MUHÂKEMAT – Üçüncü Makale (126-184)

126

Unsuru’l-Akîde

127

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

Bu kelime-i âliye, [yüce mânâlar ifade eden cümle] üssü’l-esas-ı İslâmiyet [İslâmiyetin en önemli temeli] olduğu gibi, kâinat üstünde temevvüc [dalgalanma] eden İslâmiyetin en nurânî ve en ulvî bayrağıdır. Evet, misak-ı ezeliye [ezeldeki andlaşma; Cenâb-ı Hakkın ezelî âlemde bütün ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye sorduğunda bütün ruhların, “belâ” “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermeleriyle gerçekleşen yemin] ile peyman [yemin, and, kasem] ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste [mukaddes ferman] yazılmıştır. Evet, âb-ı hayat [hayat suyu] olan İslâmiyet ise, bu kelimenin aynülhayatından [hayatın pınarı, kaynağı] nebean eder. Evet, ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] olan nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde saadet-sarây-ı ebediyeye tayin ve tebşir [müjdeleme] olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. [ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman] Evet, kalb denilen avâlim-i gayba [gayb âlemleri, gözle görünmeyen âlemler] karşı olan penceresinde kurulmuş olan lâtife-i Rabbâniyenin [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] fotoğrafıyla alınan timsal-i nurâniyle [nurlu ve aydınlık görüntü, yansıma] Sultan-ı Ezel‘i [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ilân eden harita-i nuraniyesidir [nurlu harita] ve tercüman-ı beliğidir. [çevirileri açık seçik ve muhatabın hâline uygun tercüman] Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğanesini [belâgatlı nutuk; düzgün ve muhatabın hâline uygun bir şekilde yapılan konuşma] cemiyet-i kâinata [kâinat cemiyeti, dayanışma içinde olan kâinattaki tüm varlıklar] karşı vekâleten inşad [şiir şeklinde okuma] eden hatib-i fasîhi [düzgün ve anlaşılır bir şekilde konuşma yapan] ve kâinata Hâkim-i Ezel‘i [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ilân eden imanın mübelliğ-i beliği [noksansız ve belâgatli bir şekilde tebliğ eden] olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezâlîdir. [hükmü sonsuza kadar devam eden ferman]

İşaret

Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sâdıktır ve birbirini tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] eder. Evet, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] nübüvvete [peygamberlik] burhan-ı limmîdir. [tümevarım; Eseri meydana getirenden esere olan delil (ateşin dumana delil olması gibi)] Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zâtıyla ve lisanıyla burhan-ı innîdir. [tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)]

128

Tenbih

Hakâik-ı akâid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede [İslâmiyetle ilgili kitaplar] mufassalan [ayrıntılı olarak] müberhene ve musarrahadır, görünebilir. Ve görülen şeyi göstermek, zâhirin hafâsına [gizlilik] veya muhatabın gabavetine [ahmaklık, anlayışsızlık] işaret ve techil olduğundan, akidenin [inanç] yalnız üç-dört unsurunu beyan edeceğim. Diğer hakâikini [gerçekler, hakikatler] fuhûl-u ulemânın kitaplarına havale ederim. Zira bana hacet bırakmamışlar.

 Mukaddeme

Ehl-i dikkatin [dikkat sahibi insanlar] malûmudur ki: Makâsıd-ı Kur’âniyenin fezlekesi [hülasa, öz] dörttür: Sâni-i Vâhidin [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ispatı ve nübüvvet [peygamberlik] ve haşr-i cismânî [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] ve adl’dir.

Birinci maksat: Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı [delil] da Muhammed’dir (aleyhisselâtü vesselâm). Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücut ve vahdeti, [Allah’ın birliği] ispata ihtiyaçtan müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan] Lâsiyyemâ, [bilhassa, özellikle] Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. [çok zahir ve açık] Binaenaleyh, hitabımı ecânibe, bahusus [hususan, özellikle] Japonya’ya tevcih [yöneltme] eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler; ben de cevap vermiştim. Şimdi ihtisarla [kısaltma] yalnız bir-iki suallerine müteallik [alakalı, ilgili] o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:

مَا الدَّلِيلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذِى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ وَالْخَلْقُ مِنْ اَىِّ شَىْءٍ أَمِنَ الْعَدَمِ اَوِ الْمَادَّةِ اَوْ ذَاتِهِ اِلٰى اٰخِرِ سُؤَالاَتِهِمِ الْمُرَدَّدَةِ * 1

Yani, vücud-u Sânie [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] delil-i vâzıh nedir?

129

İşaret

Gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan mârifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] böyle mahdut [sınırlanmış] olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh, kelâmımdaki iğlâkın [kapalı olma] mâzur tutulması mercûdur.

Tenbih

Bervech-i âtî kelâmdan maksat, muhakeme ve muvazenenin [karşılaştırma/denge] tarikini göstermektir. Tâ ki, mecmuunda hakikat tecellî etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharrî [araştırma] etmek, kuvve-i vâhimenin [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] tasallut [hükmetme, musallat olma] ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir. [örtme]

 Mukaddeme

Hakikatin keşfine mani olan arzu-yu hilâf [muhalefet etme, karşı koyma arzusu] ve iltizam-ı muhalif ve taraftar-ı nefis [nefis taraftarı, nefsinin tarafını tutan] cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ [döndürme] etmekle [temele dayandırma] kendini mâzur göstermek; ve müşterinin nazarı gibi yalnız meâyibi görmek; ve çocuk tabiatı gibi bahaneyle mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecridle şartıma müraat [gözetme, riayet etme] edebilirsen, huzur-u kalb ile dinle:

Birinci Maksat

Cemi’ [bir şeyin tamamı] zerrât-ı kâinat, [evrendeki atomlar] birer birer zât ve sıfât ve sair vücuh [vecihler, yönler] ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde [ara] mütereddit [kararsız, şüpheli] iken, bir ciheti takip, hayretbahşâ mesâlihi [maslahatlar, faydalar] intâc etmekle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücûb-u vücûduna şehadetle, avalim-i gaybiyenin enmuzeci [nümune, örnek]  

130

olan lâtife-i Rabbaniyeden [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] ilân-ı Sâni [herşeyi san’atla ve mükemmel bir biçimde yaratan Allah’ın varlığının îlânı, duyurulması] eden itikadın [inanç] misbahını [lamba] ışıklandırıyorlar.

Evet, herbir zerre kendi başıyla Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ilân ettiği gibi, tesâvir-i mütedahileye [iç içe geçmiş tasvirler, görüntüler] benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesâide-i kâinatın [en küçük varlıktan kâinata kadar birbirine bağlı olan birleşik ve bileşikler] herbir makam ve herbir nispetinde herbir zerre muvazene-i cereyan-ı umumîyi [genel gidişat ve hareketin dengesi] muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi [maslahatlar, faydalar] intâc ettiklerinden, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve kırâet ettikleri için, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] delâili, [deliller] zerrâttan [atomlar] kat kat ziyadedir.

Eğer desen: Neden herkes aklıyla görmüyor?

Elcevap: Kemâl-i zuhurundan… [bir şeyin eşsiz mükemmellikte ortaya çıkması, belirmesi] Evet, şiddet-i zuhurdan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] görünmemek derecesine gelenler vardır: cirm-i şems [güneşin temel yapısı] gibi.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ

Yani, eb’âd-ı vâsia-i âlemin [kâinatın geniş boyutları] sahifesinde Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] yazdığı silsile-i hâdisatın [meydana gelen olaylar zinciri] satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle [hakikat düşüncesi] sarıl. Tâ ki mele-i âlâdan [en yüce mertebe] gelen selâsil-i resâil, [mektuplar silsilesi; İlâhî mesajlar] seni âlâ-yı illiyyîn-i yakîne [şüphesizlik derecesinin en yükseği, doruğu] çıkarsın.

İşaret

Kalbinde nokta-i istimdat, [yardım alınacak yer] nokta-i istinatla [dayanak noktası] vicdan-ı beşer [insan vicdanı] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] unutmamaktadır. Eğer çendan [gerçi] dimağ [akıl, beyin] tâtil-i eşgâl etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimmeyle [önemli vazife] meşguldür. Şöyle ki:

Vicdana müracaat olunsa–kalb, bedenin aktarına [kuturlar, çaplar; her taraf] neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] ettiği gibi, kalb gibi–kalbdeki ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] olan mârifet-i Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] dahi, ceset gibi istidadât-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle [insanın sınırsız istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve potansiyel yetenekleri] mütenasip [birbirine uygun] olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye [birçok dallara ayrılmış meyiller, arzular]

131

neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdat[yardım alınacak yer]

Hem de bununla beraber, kavga ve müzahametin [zahmet verme, itişip kakışma] meydanı olan dağdağa-i hayata [hayatta yaşanan çalkantılar] peyderpey [arka arkaya, ardı sıra] hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere [yığılmalar sonucu meydana gelen zahmetler, eziyetler, sıkıntılar] karşı yegâne nokta-i istinat, [dayanak noktası] mârifet-i Sânidir. [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme]

Evet, herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] itikad [inanç] etmezse ve ale’l-amyâ [körü körüne] tesadüfe havale ederse ve o beliyyata [belâlar, sıkıntılar] karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] düşünse, tevahhuş [korkma, çekinme] ve dehşet ve telâş ve havftan [korku] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir halet-i cehennem-nümûn [Cehennem gibi çok azab verici hâl] ve ciğerşikâfta [ciğer parçalayan, çok acı veren] kaldığından, eşref [en şerefli] ve ahsen-i mahlûk [yaratılmışların en güzeli, yaratılışı en kıvamda olan] olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan, nizam-ı kâmil-i kâinatın [kâinattaki mükemmel düzen] hakikatine muhalif oluyor. İşte nokta-i istinat[dayanak noktası] Evet, melce, [sığınak] yalnız mârifet-i Sânidir. [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme]

Demek, şu iki noktayla bu derece nizam-ı âlemde [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] hükümfermâlık, [hüküm süren] hakikat-i nefsü’l-emriyenin [hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisi; gerçekte var olan iş] hâssa-i münhasıra[bir şeyde bulunan ve sadece ona mahsus olan özellik] olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] tecellî ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor. Vicdan nezzardır; [seyreden, bakan] kalb, penceresidir.

Tenbih

Arş-ı kemâlât [mükemmelliklerin, faziletlerin arşı, zirvesi] olan mârifet-i Sâniin [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] miraclarının [Allah’ın huzuruna yükselme] usûlü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işrâka [iç müşahede ve sezgiye dayalı olarak hakikatlere ulaşma, nurlanma] müesses [kurulmuş] olan muhakkikîn-i sofiyenin [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] minhacıdır. [meslek, yol]

İkincisi: İmkân ve hudusa mebnî [bina edilmiş, dayandırılmış] olan mütekellimînin [konuşan] tarikidir. Bu iki asıl, filvaki [hakikatte, gerçekte] Kur’ân’dan teşaub [şubelere, kısımlara ayrılma] etmişlerdir. Lâkin, fikr-i beşer [insan düşüncesi] başka surete ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] ettiği için, tavîlüzzeyl [sonu gelmez durum hâline gelmiş] ve müşkilleşmiştir. [zor]

132

Üçüncüsü: Hükemanın [âlimler, filozoflar] mesleğidir.

Üçü de taarruz-u evhamdan [vehimlerin hücumu] masûn [korunan, saklanan] değildirler.

Dördüncüsü: Ki belâğat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın belâğatı] ulüvv-ü rütbesini [rütbenin, derecenin yüksekliği] ilân eden ve istikamet [doğru] cihetiyle en kısası [ödeşmek, hakkını almak] ve vuzuh [açıklık] cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli [daha kapsamlı] olan mirac-ı Kur’ânîdir. [Kur’ânî hakikatlerden hareketle yüce mertebelere yükselme] İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:

BİRİNCİSİ: Delil-i inayettir [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] ki, menafi-i eşya[herşeyde gözetilen yararlar] tâdat eden bütün âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] bu delile imâ ve şu burhanı [delil] tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, [en seçkin kısım, öz, tereyağı] kâinatın nizam-ı ekmelinde [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] riayet-i mesalih ve hikemdir. [hikmetler] Bu ise, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini ispat; ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. [gönderilme, sürgün]

MUKADDEME: [evvel, önce] Eğer çendan [gerçi] her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda [fayda ve düzenliliğin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi] istikrâ-i tâm [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] edemez. Ve ihata [herşeyi kuşatma] edemez. Fakat nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan [her yerde geçerli olan küllî ve muntazam kaideler] ibaret olan bir fen teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş ve etmektedir.

