’î [kesin delil] ile ispat etmekle beraber, bu ağır iftiranıza mukabil, ben de sizi, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorsunuz diye itham [suçlama] ediyorum!

Bir zaman, cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] bir padişah, adalet niyetiyle çok zulmediyormuş. Bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlim ona demiş: “Ey hakim! Sen, raiyetine [halk] adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünkü tenkitkârane cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] nazarın, zamanen müteferrik [ayrı ayrı] kusuratı [kusurlar] birden toplar, bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem, bir kavmin müteferrik [ayrı ayrı] efradından [bireyler] vücuda gelen kusuratı, [kusurlar] o tenkitkâr cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onlara vurursun. Evet, senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik [ayrı ayrı] zamanda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğin sulfato [kinin; sıtma ilâcı] gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse, hepsini de öldürebilir. İşte, aynı bunun gibi, mehasinin [güzellikler] ortalarında bulunmasıyla, ara sıra kusuratı [kusurlar] setretmek [örtme] lâzım gelirken, sen, raiyetine [halk] karşı kusuratı [kusurlar] izale [giderme] eden mehasini [güzellikler] düşünmeden, cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] nazarınla müteferrik [ayrı ayrı] kusuratı [kusurlar] toplayıp, ağır ceza veriyorsun.” İşte o padişah, o muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlimin ikazatıyla, [uyarılar] adalet namına yaptığı zulümden kurtuldu…

Gizli bir kuvvet, bil’iltizam [sıkıca sarılarak] beni mahkûm etmek istiyor. Ve her bahaneyi bulup, bin dereden su getirmek gibi herbir çareye müracaat edip, kurdun keçiye bahanesinden daha garip bahanelerle beni itham [suçlama] altına almak ve mahkûm ettirilmek istenildiğimi hissediyorum. Meselâ, üç aydır bu kelimeyi tekrar ediyorlar: “Said-i Kürdî, dini siyasete âlet ediyor.” Ben de bütün mukaddesata yeminedi yorum ki:

314

Bin siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] feda ediyorum. Ben, nasıl hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] dünya siyasetine âlet edebilirim? Ben yüz yerde bu ithamı [suçlama] çürüttüğüm halde, yine mânâsız nakarat gibi tekrar edip ileri sürüyorlar. Demek, bil’iltizam [sıkıca sarılarak] ve herhalde beni mes’ul etmek arzusunda bulunuyorlar. Ben de, aleyhimizdeki mülhid [dinsiz] zalimleri, siyaseti dinsizliğe âlet etmeleriyle itham [suçlama] ediyorum. Ve onların medar-ı ithamı olan bu müthiş mânâyı bildirmemek için bana isnat ettikleri, “Said, dini siyasete alet ediyor” cümlesiyle setre [örtme] çalışıyorlar. Madem öyledir, herhalde beni mahkûm etmek istiyorlar. Ben de ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] derim: Bu ihtiyarlıktaki bir-iki senelik ömür için lüzumsuz tezellüle [alçalma] tenezzül etmem.

Beşinci umde: Dört Noktadır.

Birinci nokta: Kararnamede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî [bilerek, direkt] olmadığı halde, bir mânâsında târiz [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] çıkarıyorlar. Halbuki, Risale-i Nur’da hedef bütün bütün ayrı olduğundan, kelimatındaki [ifadeler, sözler] kasta makrun [ulaşmış, kavuşmuş] olmayan târizler [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] değil, belki tasrihler [açık şekilde bildirme] de bulunsa şayan-ı af ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misal, mikyastır. [ölçü] Meselâ:

Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız, yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse, desem “Efendim, affet. Ben, maksadıma gidiyordum. Bilmeyerek çarpıldım”; elbette affeder ve gücenmez. Eğer kastî olarak bir parmağı o adama tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] suretinde kulağına iliştirsem, hakaret telâkki [anlama, kabul etme] edecek ve benden gücenecek…

Risale-i Nur’un hedefi iman ve âhiret olduğundan, harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] siyasetine çarpsa ve şiddetli kelimat [ifadeler, sözler] bulunsa, şayan-ı af ve müsamahadır. Maksadımız size ilişmek değildir. Hedefimize yürüyoruz…

Dünyada hiçbir misli [benzer] görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım. Şöyle ki:

Son müdafaatım ve üç itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] ile yirmi cihetle kat’î delillerle yüz altmış üçüncü maddenin bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan yüz yirmi risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkit [tenkide sebep] yirmi kelimeden aşağı mahdut [sınırlanmış] birkaç nokta bulunmasıyla, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymettar ve menfaatli ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının dinsiz ve mülhid [dinsiz] şakirtlerine [öğrenci] karşı—Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin azalığı münasebetiyle—hakikî ve ilmî müdafaatım, çok

315

zaman sonra ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamana göre kabul edilen Kanun-u Medenînin bazı maddelerine, yüz bin kelimat [ifadeler, sözler] içinde on-on beş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim talep edilmiş; hem mühim keşfiyat-ı mâneviyeyi havi yüz yirmi kitap olan Risale-i Nur’un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve inde’l-muhakeme bütün ilmi ve mantıkî ve kanunî iddia ve müdafaatım, esbab-ı mucibe [bir şeyi gerektirici sebepler] gösterilmeksizin, sebepsiz ve kanunsuz reddedilmiştir.