Bununla beraber, bir emirde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için; kaidenin külliyeti, nev’in hüsn-ü intizamına [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] delildir. Demek, cemi’ [bir şeyin tamamı] fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] kaidelerin külliyetlerine binaen, istikrâ-i tâmla [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] nizam-ı ekmeli [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] intaç [netice verme] eden birer burhandırlar. [delil] Evet, fünun-u kâinat [kâinatı inceleyen ilimler, fenler] bitamamiha [tamamen, bütünüyle] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih [maslahatlar, faydalar] ve semeratı [meyve] ve inkılâbat-ı ahvalin [hâl ve durumların dönüşmesi, değişmesi] telâfifinde saklanmış olan hikem [hikmetler] ve fevâidi [faydalar] göstermekle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetine parmakla şehadet ve işaret ettikleri gibi, şeyâtîn-i evhama [evham, kuruntu şeytanları] karşı birer necm-i sâkıptır. [karanlığı delip geçen parlak yıldız]

133

İşaret

Cehl-i mürekkebi [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] intaç [netice verme] eden, nazar-ı sathîyi [derine inmeyen, yüzeysel bakış] tevlid [doğurma] eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden [yolları kesen, kapayan] evhamın âşiyânı [mesken, yuva] olan mümâresât-ı ilzâmiyattan [iknâ veya mağlup etmek için çaba harcamaya devam etmek, bu konuda ustalık göstermek] nefsini tahliye etsen, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlâhiyenin [benzersiz ve çok ince özelliklerle donanmış İlâhî makine] şuursuz, mecrâ [akım yeri] ve mahrekleri [hareket edilen yol] tahdit olunmayan ve imkânâtında evleviyet olmayan [öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan] esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden [tabiata ait câmit, basit sebepler] husûl-pezîr [meydana gelen] ve o destgâhın [iş yeri] masnuu [san’at eseri] olduğunu, kendi nefsini kandırıp mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] ve ikna edemezsin. Meğer herbir zerrede Eflâtun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti ispat ettikten sonra, zerrât-ı saire [diğer atomlar] ile vasıtasız muhabereyi itikad [inanç] ve esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki [maddenin bölünemeyen en küçük parçası, atom] kuvve-i cazibe [çekim gücü] ve kuvve-i dâfianın [itme gücü (fizik)] içtimalarının [bir araya gelme, toplanma] hortumu üzerindeki muhaliyetin [imkansızlık] damgasını kaldırabilsen… Eğer nefsin bu muhalâta [imkânsız, olmayacak şeyler] ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir.

Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb [çekme] ve def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] ve hareket, âdâtullahın [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten [kural olma özelliği] tabiîliğe ve zihnîlikten [zihne ve düşünceye ait olma] haricîliğe ve itibardan hakikate [itibari, varsayım olmaktan gerçek olmaya] ve âletiyetten [âlet ve vasıta oluş] müessiriyete [gerçek tesir kaynağı olma, bir eseri ortaya koyma] gelmemek şartıyla kabul ederiz.

Tenbih

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰي مِنْ فُطُورٍ 1 Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ, [asla] gören görmez—meğer kör ola veya kasr-ı nazar [dar görüşlülük]

134

illetiyle [asıl sebep] müptelâ [bağımlı] ola. İstersen Kur’ân’a müracaat et. Delil-i inayeti [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] vücuh-u mümkinenin [olması ihtimal dahilinde bulunan yönler] en ekmel [daha mükemmel] vechiyle [yönüyle] bulacaksın. Zira Kur’ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevâidi [faydalar] tezkâr [anma, dile getirme] ve nimetleri tâdad eder. İşte o âyât, şu burhan-ı inayete [sarsılmaz inayet delili; Allah’ın kâinata koyduğu hikmet ve düzeni gösteren kesin delil] mezahirdir. [mazhar olan, üzerinde yansıtan vasıtalar] İcmali budur, tut. Tafsili ise, eğer meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ederse, âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] tefsir tarikinde, sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud [bağlı, bağlanmış] olan kütüb-ü selâsede [üç kitap] tefsir edilecektir. O vakit şu burhan [delil] tamam-ı suretiyle [suretin, fotoğrafın tamamı] sana görünecektir.

İKİNCİ DELİL-İ KUR’ÂNÎ: Delil-i ihtirâdır. [varetme delili] Bunun hülâsası: [esas, öz]

Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde mürettep [bağlantılı, dizili] olan âsâr-ı mahsusasını [ferde ve türe özel eserler] müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev-i müteselsil, [varlığı (ana babadan evlâda) zincirleme devam eden tür] ezelî değildir. “İmkân” bırakmaz. Hem de bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bazının “hudus”u, nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.

Vehim ve tenbih

İnkılâb-ı hakikat olmaz. Nev-i mütevassıtın [iki farklı türün birleşmesinden meydana gelen ara tür (katır gibi)] silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, [sınıflardaki hâllerin değişimi, dönüşümü] inkılâb-ı hakaikin [gerçeklerin değişmesi] gayrısıdır.

135

İşaret

Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan, silsilelerdeki tenasülden [üreme] neş’et [doğma] eden vehm-i bâtıl [bâtıl ve gerçeğe uymayan vehim] o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm [kuruntu] olunmaz. Evet, hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat [bitkiler] lisanıyla, iki yüz bini mütecaviz [aşkın] olan envâın [tür] âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen [bağımsız] hudûsuna [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] şehadet ettiği gibi mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ve itibarî olan kavanin [kanunlar] ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ise:

Bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad [bireyler] denilen dehşet-engiz [dehşet verici] hadsiz makine-i acibe-i İlâhiyenin tasnî [san’atlı bir şekilde yaratma] ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle, herbir fert ve herbir nevi, müstakillen [bağımsız] Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] yed-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktığını ilân ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Evet, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herşeyin cephesinde hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ve imkân damgasını koymuştur.

Tenbih

Ezeliyet-i madde ve hareket-i [madde ve hareketin başlangıçlarının olmaması, sonradan yaratılmaması] zerrattan [atomlar] teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde [asıl konu, esas mânâ] olduğu için, o umurun [emirler] esas-ı fasidesini tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] nazarıyla adem-i derkinden neş’et [doğma] eder. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih [yönelen] olursa, muhaliyet [imkansızlık] ve adem-i mâkuliyetine hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül[gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ani’s-Sâni sebebiyle hâsıl olan ıztırarla kabul edebilir.

136

Tenbih

Mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olan insan, insaniyetin cevheri itibarıyla daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikati arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalâl [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatin madenini kazarken, ihtiyarsız, [irade dışı] bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikati bulmaktan muztar [çaresiz] veya tahsil-i haktan [hakkı, doğruyu öğrenme] haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri, muhal [bâtıl, boş söz] ve gayr-ı mâkul [akla aykırı] bildiği bir emri, nazar-ı sathî [derine inmeyen, yüzeysel bakış] ve tebeiyle kabulüne mecbur oluyor.

İşte bu hakikati pîş-i nazara al. Göreceksin ki, bütün nizam-ı âlemden [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] eser-i gaflet [gaflet eseri] olarak tevehhüm [kuruntu] ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket [madde ve hareketin başlangıçlarının olmaması, sonradan yaratılmaması] ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san’at-ı bediada [eşsiz ve benzersiz san’at] tahayyül [hayal etme] ettikleri tesadüf-ü amyâ [kör tesadüf] ve bütün hikemin [hikmetler] şehâdâtına [şahitlikler ve tanıklıklar] rağmen esbab-ı camideden [cansız tabiî sebepler] itikad [inanç] ettikleri tesir-i hakikî, [gerçek tesir] ve nefislerine mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] edip vehmin—istimrara istinaden—iğvâsıyla tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ve tahayyül [hayal etme] olunan tabiat-ı mevhumeyi [gerçekte olmadığı halde var diye düşünülen tabiat ve ondaki tesir] merci yapmakla tesellî ettikleri, elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh [ilgi] ve hakikate kast ettikleri için, şu evham-ı bâtıla [insanları haktan uzaklaştıran bâtıl vehimler ve kuruntular] davetsiz olarak yolun canibinden [taraf, yön] taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına [kasdolunan hedef, maksat] nazarını dikmiş olan adam, o evhama tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla bakıyor. Onun için, müzahref [pislik, kof, süprüntü] olan içine nüfuz edemez. Fakat ne vakit rağbet ve kast ve satın almak nazarıyla baksa, almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!

Evet, şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal [bâtıl, boş söz] görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın [âlimler, filozoflar] akıllarını ve hükkâmın [idareciler, idareye hükmedenler] siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla [kardeşler, benzer şeyler] ittifak ve intizam meselesinde müşavere [istişare etme, danışma] ve muhabere etsinler. Evet, bu surette bir mesleği insan değil,

137

hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu suretten başka bir şeyle tasvir edilmez. Evet, bâtılın şe’ni [belirleyici özellik] şöyledir: Ne vakit tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazarla bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’ân-ı nazar [dikkatlice, inceden inceye bakmak ve araştırmak] eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.

İşaret

Madde dedikleri şey ise, suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zaile-i hâdiseden tecerrüd [sıyrılma] etmez. Demek hudûsu [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] muhakkaktır. Feya acaba! Sâni-i Vâcibü’l-Vücudun lâzıme-i zaruriye-i [varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan zorunlu ve gerekli özellik] beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oldu da, herbir cihetten ezeliyete münafi [aykırı] olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten câ-yı taaccüptür… Evet, insan düşündükçe, cemi’ [bir şeyin tamamı] sıfât-ı kemâliyeyle [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan Sâniden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istiğrap [şaşırma, hayret etme] ve istinkâr ettikleri, şu hayret-efza [hayret veren, şaşkına çeviren] masnua[san’at eseri] tesadüf-ü amyâya [kör tesadüf] ve hareket-i zerrata isnat ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.

Telvih

Harekât-ı zerrattan [zerrelerin, atomların hareketleri] husulü [meydana gelme] dâvâ olunan kuvvet ve suretler, a’raziyetleri cihetiyle envâdaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. A’raz cevher olamaz. Demek, bütün envâın [tür] fasılları ve umum a’razın havâss-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] muhtera’dırlar. Tenasül, [üreme] teselsülde [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] şerait-i âdiye-i itibariyedendir. İşte delil-i ihtirâînin [varetme delili] icmali… [kısaca, özet olarak]

138

Eğer açık olarak mufassalan [ayrıntılı olarak] istersen, Kur’ân’ın firdevsine [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] gir. Zira hiçbir ratb ve yabis [yaş ve kuru] yoktur ki, o tenezzühgâhta [ferahlama, rahatlama] ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsait ve meşiet [dilek, arzu] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ve tevfik [başarı] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olursa, elfâz-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] esdafında [sadefler; inci kabukları; inci gibi büyük mânâları içinde taşıyan kabuklar] şu burhanı [delil] tezyin [süsleme] eden cevherleri, gelecek kütüpte [kitaplar] tafsil edilecektir.

Vehim ve tenbih

Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki daima onunla tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanîn ve kuvâ [duygular, hisler] ki daima onlarla mütedemdimdirler?” [sinek vızıltısı gibi sesler çıkaran] Cevap vereceğiz ki:

Âlem-i şehadet [görünen alem] denilen, cesed-i hilkatin [yaratılış bedeni; yaratılış maddî bedene benzetiliyor] anasır [unsurlar, elementler] ve â’zâsının ef’allerini [fiiller, davranışlar] intizam ve rapt [bağlama] altına alan şeriat-ı fıtriyye-i İlâhiye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu İlâhi kanunlar] vardır. İşte şu şeriat-i fıtriyedir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar] ki, “tabiat” veya “matbaa-i İlâhiye[İlâhî matbaa; Allah’ın eserlerini bir kitap gibi basan İlâhî matbaa] ile müsemmâdır. [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan]

Evet, tabiat, hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] cârî olan kavanîn-i itibariyesinin mecmu [bir şeyin bütünü, tamamı] ve muhassalasından [elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] ibarettir. İşte, kuvâ [duygular, hisler] dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanîn dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer mes’elesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın [hükümler] istimrarına [devam etme] istinaden, hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun [nefisler] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bir zemin-i şûre [çorak ve verimsiz toprak] müheyya [hazırlanmış] etmesiyle vehim ve hayal tasallut [hükmetme, musallat olma] ederek tazyik edip, şu tabiat-i hevaiye [hava gibi görünmez olan tabiat] tevazzu’ ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] edip mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet, şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.

İşaret

Şu tabiat ve kuvâ-yı umumiye [kâinatın genelinde işleyen güçler, kuvvetler] tesmiye [isimlendirme] ettikleri emirler, kat’iyen [kesinlikle] aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat [gerçekçi görüş] ona ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edecek hiçbir

139

mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet [asıl sebep] ve masdar [fiillerin asıl kökü] olmaya kabiliyeti mefkud [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] iken, mahzâ Sâniden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ve intizamın ilcâından tevellüt [doğma] eden yalnız ıztırarla veleh-resan-ı ukul olan kudretin âsârını [eserler/asırlar] şu matbaa-misal olan tabiatın san’atından görmek, tabiatı mistar [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] iken mastar tahayyül [hayal etme] etmek, “lâzım-ı eamm”ın vücuduyla, “melzum-u ehass”ın vücudunu intaca [netice verme] çalışan akîm [neticesiz] bir kıyasın neticesidir. Evet, şu kıyas-ı akîm, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve hayret vadilerine çok yolları açmıştır.

Tenvir [aydınlatma]

Ef’âl-i ihtiyariyenin [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] nezzamı olan şeriat ve kanun, şu kadar hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye, âdetâ şeriatı bir hâkim-i rûhânî ve nizamı bir sultan-ı mânevî tevehhüm [kuruntu] edip, bir tesiri tahayyül [hayal etme] eder. Evet, bir taburun veya askerin muttarid [düzenli olarak devam eden] olan harekâtını ve yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] olan etvarlarını [tavırlar, davranışlar] ve birbiriyle raptolunan [bağlama] ahvallerini [durumlar] müşahede eden vahşî bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, mânevî bir iple merbut [bağlı] zannederse, acaba garip görünecek midir? Veyahut bir bedevî veya bir şairü’t-tab’, nâsı bir vaz-ı hasende ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] eden ve mabeynlerini [ara] telif [kaleme alma] eden nizamı bir mevcud-u mânevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül [belirme, görünme] ederse, çok görünecek midir? Öyleyse, kâinatın ahvaline [durumlar] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ve tabiat tesmiye [isimlendirme] olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i [saygı gösterme] evliyadan başka hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye, [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar, İlâhî yasalar] evhamda tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etsin, neden taaccüp olunsun?

140

Vehim ve tenbih

İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i, [işitme] cüz’î [ferdî, küçük] ve teâkubî [arka arkaya gelme, sırayla birbirini takip etme şeklinde] oldukları gibi, fikri ve himmeti [ciddi gayret] dahi cüz’îdir. [ferdî, küçük] Ve teâkub tarikiyle yalnız bir şeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti [ciddi gayret] nispetindedir. Himmetin [ciddi gayret] derecesi ise, maksat ve iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettiği şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh [ilgi] ve kastettiği şeyde, güya fena fi’l-maksat oluyor. İşte şu noktaya binaen, hasis bir emir veya pek cüz’î [ferdî, küçük] bir şey, büyük bir adama isnat olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini [ciddi gayret] o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti [ciddi gayret] ağır, o şey gayet hafif olduğundan, güya muvazenet [denge] bozulur.

Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini [ölçüler] ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebnâ-yı cinsinde [aynı cins ve türden gelenler] arayacaktır. Hattâ, hiçbir cihetten mümkünata benzemeyen Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] tefekkür etse, yine kuvve-i vahimesi [olmayan şeyleri varmış gibi gösteren güç] şu vehm-i seyyii düstur [kâide, kural] ve dürbün yapmak istiyor. Halbuki, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] şu nokta-i nazarda [bakış açısı] temaşa edilmez. Kudretine inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] yoktur. Ziya-yı şems [güneş ışığı] gibi, kudret ve ilim ve iradesi şâmile ve âmmedir; [genel, umumi] münhasır olmaz, muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmez. En büyük şeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Mikyas-ı azameti [büyüklük ölçüsü] ve mizan-ı kemâli, [mükemmellik ölçüsü] mecmu-u âsârıdır; herbir cüz’ü mikyas olamaz.

İşte, Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mümkinata [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. [birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas] Mezbur [adı anılan, bahsi geçen] vehm-i bâtıl [bâtıl ve gerçeğe uymayan vehim] ile muhakeme etmek hatâ-yı mahzdır. [tam anlamıyla hatâ] İşte şu hatâ-i bîedebâne [edebe aykırı bir şekilde işlenilen hatâ] ve şu vehm-i bâtılın [bâtıl ve gerçeğe uymayan vehim] netice-i seyyiesidir [kötü netice] ki: Tabiiyyun, [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] esbabı müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] olduklarına; ve Mutezile, hayvanları ef’âl-i ihtiyariyelerine [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] hâlık [her şeyi yaratan Allah] olduklarına; ve

141

hükema, [âlimler, filozoflar] cüz’iyatta ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] nefyine; [gönderilme, sürgün] ve mecusîler, halk-ı şer [kötülüğü yaratmak] başkasının eseri olduğuna itikad [inanç] ettiler. Güya onlarca Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umur-u hasisiye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal [meşgul olma, uğraşma] etsin? Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın [bâtıl ve gerçeğe uymayan vehim] hükmüne esir oldular. Ey birader, şu vehim itikad [inanç] tarikiyle olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.

İşaret

Eğer desen: “Delil-i ihtirâî [varetme delili] i’tâ-i vücuddur. [vücut verme, var etme] İ’tâ-i vücud ise, idam-ı mevcudun [var olanların yok edilmesi] refikidir. [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Halbuki, adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] vücudu ve vücud-u mahzdan [tam bir varlık] adem-i sırfı [tam anlamıyla yokluk] aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim:

Yahu! Sizin bu istis’âbınız [zor sayma] ve şu meselenin tasavvurundaki istiğrabınız, [garip görme] bir kıyas-ı hâdi’in [(mantık) aldatıcı kıyas] netice-i vahîmesidir. [dehşet verici netice, vahim sonuç] Zira icad ve ibdâ-ı İlâhîyi, [Allah’ın örneksiz olarak, eşsiz şekilde yaratması] abdin san’at ve kisbine [çalışma] kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate [öldürme, yok etme] veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umur-u itibariye [itibarî işler; gerçekte olmadığı halde varlığı tasavvur edilen, varsayılan şeyler] ve terkibiyede [birleşim, sentez] bir san’at ve kisbi [çalışma] vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır; insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] İnsan kâinatta mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf [tam anlamıyla icad, yoktan var etme] ve idam-ı mahz [tam anlamıyla yok etme] etsin. Halbuki, hükm-ü aklîsi [akıl yoluyla verilen hüküm] de daima üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] müşahedattan [gözlem yapmalar] neş’et [doğma] eder. Demek, âsâr-ı İlâhiyeye [Allah’ın eserleri] mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] tarafından bakıyor. Halbuki, hayret-efza [hayret veren, şaşkına çeviren] âsârıyla müspet olan kudret-i Sâniin [herşeyi san’atla yaratan güç ve kudret sahibi Allah] canibinden [taraf, yön] temaşa etmek gerektir. Demek, ibâdın ve kâinatın umur-u itibariyeden [itibarî işler; gerçekte olmadığı halde varlığı tasavvur edilen, varsayılan şeyler] başka tesiri

142

olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume [gerçekte olmayıp, varmış gibi zannedilen kudret, güç] içinde Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] farz ederek, o noktadan şu meseleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] canibinden, [taraf, yön] kudret-i tâmmesi [Allah’ın eksiksiz tam kudreti, noksansız iktidarı] nokta-i nazarından [bakış açısı] bu meseleye temaşa etmek gerektir.

İşaret

Birinin âsârı [eserler/asırlar] muhakeme olunursa, onun hâssasını [özel; bir ferde delâlet eden söz] nazara almak lâzımdır. İşte şu meselede edilmemiştir. Zira bu meseleye, acz-i abdin [kulun acizliği, güçsüzlüğü] arkasında, kudret-i mümkinatın [kâinattaki varlıkların kudreti, gücü] tarafında, kıyas-ı temsilînin [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde [âlemin yaratılması, var edilmesi] bir kısmını maddesiz ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve bir kısmı dahi maddeden inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ile şu kadar hayret-feza [hayret verici, şaşırtıcı] âsâr-ı mu’cize [olağanüstü eserler, mu’cize eserler] ile kudret-i kâmile-i İlâhiyeyi [Allah’ın tam ve noksansız kudreti, kuvveti] göstermekle beraber, ondan sarf-ı nazar etmek, [bakışı başka bir yöne çevirme, bakmama] gaibi şahit suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ [(mantık) aldatıcı kıyas] ile ve ebnâ-yı cinsini [aynı cins ve türden gelenler] muhakeme ettiği gibi, bir kaide-i mahdude [sınırlı bir kaide] ile Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] nazar ederler. Hattâ çok meseleyi akl-ı selim [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] mâkul gördüğü halde, onlar gayr-ı mâkul [akla aykırı] tevehhüm [kuruntu] ederler.

Tenbih

Muhtereattan [yoktan yaratılanlar] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] masnuatın [san’at eseri] en zahir ve münevver [aydın] ve “ziya” dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin [kâinatın gözünün nuru] kavanîn-i acibesi; [hayret verici kanunlar] ve onun semeresi [meyve] ve misal-i musaggarı [küçültülmüş örnek] olan nur-u basarın [göz nuru, görme duyusunun nuru] nevâmîs-i bediasıyla [eşsiz kanunlar] münevver [aydın] ve musavver [tasvir olunmuş, görünür hâle gelmiş] olan kemâl-i kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] canibinde, [taraf, yön] muvazene [karşılaştırma/denge] nokta-i nazarında [bakış açısı] gayr-ı mâkul [akla aykırı] ve uzak tevehhüm [kuruntu] olunan mesâile [meseleler] temaşa edilirse, me’nus [alışılmış, yakınlık oluşmuş] ve ayn-ı akıl [akıl gözü] kirpikleri ortasında görülecektir.

143

Tenbih

Nasıl ki, zaruriyattan [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] nazariyat [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] istintac [netice çıkarma, sonuç çıkarma] olunur. Öyle de âsâr-ı Sâniin [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın eserleri] zaruriyatı, [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] mahfiyat-ı san’atına [gizli san’atlar] burhandır. [delil] İkisi beraber bu meseleyi ispat eder.

Telvih

Acaba nizam-ı âlemdeki [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] san’attan daha dakik, [derin ve ince] daha acip, daha garip, cins-i kudret-i mümkinattan [mahlûkların kudretlerinin cinsi, türü] daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun, [fenler, bilimler] gösterdikleri fevaid [faydalar] ve hikem [hikmetler] ile bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve san’at ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukulü [akıllar] kabul etmeye muztar [çaresiz] etmişlerdir. Yoksa, bu bedihiyattan en küçük bir hakikati, akıl kendi kendine kalsaydı, kabul etmezdi.

Evet, zemin ve âsumânı [gökyüzü] hamleden [yüklenen, taşıyan] ve muallâkta [yüce] tutan ve ecram-ı kâinatı [kâinattaki kütleler; cisimler] istihdam [çalıştırma] eden ve nizamında idhal [dahil etme, içine alma] ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdesten [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] neden istiğrap [şaşırma, hayret etme] olunsun ki, ondan derecatla [dereceler] eshel [daha kolay] ve ehaff [çok hafif] olanı hamletsin. Evet, bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüt etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl Kur’ân’ın bazısı bazısına müfessirdir; [açıklayan, yorumlayan] kezalik, [böylece, bunun gibi] kâinat kitabı dahi, bazı sutûru, [yazı satırları] arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.

İşaret

Eğer desen: Bazı mutasavvıfın [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] kelâmından ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ve ittihad [birleşme] ve hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm [kuruntu] edilir ki, bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] bir münasebet gösterir.