Yüz altmış üçüncü madde-i kanuniye, [kanun maddesi] “asayişi ihlâl edebilecek hissiyat-ı diniyeyi tahrik edenler” mealinde bulunan şu kanunun, elbette bu hadsiz genişlik içinde bir tefsiri var. Elbette kuyud-u [kayıtlar, sınırlamalar] ihtiraziyesi bulunacak. Yoksa, bu madde, bu geniş mânâ ile beni mahkûm ettiği gibi, bütün ehl-i diyanete [dindar insanlar] ve başta Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] olarak, bütün vaizlere ve bütün imamlara, bana teşmil edildiği gibi teşmil edilebilir. Çünkü, yüz sahifeden fazla müdafaat-ı kat’iye ve hakikiyem ile beraber, bana temas ettirilebilecek bir mânâ veriliyor ki, o mânâ her nasihat eden kimseye ve hattâ bir dostunu iyiliğe sevk etmek için irşad [doğru yol gösterme] eden herkesi daire-i hükmü altına alabilir. Bu madde-i kanuniyenin [kanun maddesi] mânâsı şu olmak gerektir ki, taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] perdesi altında muhalif bir siyaseti takip eden ve terakkiyat-ı medeniyeye sed çekenlere sed çekmek içindir. Bu maddenin, bu mânâda, çok kat’î delillerle ispat etmişiz ki, bize bir cihet-i temâsı yoktur.

Evet, bu madde, bu mânâda tefsirsiz ve kuyud-u [kayıtlar, sınırlamalar] ihtiraziyesiz ve garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] istediği adamları onunla çarpmasına müsait, hudutsuz bir mânâda olamaz. Evet, ben on sene nezaret ve dikkat altında ve yirmi senede telif [kaleme alma] ettiğim yüz yirmi risaleyle bu kadar hakkımdaki tetkikat-ı amîka neticesinde cüz’î [ferdî, küçük] bir derece âsâyişi ihlâl etmiş bir emare, ne bende ve ne de o risaleleri okuyanlarda bulunmadığı halde ve yirmi veçhile [yön] ispat ettiğim ve beni yakından tanıyan zatların şehadetiyle, on üç seneden beri şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığımı ve hükûmetin işine karışmadığımı ve tahammül-ü beşer fevkinde [üstünde] işkencelere tahammül edip

316

dünyaya karışmadığım ve iman hizmetini bu dünyada en büyük maksat telâkki [anlama, kabul etme] ettiğim halde, “Said dini siyasete âlet edip, âsâyişi ihlâle teşebbüse niyet ediyor” diye, beni yüz altmış üçüncü maddeye temas ettirmek, mahkûm etmek, bütün rû-yi zemindeki [yeryüzü] adliye ve mahkemelerin haysiyetine ilişecek ve nazar-ı dikkati celb [çekme] edecek hiç görülmemiş bir hadise-i adliyedir kanaatindeyim.

İşte, cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin hiçbir cihetle zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini ispat eder. İşte, mahkemelerin bu yüksek ve mânevî haysiyetine dayanıp, hukukumu, hürriyetle müdafaa ediyorum. Bir makale içindeki zararlı görülen dört-beş kelime sansür edildikten sonra mütebakisinin [geri kalan kısım] neşrine izin verilirken, yüz yirmi kitabın, birbirinden ayrı ve ayrı ayrı zamanlarda telif [kaleme alma] edildiği halde, yalnız bir-iki risalede şimdiki nazarlara zararlı tevehhüm [kuruntu] edilen on beş kelime yüzünden, yüz on beş mâsum ve menfaattar ve mühim bir kısmı Ankara Kütüphanesinde [kitaplar] mevcut olup iftiharla kabul edilen kitapların ele geçenlerinin müsadere ile mahkûm edilmesi, rû-yi zemindeki [yeryüzü] adliyenin şerefine elbette ilişecek mahiyettedir. Elbette Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] bu haysiyet ve şerefi sıyanet eder.

En ziyade tenkit edilen ve umum kitaplarımı muahazeye [cezalandırılma] sebebiyet veren beş-on mesele içinde en mühimi, gelecek bu iki meseledir:

  فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 1 * فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ 2 âyetleridir. İşte, benim ve kitaplarımın mahkûmiyeti beş-altı meseleden, en birinci bu iki meseledir. Ben hakikî, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tâbir ettiğim medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ispat etmek esası üzerine, matbu ve gayr-ı matbu, Arapça ve Türkçe

317

çok kitaplar yazdım. İrsiyet hakkındaki kanun-u medenînin, Kur’ân’ın bu iki âyetine muhalif maddelerini vaktiyle muvazene [karşılaştırma/denge] etmişim. Onların muannid [inatçı] feylesoflarını da ilzam [susturma] edecek deliller göstermişim. Hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamanına göre kabul ettiği bir kısım kanun-u medeniyenin bir kısım maddelerini kabulden evvel, bu meseleleri, medeniyete ve feylesoflara karşı yazmışım ve müdafaa etmişim. Kurun-u ulâ ve vustâdaki zayi olan kadınlık hukukunu, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gayet ehemmiyetle muhafaza ettiğini beyan etmişim. Şimdi, bu iki meseledeki beyanatım, hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanununa muhaliftir diye, yüz altmış üçüncü madde ile muahaze [cezalandırılma] edildim. Ben de adliyenin en yüksek mahkemesine derim ki:

Bin üç yüz elli senede ve her asırda, üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hakiki ve hakikatli bir düstur-u İlâhînin [İlâhî prensip] üç yüz elli bin tefsirlerin tasdikine ve aynen hükümlerine istinaden, ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] Avrupa mülhidlerine [dinsiz] karşı göstermek için, iki nass-ı âyeti, [âyetin hükmü] on beş sene evvel ve on sene evvel ve dokuz sene evvel üç kitabımda zikretmekliğim, beni şimdiki şerait dahilinde ve ahvâl[haller] sıhhiyem noktasında yaşayamayacağım bir mahpusiyete mahkûm edip ve dolayısıyla, bir cihette âdeta idamıma hükmeden ve yüz on beş risalemi bunun gibi bir-iki mesele yüzünden mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde [yeryüzü] adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir. [bozma, yok sayma]

En ziyade bizi gayet hayretle, nihayet bir meyusiyete [ümitsiz] düşüren şudur ki: Isparta’da habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp, hiçbir hakikate istinad etmeyen evham ve ihbarata binaen hakkımda verdikleri karara karşı mezhebimizde yalana hiçbir cihetle cevaz verilmediğinden, aleyhimde de olsa, hak ve doğru söylemek mecburiyetiyle, yüz yirmi sahife kuvvetli ve mantıkî delillerle kendimi müdafaa ettiğim ve bu kanunla hiçbir cihetle temasım olmadığını ispat ettiğim halde, bu müdafaatımı

318

ve ispatımı hiç nazara almayarak, telif [kaleme alma] tarihiyle istinsah [kopyasını çıkarma] tarihlerini, hattâ bir şahsa irsal [gönderme] eylediğim tarihleri dahi birbirine mağlâta [aldatma, yanıltma] ile karıştırıp ve yirmi senelik işi, bir sene zarfında olmuş gibi görerek, nakarat gibi, Isparta’daki evhamlı kararı, hem sorgu hakimlerinin kararnamesinde, hem makam-ı iddianın [iddia makamı] iddianamesinde, hem bizi mahkûm eden mahkemenin son kararında aynen, haklı müdafaatımız nazara alınmadan tekrar edilmiş ve bizi mahkûm etmişlerdir. Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikati titreten bu haksızlığın bir an evvel ref’i [kaldırma] ve Risale-i Nur’un mâsumiyetinin ilânını, şiddetle adliyenin en yüksek makamı olan mahkemeden beklerim. Eğer pek haklı ve kuvvetli bu feryadımı–farz-ı muhal olarak–adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i meyusiyetimden diyeceğim:

Ey beni bu belâya sevk edip bu hadiseyi icad eden mülhid [dinsiz] zalimler! Madem ve herhalde, mânen ve maddeten beni idam [hiçlik, yokluk] etmeye niyet etmiştiniz. Neden umum mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar [yara] edecek entrikalarla, dolaplarla, adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, “Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz” demeliydiniz!

Sorgu hakimlerinin dört aya yakın bir zamanda, yüz on yedi adamın isticvabı [sorguya çekme, ifade alma] ve tahkikatıyla [araştırma, inceleme] meşgul olduğu bir meseleyi bir buçuk günde Ağır Ceza Mahkemesi gayet sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla bakıp, onların içindeki noksan ve hatâları görmeyerek ve bilhassa akademi heyeti muvacehesinde izah ve ispat edeceğimi iddia ettiğim Risale-i Nur’daki mühim keşfiyat-ı mâneviyeye ait ilmî müdafaatım, esbab-ı mucibe [bir şeyi gerektirici sebepler] ile red ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmeksizin, sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla hükümde istical ettiklerinden, hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ve adaletperver olmalarına, bu sathî [sığ, yüzeysel] nazar sebebiyle, pek yanlış olan bu kararın isabet-i kanuniyesi olmadığından, mucib-i tetkik ve nakzdır. [bozma, yok sayma]

319

NETİCE: Bu babda duruşma evrakının ve bilhassa müsadere edilen matbu ve gayr-ı matbu risalelerimin tetkik ve mütalâasından anlaşılacağı üzere, ilmî ve mantıkî ve kanunî bütün itirazat [itirazlar] ve müdafaatım nazar-ı teemmüle alınmamış; gerek sorgu hakimliğince ve gerek mahkemece esbab-ı mucibe [bir şeyi gerektirici sebepler] gösterilmeksizin, delilsiz ve kanunsuz, indî mütalâalarla açıktan reddedilmiş ve bu sebeple, otuz senedir Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] kısmına karşı Türk-İslâm hukukunu müdafaa eden ve tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muammâsını açan ve mânevî keşfiyatı [keşifler] hâvi [içeren, içine alan] risalelerim müsadere olunduktan başka, ahvâl-i sıhhiyem noktasında tahammül edemeyeceğim cismânî ceza ile mahkûm edilmiş olduğumdan, gerek yukarıda serd edilen sebepler ve gerekse iddianameye karşı verdiğim itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] ve son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi [içeren, içine alan] tahriri [yazı, yazı yazmak] takdim ettiğim ikinci itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] ve son müdafaatımda tafsilen izahata ve ilmî ve kanunî sebeplere ve indettetkik tesadüf buyurulacak nevakıs-ı kanuniyeye binaen, pek açık ve sarih [açık] bir surette mâzuriyetimi istilzam [gerektirme] eden bu hükmünüzün nakzıyla [bozma, yok sayma] adaletin izharını [açığa çıkarma, gösterme] heyetinizden beklerim. وَاُفَوِّضُ اَمْرِي اِلَى اللهِ اِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ 1 der ve tevekkülle Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltica eylerim.