144

Elcevap: Müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] şatahatını [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] ki, vücud-u Akdese [bütün eksik ve kusurlardan pâk olan Allah’ın kendi zâtına ait varlığı] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ve istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ve mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] tecerrüd [sıyrılma] cihetiyle matmah-ı nazar [hırsla, dikkati dağıtmadan bakılan, bakma] ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani, âlemden Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] müşahede etmek tarikiyle takip ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda [kâinattaki cedveller, kanallar] cereyan-ı tecelliyatı [tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi] ve melekûtiyet-i eşyada [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] sereyan-ı füyuzatı [feyizlerin sürekli olarak akması, devam etmesi] ve merâyâ-yı mevcudata [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] tecellî-i esmâ ve sıfâtı [Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması] ise, dîku’l-elfaz [sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız [ifade, kelime] darlığı] sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye[varlıklara sirayet eden, geçen ulûhiyet] ve “hayat-ı sâriye[varlıklara sirayet [bulaşma] eden, geçen hayat] tâbir ettikleri hakaiki [doğru gerçekler] başkalar anlamadılar. Su-i tefehhümle, [kötü anlayış] kendi istidad-ı şûrelerinden [verimsiz, çorak istidad] zuhur eden evham-ı vahiyeye, [saçma vehimler, asılsız kuruntular] muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] kelimat [ifadeler, sözler] ve şatahatını [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına! Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] derecesinde olan muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] efkâr-ı mücerredeleri, [mücerret fikirler; maddî âlemlerden uzak ve soyutlanmış düşünceler] serâ [yer, dünya] derekesinde [aşağı derece] olan mukallidîn-i maddiyyunun [materyalistlerin taklitçileri, taklitçi materyalistler, maddeciler] efkâr-ı sefilesinden [sefil düşünceler, fikirler] binler derece uzaktır. Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide [her alanda gelişme ve ilerlemelerin yaşandığı dönem] akl-ı beşerin [insan aklı] duçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte [ölüm tehlikesi] düştüğünü izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir ki, insaniyet müteessifane [eseflenmiş, üzgün] nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki [ilerleme] lisanıyla

كَلاَّ وَاللهِ.. اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَاَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الدَّامِسَةِ * 1

demeye mecbur oluyor.

145

İşaret

Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] Fakat vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ile mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] bazı hukema-i [filozoflar] kadîmenin [eski] meslek-i bâtılasıdır. [bâtıl ve haktan uzak yol, yanlış meslek]

Tenbih

Şu mutasavvifînin reis ve kebîri [büyük] demiş ki: İttisali veya ittihadı [birleşme] veya hulûlü [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] iddia eden, mârifet-i İlâhiyeden [Allah’ı bilme, tanıma] hiçbir şey istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] etmemiştir. Evet, mümkün, Vâcip ile nasıl ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ve ittihad [birleşme] edecek? Kellâ! Evet, mümkünün ne kıymeti vardır; ta ki vâcip onda hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] ede? Hâşâ! Neam, mümkinde füyuzat-ı İlâhiyeden [İlâhî feyizler] bir feyiz tecellî eder. İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ve istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ettiklerinden, efkârları [fikirler] fehm-i ulûhiyetten [Cenâb-ı Allah’ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı] tecerrüd [sıyrılma] edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] onda mezc [karışma, bütünleşme] etmek gibi bir meslek-i müteassifeye [sapık, azgın meslek] girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmişler ki, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! [insaf edilsin, insaf edilmeli] Serâ-Süreyya [yer, dünya] kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ [bir şeyin tamamı] envâ [tür] ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kasem [yemin] ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç [netice verme] eden rey-i ahmakaneden [ahmakça bir görüş ve düşünce] daha kabih [çirkin] ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının [akıl yapısı, normal akıl] inhirafına [doğru yoldan sapma] delil olacak bir rey [fikir, düşünce] yoktur.

146

Tenvir [aydınlatma]

Küre-i arz [yer küre, dünya] küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif [birbirinden farklı] cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka çeşitle levnine [renk] ve cirmine [büyük cisim] ve şekline nispetle şemsten bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. [ışığın kendisi, bizzat ışık] Hem de ziyanın temâsili [timsaller, yansımalar] ve elvan-ı seb’asının [yedi renk] tesavîri [tasvirler, görüntüler] ve güneşin tecellîsi olan şu gûnâgûn [türlü türlü, renk renk] ve rengârenk çiçeklerin elvânı, [renkler] faraza lisana gelirse, herbiri, “Güneş benim gibidir” veyahut “güneş benim” diyeceklerdir.

آنْ خَياَلاَتِى كِه دَامِ اَوْلِياسْت * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتاَنِ خُدَاسْت * 1

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] meşrebi [hareket tarzı, metod] fark ve sahvdır. [doğruyu fark etme ve uyanık olma] Ehl-i vahdetü’l-vücudun [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] meşrebi [hareket tarzı, metod] mahv ve sekirdir. [mânâ alemindeki sarhoşluk] Sâfi meşrep [hareket tarzı, metod] ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır. [fark ve sahv ehlinin gittiği yol]

حَقِيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا * فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ * هُوَ الَّذِى اَبْدَعَ اْلاَشْيَاءَ وَاَنْشَئَهَا * فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ * 2

Tenbih

İşte vücud-u Sâni‘in [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] delâil-i icmâlîsi… [özet halinde sunulan deliller] Tafsili ise kütüb-ü selâsede [üç kitap] gelecektir. Eğer desen: “Delâil-i tevhidin [Allah’ın birliğinin delilleri] burada velev icmalen [kısaca, özet olarak] olsun beyanını isterim.” Derim ki:

Delâil-i tevhid, [Allah’ın birliğinin delilleri] o kadar müştehire [açıkça ortaya konulan, sergilenmiş, meşhur] ve çoktur ki, bu kitapta zikirden müstağnîdirler. [çok uzak ve arınmış] İşte لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 3 âyetinin sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] meknûn [gizli, saklı] olan

147

burhanü’t-temânü, [kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil] bu minhaca [meslek, yol] bir menar-ı neyyirdir. [nur saçan ve çevresini aydınlatan lâmba] Evet, istiklâl, ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] hâsse-i zâtiyesidir. [zâtî özellik; bizzat zâtında bulunan nitelik] Ve lâzıme-i zaruriyesidir. [varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan zorunlu ve gerekli özellik]

Tenvir [aydınlatma]

Kâinattaki teşabüh-ü âsâr [eserlerin birbirine benzemesi; varlıklardaki benzerlik] ve etrafı birbiriyle muânaka [birbirine sarılma, sarmaş dolaş olma] ve el ele tutmuş, birbirine arz-ı intizam [düzen ve intizamı sergileme] ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savap ve birbirinin nida-yı ihtiyacına [ihtiyacı olduğunu bildirmek] lebbeyk [“buyurun, emredin efendim”] cevabı vermek ve bir nokta-i vahidiye [tek bir nokta] temaşa etmek ve bir mihver-i nizam [nizam ve intizam ekseni] üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezelin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor. Evet, bir makinenin sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ve muhterii [icad eden, yeni bir şey meydana getiren] bir olur.

وَفِىكُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ * 1

Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud, [boyutları sınırsız]

Sutur-u kâinat-ı dehrdir [kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları] âsâr-ı nâmà’dud.

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta, [hakikatin levh-i mahfuzunun tezgâhı, matbaası]

Mücessem [cisimleşmiş] lâfz-ı mânidardır [mânâlı ifâde, kelime] âlemde her mevcud.

Hoca Tahsin‘in [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] “nâmà’dud” ve “nâmahdud“dan [sınırsız, hudutsuz] muradı nisbîdir; [göreceli] hakikî lâyetenâhîlik [sınırsızlık, sonsuzluk] değildir.

İşaret

Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar evsaf-ı kemâliye [her türlü kusur ve noksandan arınmış mükemmel sıfatlar] varsa, onlarla muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki: Masnûda olan feyz-i kemâl, [kemâlin, mükemmelliğin feyiz ve bereketi] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlinden iktibas [alıntı] edilmiş bir

148

zıll-i zalîlidir. [gölgenin gölgesi, zayıf gölge (güneşin aynadaki görüntüsüne “güneşin gölgesi” denir)] Demek, kâinatta ne kadar hüsün [güzellik] ve cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] varsa, umumundan lâyuhadd [hadsiz, sınırsız] derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliyeyle Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Evet, ihsan [bağış] servetin, icad vücudun, îcâb vücubun, [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] hüsnün [güzellik] fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cemi’ [bir şeyin tamamı] nekaisten [eksiklikler, kusurlar] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Maddiyatın mahiyatının [mahiyetler, nitelikler] istidatsızlığından [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] neş’et [doğma] eden nekaisten [eksiklikler, kusurlar] müberradır. [arınmış, temiz] Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden [mümkin olan mâhiyetler; varlığı da yokluğu da eşit olan varlıkların temel özellikleri] neş’et [doğma] eden evsaf [vasıflar, nitelikler] ve levazımatından [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] mukaddestir.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ * 1

İkinci Maksad

 Mukaddeme

Eğer desen: Dibacede [mukaddeme, önsöz] demiştin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı birincisine şahit ve meşhuddur. [görünen]

Elcevap: Neam, evet. Mârifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] denilen kâbe-i kemâlâta [mükemmel ve eşsiz özelliklerin merkezi] giden minhacların [meslek, yol] en müstakim [doğru ve düzgün] ve en metini, [sağlam] Sahib-i Medine-i Münevvere [Medine-i Münevvere’nin sahibi, efendisi; Hz. Peygamber efendimiz (a.s.m.)] Aleyhisselâtü Vesselâm yaptığı tarik-i hadid-i beyzâsıdır [nurlu ve parlak demir yolu] ki, ruh-u hidayet [hidayetin ve istikâmetin ruhu, özü] hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, avâlim-i gaybın [gayb âlemleri, gözle görünmeyen âlemler] mişkât [kandil] ve zücacesi [camdan yapılmış lâmba] hükmünde olan kalbinin mâkes [yansıma yeri] ve tercümanı makamında olan lisan-ı sâdıkı, [doğru söyleyen lisan] berahin-i Sâniin [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığının delilleri]

149

en sadık bir delil-i zîhayat [canlı delil] ve bir hüccet-i nâtıka [konuşan delil] ve bir burhan-ı fasihtir. Evet, hem zâtı, hem lisanı birer burhan-ı neyyirdir. [nurlu, parlak delil] Neam, hilkat [yaratılış] tarafından zât-ı Muhammed [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Hakikat canibinden [taraf, yön] lisanı, şahid-i sadıktır. [doğru sözlü şahit] Evet, Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm hem Sânie, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hem nübüvvete, [peygamberlik] hem haşre, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] hem hakka, hem hakikate bir hüccet-i katıadır. [kesin delil] Tafsili gelecektir.

Tenbih

“Devir” lâzım gelmez. Zira, sıdkının [doğruluk] delâili, [deliller] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] delâiline [deliller] tevakkuf [durağan olma] etmez.

Temhîd [hazırlama, başlangıç yapma]

Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir burhanıdır. [delil] Öyleyse, şu burhanın [delil] ispat-ı sıdkı[doğruluğunun ispatı] ve intacını [netice verme] ve sureten [görünüş itibarıyla] ve maddeten sıhhatini ispat etmek gerektir. Nahu: [“öyleyse, o halde, örneğin” mânâsında kullanılan bir ifade]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدِنِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ * 1

Emma ba’dü, [“bundan sonra, asıl meseleye gelince” mânâsında olup, söze başlarken kullanılan ifade sözün önemine delil olarak kullanılır] ey hakikatin âşıkı! Eğer vicdanımı mütalâa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen, kalb dedikleri lâtife-i Rabbaniyenin [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] pası ve zengârı [pas, bakır pası] hükmünde olan arzu-yu hilâf [muhalefet etme, karşı koyma arzusu] ve iltizam-ı taraf-ı muhalif [muhalif tarafı destekleme, karşı tarafın fikirlerine sarılma] ve mâzur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla ircâ [döndürme] etmek [temele dayandırma] ve mecmuun neticesini herbir fertten istemek ki, zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie [kötü bir özellik, yapı] verilir.2

Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, [huy, karakter] hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’âtı [ayna] taskîl [cilalama, parlatma]

150

ve tasfiye et. Muvazene [karşılaştırma/denge] ve mukabele [karşılama; karşılık verme] eyle, ekser emârâtın [belirtiler, işaretler] imtizacından [bileşim, karışım] tezahür eden hakikatın şule-i cevvalesini [daima hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı] karine-i münevvire [ışıklandıran, aydınlatan ipucu] et; tâ ekaldeki [azınlık] evham-ı muzlimeyi [karanlık vehimler, kuşkular] tenvir [aydınlatma] ve def edebilesin. Hem de munsıfane [insaflı] ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle.

Tenbih

Şu burhanın [delil] suğrâsı, [küçük] nübüvvet-i mutlakadır. [genel olarak peygamberlik kurumu] Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed‘dir [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (aleyhissalâtü vesselâm). İşte başlıyoruz:

İşaret

Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hikmeti ve ef’âlindeki [fiiler, davranışlar] adem-i abesiyet [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] ve kâinattaki en hasis ve en kalîl [az] şeyde nizamın müraatı [gözetme, riayet etme] ve adem-i ihmali [ihmal edilmeme, kopukluk olmama] ve nev-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] nev-i beşerde vücud-u nübüvvet, [Peygamberliğin varlığı] kat’an [kesinlikle, kesin olarak] istilzam [gerektirme] ederler.