Sâbık [önceki, geçmiş] yüz küsur sahifeden ibaret yedi safha müdafaatım müteaddit [bir çok] defa mahkemede okunmakla beraber, müteaddit [bir çok] mahkemenin defterlerinde zapta geçmiş bu gelecek tashih lâyiha[dilekçe] ise, daha Temyiz evrakımız gelmediğinden okunmamış ve zapta geçmemiştir. Elbette yakında o da zapta geçer.

ba

320

 Mahkeme-i Temyizin dâvâmızı nakzetmeyip [bozma, yok sayma] tasdiki takdirinde, tashih-i dâvâ için Heyet-i Vekileye [Bakanlar Kurulu] yazılmış bir arzuhaldir.

Orada zahiren görülecek şekvâ [şikayet] ise, hükûmete şekvâ [şikayet] etmektir. Ve tenkitler, hükûmeti iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalışan entrikacıları tenkit etmektir.

Ey ehl-i hall ve akd! [Büyük Millet Meclisi, hükümet ve Cumhurbaşkanını seçip azletme yetkisi olanlar] Dünyada emsali nadir bulunan bir haksızlığa giriftar [tutulmuş, yakalanmış] edildim. Bu haksızlığa karşı sükût etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] gayet ehemmiyetli bir hakikati fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecburum. Diyorum ki:

Ya benim idamımı ve yüz bir sene cezayı istilzam [gerektirme] edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz; veyahut bütün bütün divane olduğumu ispat ediniz; veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip, zarar ve ziyanımızı müsebbiplerinden [sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan] alınız.Haşiye [dipnot]

Evet, herbir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanunlarıyla beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab [sebebler] bulunmazsa, elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber, tam hürriyetimizi vermek lâzım gelir. Çünkü meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza, birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam [hiçlik, yokluk] gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benim ile ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, ittiham; [suçlama] belki takdir, mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünkü, bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş. Ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup, esasları zîr ü zeber [alt üst] edilmiş.

321

Elbette o tesirli hizmet ya dahilde gayet müthiş bir netice verir, veyahut gayet nâfi [faydalı] ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için, göz boyamak nev’inde ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] aldatmak tarzında ve hakkımızda zalimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek [örtme] suretinde, çocuk oyuncağı gibi bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim ya idam [hiçlik, yokluk] olur, darağacına müftehirane çıkarlar; veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mâhir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur. Böyle nihayet derecede eblehâne [ahmak] hareket etmez.

Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi, ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil [saf kalbli, kolay aldanan] beş-on biçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle, kendini ve gaye-i hayatı [hayatın gayesi] olan risalelerini tehlikeye atmaktansa, eski zamanda olduğu gibi, Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelilâne [aşağılanan] mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle [büyüklük, yücelik] dünyaya karışabilirdim. Evet, fahr [gurur, övünme] ve temeddüh [böbürlenme] niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfuruşane eski bir kısım riyakârlığımı hatırlatmakla, beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut [alçalış, düşüş] ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, Otuz Bir Mart Hadisesinde bir nutuk ile, isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde [İstiklal Savaşı] Hutuvat-ı [balık] Sitte namında bir makale ile, İstanbul’daki efkâr-ı ulema[âlimlerin görüşleri] İngiliz aleyhine çevirip, harekât-ı milliye [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] lehinde [tarafında] ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu [konuşma] dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i meb’usanın

322

şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli bin banknot, yüz altmış üç meb’usun imzası ile medrese ve darülfünuna [üniversite] tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun [Cumhurbaşkanı] hiddetine karşı, divan-ı riyasetteHaşiye [başkanlık divanı, makamı] kemal-i metanetle fütur [usanç] getirmeyerek mukabele [karşılama; karşılık verme] edip namaza davet eden, ve Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede, hükûmet-i ittihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi [İslâm düşünce ve felsefesi] Avrupa hükemasına [âlimler, filozoflar] tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte [muharebe bölgesi] yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] o zamanın baş kumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle, istikbaline koş-

tuğu o yadigâr-ı harbin hayrına şerefine hissedar olmak fikriyle, İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tab’ı [baskı basma] için kâğıdını vererek, müellifinin [telif eden, kitap yazan] harpteki mücâhedâtı takdirkârâne [övgüyle] yâd edilen bir adam, böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp, izzet-i ilmiyesini [ilmin izzeti] ve kudsiyet-i hizmetini [hizmetin kudsiyeti, yüceliği] ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut [alçalış, düşüş] edemez ki, siz onu bir senelik ceza ile mahkûm edip, âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz… Ve sebepsiz, on sene sıkıntılı bir tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] tâzip [azap] ettikten sonra, şimdi de bir sene hapis ile beraber, bir sene de nezaret altında tutmak suretiyle, padişahın tahakkümünü [baskı] kaldıramadığı halde garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] bir hafiyenin [gizli çalışan, casus] veya âdi bir polisin tahakkümü [baskı] altında azap vermektense, idam [hiçlik, yokluk] edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi [kutsal hizmet] müsaade etseydi, Menemen hadisesinin ve Şeyh Said vâkıasının onar misli [benzer] olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmeyecekti.