Eğer desen: “Bu icmaldeki [kısaca, özet olarak] mânâyı anlamadım, tafsil et” Derim: İşte dinle. Görüyorsun ki, maddiye [maddeyle bağlantılı] ve mâneviye olan nev-i beşerdeki nizamatın, hem de hasiyet-i aklın [akıl özelliği] kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna [tasarrufu altında] alınan çok envâın [tür] ahvaline [durumlar] verildiği intizamatın [düzenler, dengeler] merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın burhanı, [delil] insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir. [ilerleme]

Birincisi: “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki [iç] sırr-ı aciptir. [hayret verici sır; hakikat] Şöyle:

Nur-u nazarla [akıl nuru] ilel-i müterettibe-i müteselsilenin [zincirleme uzayıp giden düzenleyici sebepler] meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] olan terettübü [lâzım gelme, gerekme] keşfederek umum kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] tohumu hükmünde olan mürekkebatı,

151

besaite [basit, katışıksız olanlar; birleşik olmayan şeyler] tahlil ve ircâ [döndürme] etmekle hâsıl olan kabiliyet-i ilim [ilim kabiliyeti, becerisi] ve terkip [birleşim, sentez] dedikleri kavanîn-i cariyeyi [kâinatta yürürlükte ve geçerli olan kanunlar] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edip, san’atıyla tabiatı muhakât [taklit etme, örnek alma] olan kabiliyet-i san’attan [san’at kabiliyeti, bir şeyi san’atlı bir şekilde yapabilme yeteneği] nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti [zahmet verme, itişip kakışma] ve sevk-i insaniyetin [insanlığın sevki; beşerî istidat ve kabiliyetlerin yönlendirmesi] adem-i kifayeti [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] cihetiyle bir mürşid-i nebîye [peygamber olan mürşid, yol gösterici] ihtiyaç gösteriyor—tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] muvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi: Gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan beşerin istidadı, [kabiliyet] gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] olan âmâl ve müyûlâtı [meyiller, eğilimler] ve gayr-ı mazbut [sınırsız; sınır ve kayıt altına alınamayan] olan tasavvurat [düşünceler] ve efkârı, [fikirler] gayr-ı mahdut [sınırsız] olan kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] ve gazabiyesidir.

İşaret

Bir adama milyonlarca sene ömürle bütün lezaiz-i dünyeviye [dünyevî lezzetler] ve her cihetten tasallut-u tâm [varlıklar üzerinde tam bir tahakküm kurma, onlara hükmetme] verildiği halde, istidadındaki [kabiliyet] lâyetenâhîliğin [son bulmaz] hükmünce bir “Ah, ah, leyte“yi [keşke, ne olurdu] çekecektir. Güya o adem-i rıza [hoşnutsuzluk, memnun olmama] ile remz [ince işaret] ve işaret ediyor ki, insan ebede namzet [aday] tir [sonsuzluğa aday] ve saâdet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir zamanda, gayr-ı mahdut [sınırsız] ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] olan istidadatını [kabiliyet] bilfiile çıkarabilsin.

Tenbih

Adem-i abesiyet [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] ve hakaik-i eşyanın [varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] sübutiyetleri [bir şeyin var olması] imâ ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle [zahmet verme, itişip kakışma] keşmekeş ve tehasüdden [hasetleşme, çekişme] halî [bir şeyden uzak, boş, ıssız] olmayan şu dünya-yı deniyye içinde kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz [zahmet verme, itişip kakışma] bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sümbüllensin ve ahval [durumlar] ve kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nizam vermekle, nizam-ı âleme [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] hem-dest-i vifak [bir meselede anlaşarak elele verme, elbirliği] olabilsin.

152

Tenbih ve işaret

İstitradî olarak haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] imâ olundu. İleride zaten burhan-ı kat’iyle [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] ispat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve natıkıyetin [konuşma ve söz söyleme özelliği] kıymetine ve istidadın [kabiliyet] muktezasına [bir şeyin gereği] teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] ve tetkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin [insanlığın içinde gizli olan öz] en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör, yanına git ve de: “Ey hayal ağa, beşaret [müjde] sana! Dünya ve mâfîhânın [içindekiler] saltanatı, milyonlar sene ömürle beraber sana verilecektir. Fakat âkıbetin dönmemeksizin fenâ ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek? Ayâ, istibşar [müjdeleme] ve sürur [mutluluk] veyahut telehhüf [ah vah etme, yanıp yıkılma] ve tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] cevap verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet [insanlığın içinde gizli olan öz] a’mak-ı vicdanın [vicdanın derinlikleri] dibinde enîn [inilti] ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ [eyvah, yazık] saâdet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] fıkdanına!” [kaybetme] diyecektir. Hayale zecr [sakındırma] ve ta’nif [şiddetle azarlama] ederek, “Yahu! Bu dünya-yı faniyeyle [fânî ve ölümlü dünya] razı olma!”

İşte ey birader, hînâ [ne zaman ki, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki] bu saltanat-ı faniye, [geçici sultanlık, hükümdarlık] sultan-ı insaniyetin [insanlığın sultanı, hükümdarı] en hakîr hizmetkârı veyahut şairi veyahut san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve tasvircisini [resimleyici, suret verici] işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti [insanlığın sultanı, hükümdarı] işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] edebilir? Kellâ! Neam, onu işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] edecek, yalnız haşr-ı cismânînin [âhirette insanların ruh ve bedenle diriltilmesi] sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] meknun [gizli, örtülü] olan saâdet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluk]

Üçüncüsü: İnsanın itidal-i mizacı [karakterinin, tabiatının ölçülülü ve aşırılıklardan uzak olması] ve letafet-i tab’ı [insan tabiatındaki, mizacındaki hoşluk, şirinlik] ve zînete olan meylidir. Yani, insanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe [yaşama tarzı] olan meyl-i fıtrîsidir. [doğuştan gelen meyil, arzu] Neam. İnsan hayvan gibi yaşamamalıdır. Ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete [insanlığın şerefi] münasip bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ile yaşamak gerektir. Binaenaleyh, beşer mesken ve melbes [giyim kuşam] ve me’keli, [yeme içme, beslenme] sanayi-i kesîreyle [pek çok sanayi, pek çeşitli sanayi] taltif [güzellikle muamele etmek] etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin

153

adem-i kifayetine [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] binaen ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] imtizac [bileşim, karışım] etmek, o da iştirak etmek, o da teâvün [yardımlaşma] etmek, o da sa’yin [çalışma] semeratını [meyve] mübadele [değiş tokuş] etmesini iktiza [bir şeyin gereği] etmekle beraber, kuvâ-yı insaniyedeki [insandaki duygular] inhimak [aşırı düşkünlük] ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç, o da her aklın adalete adem-i kifayetine [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] binaen, onu muhafaza edecek kavanîn-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç, o da tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine, [kanun koyan] o mukannin [kanun koyan] dahi zahiren ve bâtınen [dış ve iç yapı ile ilgili olarak] hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve mânen tefevvuka, [üstün gelme] hem de Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] tarafından bazı umûr [işler] ile muhassas [tahsis edilmiş; özel olarak donatılmış] olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nispete, [Allah’a bağlı olmaktan kaynaklanan güç] hem de evamirine [emirler] olan itaati temin ve tesis eden azamet-i Sâniin [herşeyi san’atlı olarak yaratan Allah’ın büyüklüğü , yüceliği] tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere [tekrar tekrar hatırlatan] olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] canibine [taraf, yön] efkârı [fikirler] tevcih [yöneltme] eder. O teveccüh [ilgi] ise, inkıyadı [boyun eğme] tesis, o inkıyad [boyun eğme] dahi nizam-ı ekmele [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] îsal [ulaştırma] eder. O nizam-ı ekmel [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] dahi, sırr-ı hikmetten [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] tevellüd [doğma] eder. Sırr-ı hikmet [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] dahi ademü’l-abesiyeti [abes ve lüzumsuz olmama] ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hikmeti, masnudaki teennuku [varlıklardaki hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yaratılma özelliği] kendine şahit gösterir.

İşte, eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâseyle [üç yön] olan temayüzü[üstün olan farkı] derk [anlama, algılama] edebildin; bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, [genel olarak peygamberlik kurumu] nev-i beşerde kutup, [esas, önder, direk, eksen] belki merkez ve bir mihverdir [eksen] ki, ahval-i beşer [insanların halleri, durumları] onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

Cihet-i ûlâda [birinci yön] dikkat et. Bak, nasıl sevkü’l-insaniyet [insanlığın yönlendirilmesi] ve meyl-i tabiînin [yaratılışta olan meyil, tabiî] adem-i kifayeti [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] ve nazarın kusuru [bakış, görüşün kusuru ve kısalığı] ve tarik-i akıldaki [aklın yolu, aklın izlediği yol] evhamın ihtilâtı, [birbirine karışma] nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid, peygamberdir.

154

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetanâhîlik [sonsuzluk] ve tabiatındaki meylü’t-tecavüz [haddi aşma, başkasının hakkına geçme meyli] ve kuvâ [duygular, hisler] ve âmâlindeki adem-i tahdid [sınırsızlık, hudutsuz olma] ve âlemdeki meylü’l-istikmalin [kemâle erme kabiliyet ve arzusu, olgunluğa erme eğilimi] dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] semeresi [meyve] hükmünde olan kamet-i nâmiye-i istidad-ı insanîsine [insan istidadının büyüyüp gelişen kameti, endamı, boyu] intibak etmeyen, [uyum sağlama] belki camid [cansız] ve muvakkat [geçici] olan kanun-u beşer [insanlar tarafından konulan kanun] ki, tedricen [aşamalı olarak] tecarüple hâsıl olan netaic-i efkârın [fikirlerin neticesi] telâhukuyla [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın [var olan kabiliyet ve potansiyelden ortaya çıkan netice] çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] sebebiyle maddeten ve mânen iki âlemde saâdet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının [istidadın, yeteneklerin endamı, boyu] büyümesiyle tevessü [genişleme, yayılma] edecek, zîhayat [canlı] ve ebediye bir şeriat-ı İlâhiyeye [ilâhî kânun, yasalar] ihtiyaç gösterir. İşte, şeriatı getiren, peygamberdir.

Eğer desen: “Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri [durumlar] muaddele [adaletli; adalet ölçülerine uygun hale getirilmiş] ve munazzemedirler.” [düzenli ve sistemli hale getirilmiş]

Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin [din sahipleri, dindarlar] ikazat [uyarılar] ve irşadatıyladır. [doğru yol gösterme] Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın [nebiler, peygamberler] tesisleriyledir. Demek enbiya, [nebiler, peygamberler] esas ve maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. [geçici] Bir cihetten kaime [ayakta sağlam duran, esaslı] ve müstakime [istikametli, dosdoğru] ise, çok cihattan [cihetler, yönler] mâile [eğri, eğilmiş, eğri-büğrü] ve münhaniyedir. [eğilen, eğrilen] Yani, ne kadar sureten [görünüş itibarıyla] ve maddeten ve lâfzan [ifade, kelime] ve maâşen [yaşayış bakımından] muntazamadır; fakat sîreten [iç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla] ve mâneviyaten ve mânen faside [çürük, bozuk] ve muhtelledir. [düzensiz, karışmış, bozulmuş]

Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et. Şöyle:

Ahlâktaki ifrat [aşırılık] ve tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ise, istidadatı [kabiliyet] ifsad [bozma] ediyor. Ve şu ifsad [bozma] ise, abesiyeti [anlamsızlık]

155

intaç [netice verme] eder. Ve şu abesiyet [anlamsızlık] ise, kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih [maslahatlar, faydalar] ve hikemin [hikmetler] riayetiyle âlemde hükümfermalığı [hüküm süren] bedihî [açık, aşikâr] olan hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] münakızdır. [zıt, çelişkili, birbirini tutmayan]

Vehim ve tenbih

“Meleke-i mârifet-i hukuk” dedikleri her fenalığın maddeten zararını ihsas [hissettirme] ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] ikaz etmekle hâsıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye [ilâhî kânun, yasalar] bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları [ihtiyaç duymama] bir tevehhüm-ü bâtıldır. [yanlış kuruntu, doğru olmayan zan] Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı [evvel, önce] da zahir olmadı. Bilâkis, mehasinin [güzellikler] terakkisiyle [ilerleme] beraber mesâvî dahi terakki [ilerleme] edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor.

Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume [gerçekte olmadığı halde var sayılan] olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta [yiğitlik, cesaret] muhafaza etmesine kâfi [yeterli] değildir. Binaenaleyh insan bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] olan mizan-ı adalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye [peygamber] muhtaçtır.

İşaret

Binlerce enbiya, [nebiler, peygamberler] nev-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mucizatla müddea[iddia edilen şey] ispat etmişlerdir. İşte, o enbiyanın [nebiler, peygamberler] cemi mucizatları lisan-ı vâhidle [tek bir dil] nübüvvet-i mutlaka[genel olarak peygamberlik kurumu] ilân eder. Bizim şu suğrâmıza [küçük] dahi bir burhan-ı kàtı’dır. [kesin delil] Buna tevatür-ü bilmânâ veya ne tâbirle diyorsanız deyiniz, metin [sağlam] bir delildir.

156

Tenbih

Şu Muhâkemat‘ın [muhakemeler; bir karara varmak için bir meseleyi iki taraflı olarak bütün delileriyle beraber incelemek] cihetü’l-vahdeti [birlik yönü] budur ki: Eğer cemi’ [bir şeyin tamamı] fünun [fenler, bilimler] ele alınırsa ve fünunların [fenler, bilimler] kavaidinin [kurallar, prensipler] külliyetleriyle keşfettikleri ittisak [yan yana dizilme, sıralanma] ve intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın [birbirinden farklı, cüz’î, bireysel faydalar] mâyesi [asıl, esas, maya] ve ukde-i hayatiyesi [hayat düğümü] hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âhari [başka bir iş ve durum] içine atılmakla-ekl ve nikâhtaki [evlenmek] gibi-perişan olan umur [emirler] ve ef’al [fiiller, davranışlar] o mâye [asıl, esas, maya] ile irtibat ve ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ettiklerini, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] nokta-i nazarında [bakış açısı] nazar-ı dikkate alınırsa, hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] ve adem-i ihmali [ihmal edilmeme, kopukluk olmama] mutalâaya alınırsa, istikrâ-i tâmla [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin [küllî maslahatlar, geniş kapsamlı faydalar] kutup [esas, önder, direk, eksen] ve mihveri ve maden-i hayatı [hayat kaynağı] hükmünde olan nübüvvet, [peygamberlik] nev-i beşerde zarurîdir. Faraza olmazsa, perişan olan nev-i beşer, güya muhtel [bozuk, karışık] bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin [genel akış] ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?

Tenbih

Ey birader! Eğer burhan-ı Sâniin [Allah’ın herşeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratmasının delili] suğrâ[küçük] senin sahife-i zihninde [zihin sayfası] intikaş etmiş ise, hazır ol. Kübrâ[büyük] olan nübüvvet-i Muhammed‘in [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] bahsine geçiyoruz.

İşaret ve irşad [doğru yol gösterme]

Kübrâ [büyük] sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde [bir kitap gibi kabul edilen kâinat sayfası] menkuş olan âsâr-ı enbiya[nebilerin, peygamberlerin eserleri] mütalâa etsen ve lisan-ı tarihte [tarih dili] cereyan eden ahvallerini [durumlar] dinlersen ve hakikatı, yani cihetü’l-vahdeti [birlik yönü] tesir-i zaman ve mekânla [yer ve zamanın tesiri, etkisi] girdiği suretlerden tecrit edebilirsen

157

göreceksin ki: İnayet-i İlâhiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin [soyut güzellikler; maddî olmaktan, her türlü sınırlayıcı özelliklerden uzak olan güzellikler] şulesi [gür ışık/alev] olan hukukullah [Allah’ın hakkı] ve hukuk-u ibadı, [kulların hukuku] enbiya [nebiler, peygamberler] düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] ettiklerini ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] tarafından enbiyaya [nebiler, peygamberler] karşı keyfiyet-i telâkkileri [kavrayış biçimi, karşılama keyfiyeti] ve ümeme [milletler] karşı suret-i muameleleri [davranış biçimi] ve terk-i menafi-i şahsiye [şahsi menfaatleri terk etme, bırakma] ve sair umurlar [emirler] ki, onlara nebî [peygamber] dedirmiş ve nübüvvete [peygamberlik] medar [kaynak, dayanak] olmuş olan esaslar ise, evlâd-ı beşerin [insanoğulları] sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arapta [bir okulu andıran Arap yarımadası] menba-ı ulûm-u âliye [yüksek ilimlerin kaynağı] ve muallimi olan zât-ı Muhammed‘de [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) daha ekmel [daha mükemmel] ve daha azhar [çok zahir ve açık] bulunur. Demek oluyor ki, istikrâ-i tam [cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım] ile, hususan nev-i vahidde, [tek bir tür] lâsiyyema [bilhassa, özellikle] intizam-ı muttarid [muntazam şekilde devam eden yerleşmiş düzen] üzerine müesses [kurulmuş] olan kıyas-ı hafînin [sebebi gizli olan ve zihne birden gelmeyen kıyas] iânesiyle [yardım] ve kıyas-ı evlevînin [fer’deki illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyas] teyidiyle nübüvvet-i Muhammed‘i [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) netice vermekle beraber tenkihü’l-menat [menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması] denilen hususiyattan tecrit nokta-i nazardan, [bakış açısı] cemi’ [bir şeyin tamamı] enbiya, [nebiler, peygamberler] lisan-ı mu’cizatlarıyla, [mu’cizelerin dili] vücud-u Sâniin [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] bir burhan-ı bâhiresi [açık delil] olan Muhammed’in (a.s.m.) sıdkına [doğruluk] şehadet ederler.

İtizar: Kısa cümlelerle söylemiyorum; muğlâkça oluyor. Zira şu hakaik [doğru gerçekler] her tarafa derin köklerini attıklarından, mesele uzunlaşıyor. Suret-i meseleyi [bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı] bozmak ve parça parça etmek ve hakikati incitmek istemiyorum. Hem de hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mâzur tutsanız, febihâ[ne alâ] Ve illâ hürriyet var; tahakküm [baskı] yoktur. Keyfinize…

158

Mukaddeme [başlangıç]

Peygamberin (a.s.m.) delil-i sıdkı, [doğruluğun delili] herbir hareket, herbir hâlidir. Evet, herbir hareketinde adem-i tereddüt [tereddüt göstermeme] ve muterizlere [itiraz eden] adem-i iltifat [iltifat etmeme, yüz vermeme] ve muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] adem-i mübalât [önemsememe, aldırış etmeme] ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, [korkusuz olma] sıdkını [doğruluk] ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde [emirler] hakikatın ruhuna olan isabeti, hakkıyyetini [haklılık, doğruluk] gösterir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Tahavvüf [korkuya düşme, korkma] ve tereddüt ve telâş ve mübalât [dikkat, itina] gibi hile ve adem-i vüsuku [sağlam olmama, delilsizlik] ve itminansızlığı [inanma, kalben tatmin olma] imâ eden umurlardan [emirler] müberrâ [arınmış, temiz] iken, bilâ perva [korku] [pervasız, çekinmeden] ve kuvvet-i itminanla [kalbi tatmin ve tereddütsüzlüğün gücü, emniyet ve güven kuvveti] en hatar[tehlike] makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat [canlı] kaideleri; harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan, yani bidayet [başlangıç] ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate [dikkat ehlinin nazarı, bakışı] arz-ı didar [kendini gösterme] ediyor. Bahusus [hususan, özellikle] mecmu-u harekâtının imtizacından [bileşim, karışım] ciddiyet ve hakkıyet [hak ve doğru olma] şule-i cevvale [daima hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı] gibi; ve in’ikâsatından [yansıma] ve muvazenatından [dengeli ve ölçülü oluşlar] sıdk [doğruluk] ve isabet, berk-i lâmi[parlayan şimşek] gibi tezahür ve tecellî ediyor.

İşaret

Zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] ve zaman-ı hal, [şimdiki zaman] yani, Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve zaman-ı istikbal [gelecek zaman] tazammun [içerme, içine alma] ettikleri berahin-i nübüvvet, lisan-ı vahidle maden-i ahlâk-ı âliye [yüce ahlâkın kaynağı] olan zât-ı Muhammed‘de [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (aleyhissalâtü vesselâm) dâî-yi sıdkı [doğruluğun çağırıcısı, gerekçesi (Peygamber Efendimiz’in bir ismi de Dâî’dir)] ve dellâl-ı nübüvveti [peygamberliğin ilâncısı] olan burhan-ı zâtînin [Cenab-ı Allah’ın varlığının delili] nidasına cevap ve hem-dest-i vifak [bir meselede anlaşarak elele verme, elbirliği] olarak nübüvvetini [peygamberlik] i’lâ ve ilân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde, kitab-ı âlemden [âlem kitabı, kâinat] olan fasl-ı zamanın [zaman dilimi, bölümü] sahife-i selâsesini [üç sayfa] mütalâa edeceğiz. Hem de o kitaptan mesele-i uzmâ [en büyük mesele]

159

ve münevvere [aydınlanmış, nurlanmış] olan zât-ı Muhammed‘i [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeâmız [dava, tez; iddia edilen şey] olan burhanın [delil] kübrâsını [büyük] onunla ispat edeceğiz.

İşte, bu noktaya binaen, mesalik-i nübüvvet [peygamberlik misyonunu ispat eden yollar] dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur. [kendinden geçme]

Birinci Meslek

Yani, mesele-i âliye-i zâtiyeyi [zâtı ile ilgili yüce mesele] temaşa etmekte dört nükteyi [derin anlamlı söz] bilmek lâzımdır:

Birincisi: لَيْسَ الْكُحْلُ كَالتَّكَحُّلِ 1 kaidesine binaen sun’î [gerçek olmayan] ve tasannuî [yapmacık olan] olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından, heyetinin feletatı, muzahrefiyeti imâ edecektir.

İkincisi: Ahlâk-ı âliyenin, [yüksek ahlâk] hakikatin zeminiyle olan rabıta-i ittisali [bağlantı unsuru] ciddiyettir. Ve deveran-ı dem [kan dolaşımı] gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından [birbiriyle karışıp kaynaşma] tevellüd [doğma] eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] intizam veren yalnız sıdktır. [doğruluk] Evet, şu rabıta [bağ] olan sıdk [doğruluk] ve ciddiyet kesildiği anda o ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] kurur ve hebâen [boş, faydasız] gidiyor.

Üçüncüsü: Umur-u mütenasibede [birbirlerine uyumlu olan şeyler] temayül [eğilim gösterme] ve tecazüb [birbirini cezbetme, çekme] ve mütezâdde [birbirine zıt] olan eşyalarda tenâfür [birbirini itme, birbirinden nefret etme] ve tedafü [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] kaide-i meşhuresi, [bilinen kural] maddiyatta nasıl cereyan ediyor; mâneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.

Dördüncüsü: لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ 2 Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr [eserler/asırlar] ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih-i hayatı… [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] Hattâ a’dânın [düşmanlar] şehadetleriyle, zât-ı Peygamberde (a.s.m.)

160

vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin [yüksek ahlâk] kesret [çokluk] ve ihata [herşeyi kuşatma] ve tecemmu [bir araya gelip toplanma] ve imtizacından [bileşim, karışım] tevellüd [doğma] eden izzet [büyüklük, yücelik] ve haysiyetten neşet eden [doğan, kaynaklanan] şeref ve vakar [ağırbaşlılık] ve izzet-i nefs [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] ile ferişteler, [melekler] devlerin ihtilât [birbirine karışma] ve istiraklarından [hırsızlama] tenezzühleri [ferahlama, rahatlama] gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] dahi hile ve kizbden [yalan] tereffu ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve teberri [uzak olma] ederler. Hem de hayat ve mâyeleri [asıl, esas, maya] makamında olan sıdk [doğruluk] ve hakkıyeti [hak ve doğru olma] tazammun [içerme, içine alma] ettiklerinden, şule-i cevvale [daima hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı] gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.

Tenbih

Ey birader! Görüyorsun ki, bir adam yalnız şecaatle [yiğitlik, cesaret] meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemî [bütün] ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] birden tecemmu [bir araya gelip toplanma] ede..

Evet, mecmuda bir hüküm bulunur, fertte bulunmaz.