323

Evet, hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] arz ediyorum ki, beni bu belâya sevk eden gizli komitenin yaptığı tedabir [tedbirler, oyunlar] ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünkü, hiçbir hadisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır, yüz bin dostum varken, hiçbiri bana bir mektup yazamadı, bir selâm gönderemedi, hükûmeti iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalışan entrikacıların ihbaratıyla vilâyât-ı şarkiyeden, [doğu illeri] ta vilâyât-ı garbiyeye [Batı illeri] kadar her yerde istintaklar, [konuşturma] taharriyatlar [araştırma] devam ettiğidir. İşte, entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hadiseye göre tertip edilmiş. Halbuki, en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hadiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi! Yüz on beş adamdan, on beş mâsumlara beş-altı ay ceza verildi.

Acaba dünyada hiçbir zîakıl, [akıl sahibi] elinde gayet keskin elmas kılınç bulunsa, müthiş bir arslanın veya ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] veya dövüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder. İşte, sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telâkki [anlama, kabul etme] etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya, mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilâf-ı şuur [bilince aykırı, şuur dışı] ve muhalif-i akıl [akla zıt] hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukabil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için, o keskin kılıncı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek… Nasıl ki on sene itiyarî bir inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar edip, tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkinde [üstünde] sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem [kutsal hizmet] beni men’ ediyor.

Ey ehl-i hall ve akd! [Büyük Millet Meclisi, hükümet ve Cumhurbaşkanını seçip azletme yetkisi olanlar] Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmi sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makale ile otuz bin adamı kendi fikrine çeviren, ve koca Hareket Ordusunun nazar-ı dikkatini kendine çeviren ve İngiliz Başpapazının, altı yüz kelimeyle istediği suallerine altı kelimeyle cevap veren ve bidayet-i Hürriyette [hürriyetin başlangıcı, 2. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilân edildiği 1908 yılları] en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüz yirmi risalesinde

324

dünyaya, siyasete bakacak yalnız on beş kelime mi bulunur? Hiçbir akıl kabul eder mi ki, bu adam siyaseti takip ediyor ve maksadı dünyadır ve hükûmete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsaydı, böyle bir adam, birtek risalesinde sarihan, [açık] işareten yüz yerde maksadını ihsas [hissettirme] edecekti! Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkit olsaydı, yalnız tesettür ve irsiyete [miras] dair eski zamandan beri carî bir-iki düsturdan [kâide, kural] başka medar-ı tenkit [tenkide sebep] bulamaz mıydı? Evet, koca bir inkılâbı [değişim, devrim] yapan bir hükûmetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti [siyaset fikri] takip eden bir adam, bir-iki malûm maddeler değil, yüz binler madde-i tenkit [tenkit maddesi] bulabilirdi. Güya hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] yalnız inkılâbı, [değişim, devrim] bir-iki küçük meseledir! Ben de, onu hiçbir tenkit maksadım olmadığı halde, eski yazdığım bir-iki kitabımda zikrettiğim bir-iki kelime varmış diye, hükûmetin rejimine ve inkılâbına [değişim, devrim] hücum ediyor denilmiş. İşte, ben de soruyorum: Böyle en ednâ [basit, aşağı] bir cezaya medar [kaynak, dayanak] olamayan ilmî bir maddeye, koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?

İşte, beni ve beş-on dostlarımı bu âdi, ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nâzırını, mühim bir kuvvetle, Isparta’da bir tek neferin [asker] göreceği işi görmek için Isparta’ya celb [çekme] edilmesi ve Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] Reisi İsmet, vilâyât-ı Şarkiyeye [doğu illeri] o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men’ edilmem ve bu gurbette, kimsesizlikte, hiç kimse halimi sormak ve selâm göndermeye meydan verilmemek gösteriyor ki, dağ gibi bir ağaçta, nohut gibi bir tek meyve bulundurup, mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i Cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek mânâsıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz. Ben hukukumu, kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle ittiham [suçlama] ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini, elbette hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

 Eskişehir hapsinde tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

Said Nursî

ba

325

On Altıncı Mektup

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ قاَلَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

Şu Mektup 2 فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا sırrına mazhar [erişme, nail olma] olmuş, şiddetli yazılmamış.

Çoklar tarafından sarihan [açık] ve mânen gelen bir suale cevaptır. Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Herşeyimi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.

BİRİNCİ NOKTA

Denilmiş: “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk [şüpheli] ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatar[tehlike] bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.

326

Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve meb’us değilim; o halde siyasetçilik bana fuzulî [lüzumsuz] ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] birşeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil [meseleler] tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvetle ve hadise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü [meydana gelme] meşkûk [şüpheli] bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi [dünyaya ilişkin siyasî sohbet] terk etti. Buna kat’î şahit, o vakitten beri, sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın, söylesin. Halbuki, sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkatle benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] bir tereşşuh [sızma/sızıntı] gören söylesin. Halbuki, benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ 1 düsturuyla, [kâide, kural] en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervâsız, [korkusuz] alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştiha[arzu, istek] ve arzusu olsaydı, tetkikata, taharriyâta [araştırma] lüzum bırakmayarak, top güllesi gibi sadâ verecekti.