İşaret ve tenbih

Görüyoruz: Bu zamanda sıdk [doğruluk] ve kizbin [yalan] mabeynleri [ara] ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda Asr-ı Saâdet [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] gibi sıdk [doğruluk] ve kizbin [yalan] ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki:

Sıdk [doğruluk] kendi hüsn-ü hakikîsini [gerçek güzellik] kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve onunla temessük [sarılma] eden Muhammed’i (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i şerefe [şerefin zirvesi, en yüce mertebesi] i’lâ ve âlemde inkılâb-ı azîmi [büyük değişim] ika ettiğinden şarktan garba [doğudan batıya] kadar kizbden [yalan] bu’d [uzaklık] derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini [yüksek, yüce değer] i’lâ etmek [yüceltmek] cihetiyle sûku [çarşı ve pazar] ve met’aını gayet nâfık ve râic [kıymetli olan ve halk arasında tutulan] etmiştir.1 Ve kizb [yalan] ise, teşebbüsat-ı azîmeyi [büyük çaplı girişimler] murdarların lâşeleri [leş] gibi ruhsuz bıraktığı için, nihayet

161

kubhunu [çirkinlik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve onunla temessük [sarılma] eden Müseylime ve emsali esfel-i sâfilîn-i hissete düşürdüğü cihetle, metâ-ı zehr-âlûdu [zehirli mal] ve sûku [çarşı ve pazar] gayet muattal [boş, hareketsiz] ve kesat [ticârî durgunluk] etmiştir.1

İşte, ehl-i izzet ve tefahur [gururlanma, övünme] olan kavm-i Arabın tabiatlarındaki meylü’r-râic [en iyiyi seçme eğilimi] saikasıyla [sebebiyle] müsabaka ederek, o kâsid [rağbet görmeyen ürün ve özellik] kizbi [yalan] terk edip ve râic [kıymetli olan ve halk arasında tutulan] sıdk [doğruluk] ile tecemmül [ziynetlenmek, süslenmek] ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte Sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neşet eder.

İrşad ve işaret

Tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve âsâr [eserler/asırlar] nokta-i nazarından [bakış açısı] dikkat olunursa, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema [bilhassa, özellikle] şe’ni, [belirleyici özellik] ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin [duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik] şiddet-i iltihabı zamanında kemâl-i istikametle [doğruluk ve istikâmetin en üst seviyesi] ve kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat [eşitlik] ve muvazenet-i etvar [hal ve hareketlerdeki denge] ile ve nihayet-i iffet [iffetin en üst seviyesi] ile ve hiçbir hali mestûriyeti [kendinden geçme] muhafaza etmeyen—lâsiyemma öyle ehl-i inada [inatçı insanlar] karşı—bir hileyi imâ etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının [ahlakî özelliklerin aksamadan varlığını sürdürmesi] zamanı olan kırk seneden sonra o inkılâb-ı azîm [büyük değişim] nazara alınırsa, haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levm etsin. Zira zihninde bir sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] gizlenmiş olacaktır. Hem de, en hatar[tehlike] makamlarda—gar’da gibi—tarîk-i halâsı mefkud [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] iken ve haytu’l-emel [ümit ipi; ümit bağlayacak bir sebep] bihasebi’l-âde [maddî sebepler bakımından] kesilirken, gayet metanet [gayret, kararlılık] ve kemâl-i vüsuk [mükemmel seviyede emin olma hâli] ve nihayet-i itminan [kendini son derece güvende hissetme] ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet [peygamberlik] ve ciddiyetine şahid-i kâfidir [yeterli seviyede şahitlik] ve hak ile temessük [sarılma] ettiğine delildir.

162

İkinci Meslek

Yani, sahife-i ûlâ, [ilk, birinci sayfa] zaman-ı mâzidir. [geçmiş zaman] İşte şu sahifede dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] lâzımdır:

Birincisi: Bir fende, veyahut kasasta, [kıssalar] bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini [düğüm] ahz [alma] ederek müddeâsını [dava, tez; iddia edilen şey] ona bina ederse, o fende hazakat [uzmanlık] ve maharetini gösterir.

İkincisi: Ey birader! Eğer tabiat-ı beşere [insanın yaratılışı, mizacı] ârif isen, küçük bir haysiyetle, küçük bir dâvâda, küçük bir kavimde, [insan topluluğu] küçük bir hilâfın serbestiyetle irtikâp [kötü iş işleme] olunmadığına nazar edersen, gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm [büyük] bir dâvâda, hasra gelmeyen [sayılamayan] bir kavimde, [insan topluluğu] hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmîliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil [bağımsız] olmayan meselelerde tam serbestiyetle bilâperva [pervasız, çekinmeden] ve kemâl-i vüsuk [mükemmel seviyede emin olma hâli] ile alâ ruûsi’l-eşhad [şahitlerin gözü önünde] zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın [doğruluk] tulû [doğma] edeceğini göreceksin.

Üçüncüsü: Bedevîlere nisbet çok ulûm-u nazariye [teorik ilimler] vardır; medenîlere nisbeten, lisan-ı âdât ve ef’âlin [fiiler, davranışlar] telkinatıyla, [telkinler] ulûm-u müteârifenin [herkesçe bilinen bilgiler] hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye [derin anlamlı söz] binaen, bedevîlerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede [çöl, kır] farz etmek gerektir. Eğer istersen, İkinci Mukaddemeye [evvel, önce] müracaat et; zira şu nükteyi [derin anlamlı söz] izah etmiştir.

Dördüncüsü: Bir ümmî, ulema meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] mütedavil [elden ele aktarılan] bir fende beyan-ı fikir [düşüncesini açıklama] ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün fîhâ [hakkında ihtilaf olunan mesele] olan noktalarda muhalefet edip, musahhihane [yanlışları düzeltir bir şekilde] olan söylemesi, onun tefevvukunu [üstün gelme] ve kisbî [çalışarak elde edilen] olmadığını ispat eder.

Şu nüktelere [derin anlamlı söz] binaen deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, malûm olan ümmiyetiyle [okuma yazma bilmeme] beraber, güya gayr-ı mukayyed [kayıt altına alınmayan] olan ruh-u cevvale [her âlemde ve zamanda dolaşan ruh] ile tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama]

163

ederek, mazinin a’mâk-ı hafâsına [gizli derinlikler] girerek, hazır ve müşahid [hazır bulunma ve şahid olma] gibi enbiya-yı sâlifenin [daha önce gelmiş peygamberler] ahvallerini [durumlar] ve esrarlarını teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] etmesiyle, bütün enzar-ı âleme [bütün âlemin gözü önünde] karşı öyle bir dâvâ-yı azimede−ki, [büyük dava] bütün ezkiyâ-i âlemin [dünyanın en zekî insanları] nazarlarını dikkate celb [çekme] eder–bilâ perva [korku] ve nihayet vüsuk [doğruluk, güvenilirlik] ile müddeasına [iddia edilen şey] mukaddeme [başlangıç] olarak, o esrar ve ahvalin [durumlar] ukad-ı hayatiyeleri [hayat düğümleri; can alıcı noktalar] hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin [Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş kitaplar] ittifak noktalarında musaddık [tasdik edici, doğrulayıcı] ve ihtilâf noktalarında musahhih [tashih eden, yanlışları düzelten] olarak kasas [kıssalar] ve ahval-i enbiya[peygamberlerin halleri, durumları] bize hikâye etmesi, sıdk [doğruluk] ve nübüvvetini [peygamberlik] intaç [netice verme] eder.

TEZNİB: Cemi’ [bir şeyin tamamı] enbiyanın [nebiler, peygamberler] delâil-i nübüvvetleri, [peygamberlik delilleri] sıdk-ı Muhammed‘e [peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) doğruluğu] (a.s.m.) delildir ve cemi’ [bir şeyin tamamı] mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cize-i mâneviyesidir [mânevî mu’cize] (aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.

İşaret

Ey birader! Bazan kasem, [yemin] burhanın [delil] yerini tutar. Zira burhanı [delil] tazammun [içerme, içine alma] eder. Öyleyse:

وَالَّذِی قَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ فِى اَعْمَاقِ الْمَاضِى وَفِى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ اْلاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلَّسَ عَلَيْهِ وَمَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ * 1

Evet, neam, onun nur-u nazarına, [akıl nuru] hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten [hile, oyun] müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan]

Üçüncü Meslek

Yani: Zaman-ı halin, [şimdiki zaman] yani Asr-ı Saadetin [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] sahifesinde dört nükte, [derin anlamlı söz] bir noktayı nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] gerektir:

164

Birincisi: Küçük bir âdet, küçük bir kavimde [insan topluluğu] veya zayıf bir haslet [huy, karakter] kalil [az] bir taifede, büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle [ciddi gayret] kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan, acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’lûf [alışılmış] ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha [sağlam, köklü, esaslı] olan âdât ve ahlâk, nihayet kesir [çok] ve me’lûfatına [alışılmış] gayet mutaassıp ve şedidü’ş-şekîme [başkasına kolay kolay boyun eğmeyen, inatçı] olan bir kavmin a’mâk-ı ervahından [ruhlarının derinlikleri] az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ ve ref’ [kaldırma] ettiğini ve o âdât-ı seyyienin [fena, kötü adetler] yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi [(fidan) dikme] ve def’aten [âni, birden bire] nihayet derecede tekemmül [mükemmelleşme] ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, harikulâde olduğunu tasdik etmezsen, seni sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] defterinde yazacağım.

İkincisi: Şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi [normal şartlar altında büyüyüp gelişme] hükmünde olan teşekkülü [kendi kendine oluşma] ise mütemehhildir. [zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi bir zaman içinde olan şey] Ve devlet-i atîkaya [kendisinden önceki devlet] galebesi–ki, [üstün gelme] ona inkıyad, [boyun eğme] tabiat-ı sâniye [ikincisinin yapısı] hükmüne girdiği için–tedricîdir. Öyleyse, maddeten ve mânen hâkim, hem de gayet cesîm [büyük] bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya [köklü devletler] def’î [bir anda, kısa zamanda] gibi galebe [üstün gelme] etmesi, mâneviyat ve ahvalde [durumlar] cârî olan âdâtın bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] harikulâde olduğunu görmezsen, körler defterinde yazılacaksın.

Üçüncüsü: Tahakküm-ü zahirî, [dış açıdan hükmü altına alma; fizikî hakimiyet] kahr [mahvetme, yok etme] ve cebir [Cebriye mezhebi] ile mümkündür. Fakat efkâra [fikirler] galebe [üstün gelme] etmek, hem de ervaha [ruhlar] tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve tabâyia [mizaçlar, tabiatlar] tasallut, [hükmetme, musallat olma] hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek, hakikatin hassa-i farikasıdır. [ayırıcı özellik] Bu hassayı bilmezsen, hakikatten bigânesin. [alâkasız, ilgisiz]

Dördüncüsü: Tergib [istek uyandırma, şevklendirme] veya terhib [dehşete düşürme, korkutma] hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî [sathî ve yüzeysel tesir] edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mâk-ı kulûba [kalblerin derinlikleri] nüfuz ve erakk-ı hissiyatı [en ince his ve duygular]

165

tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] ve şükûf-misal [goncaya, çiçeklere benzer] olan istidadatı [kabiliyet] inkişaf [açığa çıkma] ettirmek ve kâmine [saklı, gizli, belirsiz] ve nâime [uyuyan, uykuda bulunan] olan seciyeleri [huy, karakter] ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti [insanlığın içinde gizli olan öz] feverana getirmek ve kıymet-i natıkıyeti [konuşma ve düşünme özelliğinin taşıdığı değer] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, şuâ-yı hakikatin [hakikat ışığı, ışını] hâssasıdır. [özel; bir ferde delâlet eden söz] Evet, kasavet-i mücessemenin [maddî hâle gelen katılık ve hissizlik] misal-i müşahhası [somut örnek] olan “ve’d-i benat[İslâmiyetten önce Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adeti] gibi umurlardan [emirler] kalblerini taskîl [cilalama, parlatma] etmesi ve rikkat-i letafetin [his ve duyguların son derece ince ve hoş olması] lem’ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umur [emirler] ile tezyin [süsleme] etmesi, öyle bir inkılâb-ı azîmdir-hususan [büyük değişim] öyle akvam-ı bedevîde−ki, [çölde yaşayan, göçebe kavimler] [insan topluluğu] hiçbir kanun-u tabiiyeye [tabiat kanunu] tevfik [başarı] olmadığından, hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.

Şimdi Noktayı dinle: İşte tarih-i âlem [dünya tarihi] şehadet eder ki: En büyük dâhi odur ki, bir veya iki hissin ve seciyenin [huy, karakter] ve istidadın [kabiliyet] inkişafına [açığa çıkma] ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim [uyku hâlindeki duygu] ikaz edilmezse, sa’y [çalışma] hebâen [boş, faydasız] gider ve muvakkat [geçici] olur. İşte en büyük dâhi ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet [özgürlük duygusu] ve hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve muhabbet.

Bu noktaya binaen, Ceziretü’l-Arap sahrâ-i vesîasında [uçsuz bucaksız çöl] olan akvam-ı bedevîde [çölde yaşayan, göçebe kavimler] [insan topluluğu] kâmine [saklı, gizli, belirsiz] ve nâime [uyuyan, uykuda bulunan] ve mesture [kendinden geçme] olan hissiyat-ı âliye-ki, [yüce, yüksek hisler] binlere bâliğdir−birden [erişen, ulaşan] inkişaf, [açığa çıkma] birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek, şems-i hakikatin, [hakikat güneşi] ziya-yı şulefeşanın [etrafı aydınlatan ışık] hâssasıdır. [özel; bir ferde delâlet eden söz] Bu Noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziretü’l-Arabı [yarımada] gözüne sokacağız. İşte Ceziretü’l-Arap… [yarımada] On üç asır beşerin terakkiyatından [ilerleme] sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nispeten o zamana nispet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?

İşaret

Kim tevfik [başarı] isterse, âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] ve hilkat [yaratılış] ve fıtrat ile âşinalık etmek ve dostluk

166

etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle [başarı] bir cevab-ı red [red cevabı] verecektir. Cereyan-ı umumî [genel akış] ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd [yokluklarla dolu] hiçahiçe atacaktır.

İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki, hilkatte cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika—ki [çok ince ve derin kanunlar] hurdebîn-i akılla [akıl mikroskobu; küçücük şeyleri görebilen akıl] görülmez—hakaik-i şeriat ne derecede mürâat [gözetme, yerine getirme] ve muarefet [tanıma, yakından bilme] ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin [yaratılış kanunları] muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza etmiştir. Evet, şu a’sâr-ı tavîlede [uzun asırlar] şu müsademat-ı azîme [büyük çarpışmalar] içinde hakaikini [doğru gerçekler] muhafaza, belki daha ziyade inkişafa [açığa çıkma] getirdiğinden gösterir ki, Resul-i Ekremin (a.s.m.) mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir. [kurulmuş]

Şu Nükte [derin anlamlı söz] ve Noktaları bildikten sonra, geniş ve muhakemeli ve müdakkik [dikkatli] bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî [Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed] Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti [okuma yazma bilmeme] ve adem-i kuvvet-i zahiresi [görünürde herhangi bir maddî güce sahip bulunmayan] ve adem-i hâkimiyeti [hâkimlik ve hükümranlığın bulunmaması] ve adem-i meyl-i saltanatla [hükümdarlığa ve sultanlığa meylinin bulunmaması] beraber, gayet hatar[tehlike] mevâkide kemâl-i vüsuk [mükemmel seviyede emin olma hâli] ile teşebbüs ederek efkâra [fikirler] galebe [üstün gelme] etmekle, ervaha [ruhlar] tahabbüp [sevgi gösterme] ve tabayie tasallut, [hükmetme, musallat olma] gayet kesire ve müstemirre ve rasiha [sağlam, köklü, esaslı] ve me’lûfe [alışıldık ve yakın olan] olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi [ahlâkî yapı açısından son derece vahşi olma] esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] gayet metin [sağlam] bir esas ile, lâhm [et] ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zâviye-i vahşette [vahşet köşesi] hâmid [hamd eden] olan bir kavimdeki [insan topluluğu] kasavet-i vahşiyeyi [vahşî katılık, vahşette katılaşmış] ihmad [ateşin alevini söndürme] ve hissiyat-ı dakika[ince ve derin hisler] tehyiç, [heyecanlandırma, harekete geçirme] evet, hissiyat-i âliyeyi [yüce hisler] ikaz ve cevher-i insaniyetlerini [insanlığın içinde gizli olan öz] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle beraber evc-i medeniyete [medeniyetin zirvesi] bir zaman-ı kasîrde [kısa zaman] is’ad ederek, şark ve garpta [batı] oturmuş bir devlet-i cesîmeyi [büyük bir devlet] bir zaman-ı kalilde [az zaman]

167

teşkil edip, ateş-i cevval [daima hareket hâlinde olan yakıcı ateş] gibi, belki nur-u nevvar [etrafı aydınlatan nur] gibi veyahut asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi sair devletleri bel’ ve imha [yutma, ortadan kaldırma] derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti [basîret gözü] kör olmayanlara sıdkını [doğruluk] ve nübüvvetini [peygamberlik] ve hakla temessükünü [sarılma] göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.

Dördüncü Meslek

Sahife-i müstakbelden, [gelecek sayfası] lâsiyyema [bilhassa, özellikle] mesele-i şeriattır. [dikkat; şeriat ile alâkalı mesele] İşte dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkatten [dikkat içeren bakış] dûr etmemelisin. [uzaklaştırma, kaçırma]

Birincisi: Bir şahıs dört veya beş fende meleke [alışkanlık] sahibi ve mütehassıs olmaz, meğer harika ola…

İkincisi: Mesele-i vahide, [tek bir mesele] iki mütekellimden [konuşan] sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder. Birisi, mebde [başlangıç] ve münteha[en son nokta] ve siyak ve sibaka mülâyemetini [sözün öncesinin sonrasına, sonrasının öncesine uygunluğu] ve ehavatıyla [kardeşler, benzer şeyler] nispetini ve mevzi-i münasipte [uygun konum] istimalini, [çalıştırma, vazifelendirme] yani, münbit [verimli, bereketli] bir zeminde sarfını nazara aldığı için, o fende olan maharetine ve melekesine [alışkanlık] ve ilmine delâlet ettiği halde, öteki mütekellim [konuşan] şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve taklidiyetine [taklit edilmiş olma] delâlet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu fark etmezse, ruhun hisseder.

Üçüncüsü: İkinci Mukaddemede [evvel, önce] geçtiği gibi bir-iki asır evvel harika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmül-ü mebadi [alt yapının gelişmesi; bir şeyin başlangıç prensiplerinin ve temellerinin zaman içinde gelişmesi, mükemmeleşmesi] cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al, on üç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrid et, dehşet-engiz [dehşet verici] olan Ceziretü’l-Arapta [yarımada] otur, dikkatle temaşa et. Görürsün ki, ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki, yalnız zekâya değil, belki gayet kesir [çok] tecarübün [tecrübeler, deneyimler] mahsulü olan fünunun [fenler, bilimler] kavaniniyle [kanunlar] öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki, istidad-ı beşerin [insandaki potansiyel kabiliyet] kameti, [biçim ve boy]

168

netâic-i efkârı [fikirlerin neticeleri] teşerrübünden [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] tekebbür [büyüklenme] ederse, o şeriat dahi tevessü [genişleme, yayılma] ederek ebede teveccüh [ilgi] eder. Kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev-i beşerin tavk-ı haricinde [gücün, takatin üstü] göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, [kötü kuruntular] senin şu tarafa müteveccih [yönelen] olan fıtratının tarf’ını [görüş, bakış] 1 çürütmüş ola…

Dördüncüsü: Onuncu Mukaddemede [evvel, önce] geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i itirazın [itiraz noktası] cevabında da geleceği gibi şudur ki: Cumhurun istidad-ı efkârı [düşünce kabiliyeti, yeteneği] derecesinde şeriatın irşad [doğru yol gösterme] etmesidir. Şöyle ki:

Cumhurun amiliği için, hakaik-i mücerredeyi, [maddî olmayan, soyut gerçekler] melûfları [alışılmış] vasıta olmaksızın adem-i telâkkileri [anlamama, idrak edememe] sebebiyle, müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] ve teşbihat [benzetmeler] ve istiârât [istiareler; hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma uygulamaları] ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] cumhurun, hiss-i zahir [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] sebebiyle hilâf-ı vakii [gerçeğe aykırı] zarurî telâkki [anlama, kabul etme] etmekle beraber, mebâdi [başlangıçlar, belirtiler] basamakları adem-i in’ikad ve tekemmül [mükemmelleşme] ünden, [tam kurulmama ve mükemmele doğru gitmeme] mağlâtaların [aldatma, yanıltma] vartalarına [tehlike] düşmemek için, şeriat öyle mesailde [meseleler] ipham [gizleme] etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakikati imâdan hâli [boş] bırakmadı.

Vehim ve tenbih

Resul-i Ekremin (a.s.m.) herbir fiil ve herbir halinde sıdk [doğruluk] lemean eder. Fakat her fiili ve her hali harika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı harika, [harika bir şeyi ortaya koyma, gösterme] tasdik-i müddeâ [iddia olunan şeyleri tasdik etme, onaylama] içindir. Hacet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte, cereyan-ı umumiyeye [hadiselerin genel akışı] mütabaatle, [uyma, tâbi olma] kavanin-i âdâtullaha [kâinatta işleyen İlâhî kânunlar, yaratılış kânunları] destedâd-ı teslim [teslim olma, boyun eğme] oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.

Ey birader! Şu tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddemesinin [evvel, önce] taifesindendir.

169

Nisyanın [unutkanlık] hatâsıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri [derin anlamlı söz] tut. İşte neticeye giriyoruz:

Bak, ey birader: Fünun [fenler, bilimler] ve ulûmun [ilimler] zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses [kurulmuş] olan diyanet ve şeriat-i İslâmiye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] öyle fünunları [fenler, bilimler] tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Ezcümle: fenn-i tehzib-i ruh ve riyazetü’l-kalb ve terbiyetü’l-vicdan ve tedbirü’l-ceset ve tedvirü’l-menzil [çekip çevirme] ve siyasetü’l-medeniyye ve nizamatü’l-âlem ve fennü’l-hukuk ve saire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın [zihinler] veya zamanın müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezlekeyle [hülasa, öz] kavaid-i esasiyeyi [temel kurallar, prensipler] vaz ederek tenmiye ve tefriini ukulün [akıllar] meşveret [danışma] ve istinbatatına [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] havale etmiştir ki, bu fünunun [fenler, bilimler] mecmuuna değil, belki ekalline, [azınlık] on üç asır terakkiden [ilerleme] sonra, en medenî yerlerde, en harika zekâyla mevsuf [bir sıfatla nitelenen] olanlar, takat-i beşerin haricinde—bahusus o zamanda—olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni men edemiyor. İşte, fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] odur ki, a’dâ [düşmanlar] ona şehadet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlyle Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i [ümit] siyasiyesinden naklen diyor ki:

“O tetkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] hakaik-i İslâmiyetin [İslâmın gerçekleri] dairesinde yaşayabilir mi?” Kendisi kendine “Evet” ile cevap veriyor. Şimdiki muhakkikler [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet [İslâmiyetin gerçekleri] çıktıkları zaman, âteş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr [fikirler] ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından bir şey çıkmaz, ilâ ahirihî…

170

Evet, on üç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata [çarpışmalar, müsademeler] [çarpışma] karşı hakaikini [doğru gerçekler] muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, [çarpışma] keşmekeş, hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] omuzu üstünden türab-ı hafâ[gizlilik toprağı] terkik [inceltme] ve tahfif [hafifletme] ediyor. Neam, vücut ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] buna şahittir. Makale-i ûlâdaki [birinci makale] mukaddematı [evvel, önce] nazara almak gerektir.

Vehim ve tenbih

Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi [hülasa, öz] bilmek bir adam için mümkündür..

Elcevap: Neam, lâ! [evet, hayır. “doğru; fakat, meselenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var” manasındadır] Zira öyle bir fezleke [hülasa, öz] ki, hüsn-ü isabet [güzel bir şekilde ve doğru bir tarzda] ve mevki-i münasipte [uygun konum] ve münbit [verimli, bereketli] bir zeminde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] gibi, sabıkan [bundan önce] mezkûr [adı geçen] sair noktalarla cam gibi, maverasından [bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar] ıttıla-ı tam [bir konuyu tam mânâsıyla anlama, kavrama] ve melekeyi [alışkanlık] gösteren fezlekeler [hülasa, öz] mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vahid [bir tek ifade, söz] iki mütekellimden [konuşan] çıkarsa, birinin cehline ve ötekisinin ilmine, bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua [daha önceden işitilmeyen ve çeşitli işaretler yoluyla aktarılan işler, durumlar] ile delâlet eder.

İşaret ve irşad [doğru yol gösterme] ve tenbih

Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden [ilk konaklanan yerler; kitabın ilk bölümlerinde yer alan başlıklar] hayaliyle seyr ü sefer [gidiş