İKİNCİ NOKTA

Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb [kaçınma, sakınma] ediyor?

Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk [şüpheli] bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] lüzumsuz, fuzulî [lüzumsuz] bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’ân [iman ve Kur’ân hizmeti] için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor:

Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.

327

Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden [kovulmuş, lanetlenmiş şeytan] başka hiç kimsenin—mü’min olsun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun—karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, [günah] kebâirde [büyük günahlar] birer menhus lezzet-i şeytaniye [şeytanî lezzet ve zevk] bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet [lezzet veren taraf] yok. Elem içinde elemdir, zulmet [karanlık] içinde zulmettir, azap içinde azaptır.

İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmayı ve iman gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıldır, [akıl dışı, akla aykırı] ne kadar hilâf-ı hikmettir, [hikmete zıt] ne derece bir divaneliktir; divaneler de anlayabilirler.

Amma “Kur’ân ve imanın hizmeti niçin beni men’ ediyor?” dersen, ben de derim ki:

Hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde [bulaşmış, karışmış] olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunabilen avam [halk] tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil [indirme] etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Neden benimle uğraşıyorsunuz, beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?

328

Eğer derseniz, “Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler”; ben de derim:

Hey efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Birtek adama tarîkat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarîkat zamanı değil.”

Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik [ırkçılık, milliyetçilik] fikri var, o işimize gelmiyor”; ben de derim:

Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ 1 ferman-ı kat’îsiyle, [kesin emir, buyruk] eski zamandan beri menfi milliyet [ırkçılık] ve unsuriyetperverliğe, [ırkçılık] Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil [öldürücü zehir] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika [ayrılık, bölünme] versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O frenk illetine [asıl sebep] karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.

Madem böyledir. Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer [asker] hata etse, garpta [batı] bir nefere [asker] askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın [sınıflar] cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık [sınıflar] münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usul iledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] eder?

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabır ile sükûtumu istiğrap [şaşırma, hayret etme] eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli [büyüklük, yücelik] idin; ednâ [basit, aşağı] bir tahkire [aşağılama] tahammül edemezdin.”

Elcevap: İki küçük hadiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız.

Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, [küçük düşürürcesine] hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar

329

Eski Said damarıyla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale [giderme] edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri [aşağılama] ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden [yalancı şöhret] kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha [barış yapma] etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

Eğer o adamın tahkiratı, [aşağılama] benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın sahibi olan Allah] havale ediyorum. O Azîzdir, [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah] Hakîmdir.

Eğer sırf beni sövmek, tahkir [aşağılama] etmek, çürütmek nev’inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir [aşağılama] etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.

Madem hakikat budur. Kalbim istirahat etti, وَاُفَوِّضُ اَمْرِۤى اِلَى اللهِ اِنَّ اللهَ بَصِيرٌ باِلْعِبَادِ 1 dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] sonra anlaşıldı ki, Kur’ân onu helâl etmemiş.

İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hadise olmuş. O hadisenin vukuundan sonra, yalnız icmâlen [özet] vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi [imana dair mesele] bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilâttan [birbirine karışma] hem ben kendimi men’ ediyordum,

330

hem de ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni men’ ediyordu. Yalnız bir iki ahbap ile haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i âhirete [ahiretle ilgili mesele] dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men’ edildim. Hattâ, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam [belge] elimde olduğundan, o camide dört senedir—Allah kabul etsin—imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazan’da mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte, başıma gelen bu iki hadiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:

Eğer ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal [kendi halini ıslah etme, düzeltme] eder; hem ona keffâretüzzünub [günahlara keffâret, bağışlanmaya vesile] olur. Dünya misafirhanesinin safâsını [gönül hoşnutluğu] çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim.

Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra [dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet [büyüklük, yücelik] ve yücelik sahibi Allah] havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi [yalancı şöhret] kırmak için teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] mazhar [erişme, nail olma] olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir [azarlama] etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden [genel düşünce, kamuoyu] düşürtmek, iskat [düşürme] ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.

331

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana der: “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yi [çalışma] ile geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas [hissettirme] eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] dostlarımın icbarıyla [zoraki, zorlama] kabul etmeye mecbur oldum). Hem maişet-i dünyeviye [dünyaya ait geçim] için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. [hayat kanunu] Ehl-i memleketim [aynı memleketten, hemşehri] ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, [gönderilme, sürgün] çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ile yaşıyorum. Nefsim çendan [gerçi] her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olan berekete mazhar [erişme, nail olma] oluyorum. وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 1 sırrıyla, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas [hissettirme] ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne [iftihar ederek] gizli bereketi izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

332

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile [36,5 kg’a denk gelen bir ölçü birimi] buğday bana kâfi [yeterli] geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet [yeterli olma] edecek, bilmiyorum.Haşiye [dipnot]

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, [geri kalan] bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] pirinç bana kâfi [yeterli] gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi [yeterli] geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi. Ben de dedim: ” تَوَكَّلْنَا عَلَى اللهِ 1 ; kal.”

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne [eseflenerek, üzülerek] şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb [kalbi temiz] adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, [vahşî hayvanlar] hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi [yeterli] geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim [doğru ve düzgün] Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, [palto, ceket] yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bana kâfi [yeterli] geldi.

333

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin [Allah’tan gelen bereket, bolluk] çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr [gurur, övünme] için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar [kaynak, dayanak] olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; [bağış] veya hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir ikramdır; veya iktisadın [tutumluluk] bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasıla ile hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

İKİNCİ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya [dünyayı terk eden] gösterip, halkın malını zâhiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?”

Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve hürriyetten daha evvel zamanda çoklara malûm hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi namında o zaman Divan-ı Harpteki [askerî mahkeme] müdafaatım kat’î gösterir ki, değil kurnazlık, belki ednâ [basit, aşağı] bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârâne [dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak] bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbu ki,

334

bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukàbil, tezellüle [alçalma] tenezzül etmedim. “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] deyip ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] arkamı çevirdim.

Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam, hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Feda etse kurnaz olmaz, belki ebleh [ahmak] bir divane olur. Ebleh [ahmak] bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın?

Amma zâhiren târik-i dünya, [dünyayı terk eden] bâtınen tâlib-i dünya [dünyayı isteyen, ona bağlanan] şüphesi ise:

وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِي اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ 1 sırrınca, ben nefsimi tebrie [beraat ettirme] etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat [geçici] misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] berbat etmek, ehl-i aklın [akıl sahipleri] kârı değil. Ehl-i aklın [akıl sahipleri] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kârı olmadığından, nefs-i emmârem [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ister istemez akla tâbi olmuştur.

ÜÇÜNCÜ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. [itiraz eden, karşı gelen] Biz muarızlarımızı [itiraz eden, karşı gelen] ezeriz.”

Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “Kalb de bizi sevsin” demeye?

Kalbe karışsanız: Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

335

DÖRDÜNCÜ ŞÜPHELİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?”

Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber, memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hadiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, [yönelen] ihtilâttan, [birbirine karışma] muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti [âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler] dost bulan ve başka herkese yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve herkes de ona yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, [meyve] tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf [kat kat] bir divane olmak gerektir.

BEŞİNCİ NOKTA

Beş küçük meseleye dairdir.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana diyorlar ki: “Bizim usul-ü medeniyetimizi, [medeniyetin usulü, yöntemi] tarz-ı hayatımızı [hayat tarzı] ve suret-i telebbüsümüzü [giyinme şekli, biçimi] niçin sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın.” [itiraz eden, karşı gelen]

Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi [medeniyetin usulü, yöntemi] teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten [medenî hukuk] iskat [düşürme] etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilâttan [birbirine karışma] memnu’ [yasaklı] bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika [belge] verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten [milletin fertleri, halk] ve raiyetten [halk] saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin [medeniyetin kanunu; modern hukuk] bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.

İKİNCİ MESELE: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Bize ahkâm-ı diniyeyi [dinin hükümleri, esasları] ve hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle [yetki] neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.”

336

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve esâsât-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın esasları] resmî bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelâtı [davranışlar] suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye [Cenâb-ı Hakkın ihsan ve hediyesi] olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden [nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar] tecerrüd [sıyrılma] etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.

Hem de sizin o resmî daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam [belge] var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla [belge] her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim [gönderilme, sürgün] haksız olmuştur. Hem menfiler madem iade edildi; eski vesikalarımın [belge] hükmü bâkidir.

Saniyen: [ikinci olarak] Yazdığım hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın devâları, ilâçları] arayıp buluyorlar. Yalnız, medar-ı maişetim [geçim kaynağı] için, yeni huruf [harfler] çıkmadan evvel, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair bir risalemi tab [basma] ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] hoş görünmek için benden zâhiren teberri [uzak olma] ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bunların teberrisini [uzak olma] ve bana karşı içtinaplarını, [çekinme, kaçınma] o ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri [uzak olma] edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah [Allah dilerse] benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberri [uzak olma] ile kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?

337

DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu nefiy [inkâr] zamanında görüyorum ki, hodfuruş [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne [rakip olarak] bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım!

Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukàbilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] namına bana karşı tarafgirâne, rakibâne [rakip olarak] vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan [bundan önce] ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya [dünya siyaseti] ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibâne [rakip olarak] ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın [dünya misafirhanesi] gayet Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا 1 sırrınca teklif-i mâlâyutak [kişinin yapmayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şeyi ona yükleme] yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. [tercih edilen] Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] için bozmasın, mâlâyâni [anlamsız, faydasız] şeylerle ömrünü telef [yok olma, zâyi olma] etmesin, kendini misafir telâkki [anlama, kabul etme] edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] girsinHaşiye

ba

338

On Altıncı Mektubun Zeyli [ek]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] sebepsiz, benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm [kuruntu] edip, binler adam kuvvetinde tahayyül [hayal etme] ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla’nın bir mahallesi olan Bedre’de ve Barla’nın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: “Said elli bin nefer [asker] kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz.”

Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer [asker] değil, belki bir nefer [asker] elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana “Çıkmayacaksın” diyebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ân’a ait dellâllığımdan [davetçi, ilan edici] ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden [imanın mânevî kuvveti] ise, elli bin nefer [asker] değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye [iman nurları] ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat [pozitif fen ilimleri] dedikleri muhkem [değiştirilemez] kal’alarını [kale] zirüzeber [yerle bir, alt üst] etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfikiyle, [başarı] beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah [Allah dilerse] mağlûp edemezler.

Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız. Karışsanız da beyhudedir!

Takdir-i Hüdâ [Allah’ın takdiri, dilemesi] kuvve-i bâzû [bilek gücü] ile dönmez,
Bir şem’a [mum] ki Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] yaka, üflemekle sönmez!

Benim hakkımda, müstesna bir surette, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] pek ziyade tevehhüm [kuruntu] edip âdetâ korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil

339

etmeyen ve ittihama [suçlama] medar [kaynak, dayanak] olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbâı [halk, yönetilenler] çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvâliyle [haller] alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül [hayal etme] ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kàbil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdetâ herşeyden men ettiler.

Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal’a[kale] varsa,

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hükmü var, şevketi [büyüklük, haşmet] var, kuvveti varsa,

Kur’ân’ın feyziyle, hâdiminde de

Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,

Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.

Çok dostlarla beraber, bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren [defalarca] sual ettiler: “Neden vesika [belge] için müracaat etmiyorsun, istida [dilekçe] vermiyorsun?”

Elcevap: Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:

Birincisi: Ben ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadım ki, onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var; ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül [başkalaşma, değişme] eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakikî vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda bâki kalmayacağım; beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır.

Üçüncüsü: Müracaat kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele keyfî ve fevkalkanundur. [kanun üstü, kanun dışı] Menfiler kanunuyla bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten [medenî hukuk] ve belki hukuk-u dünyeviyeden [dünyevî hukuk, haklar] iskat [düşürme] edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevkalkanun [kanun üstü, kanun dışı] muamele edenlere kanun namına müracaat mânâsız olur.

340

Dördüncüsü: Bu sene, buranın müdürü, benim namıma, Barla’nın bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde [köy] tebdil-i hava [hava değişimi] için birkaç gün kalmaya dair müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red [red cevabı] verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet [alçaklık] içinde faidesiz bir tezellül [alçalma] olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp [kötü iş işleme] etmek istemem vesselâm.

Altıncı sebep: Bana karşı ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] verdikleri sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden [bağlı] beni tâzip [azap] ediyorlar. Öyle ise, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıka[dinsizlik mesleği] okşamak demektir.

Hem ben onlara müracaat ve dehalet [sığınma] ettikçe; âdil olan kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] beni onların zalim eliyle tâzip [azap] edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden [bağlı] beni sıkıyorlar; kader ise, benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] riyakârlıklarımdan dolayı beni sıkıyor. Öyle ise, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal.”

Yedinci sebep: Malûmdur ki, bir memurun vazifesi, heyet-i içtimaiyeye [sosyal yapı] muzır [zararlı] eşhâsa [şahıslar, fertler] meydan vermemek ve nâfilere [faydalı] yardım etmektir. Halbuki, beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 daki, imanın lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] bir zevkini izah ettiğim vakit, bir cürm-ü meşhut [suçüstü] halinde beni yakalamak gibi, çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlâs ile dinleyen o biçareyi de mahrum bıraktı, beni de hiddete getirdi. Halbuki, burada bazı adamlar vardı; o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra, edepsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zehir verecek surette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı.

341

Hem malûmdur ki, zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zabit [subay] olsun, nefer [asker] olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir, hem âmir, hem nezarete memur hükûmet-i milliyece [millî hükümet, idare] iki mühim zât, kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kat’â [kesinlikle] ve asla ne benimle görüştüler ve ne de halimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adâvetlerinden [düşmanlık] yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, evhamlarından, güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar!

İşte şu adamlar gibi eczası ve memurları bulunan bir hükûmeti hükûmet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek kâr-ı akıl [akıl kârı] değil, beyhude bir zillettir. [alçaklık] Eski Said olsaydı, Antere gibi diyecekti:

مَۤاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ * وَجَهَنَّمُ باِلْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِلِى * 1

Eski Said yok. Yeni Said ise, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile konuşmayı mânâsız görüyor. “Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar; mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] onlarla muhakeme olacağız” der, sükût eder.

Adem-i müracaatımın [başvurmama] sebeplerinden sekizincisi: “Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet [düşmanlık] olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] zalim eliyle beni tâzip [azap] ediyor. Ben de bu azâba müstehakım deyip sükût ediyordum. Çünkü, Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında, kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra, Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu [hükmetme, musallat olma] altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim.

İşte, onlar da bana o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve

342

esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin [subay] kısm-ı ekserisine [büyük kısım] ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan [birbirine karışma] men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine [imanın verdiği fayda, yarar] uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan [birbirine karışma] men’ ettiler. Vesikam [belge] olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men’ ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam [belge] olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, “nüfuzunu kırayım” diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei [savcı] olsa, elbette ona şekvâ [şikayet] edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hizmet ediyorum. Demek hizmetim hâlis, lillâh için olmamış ki, aksülâmel [işin aksi, ters tepki] oluyor; siz, ona mukàbil her fırsatta beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] sizinle görüşeceğiz. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 * نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ 2derim.

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî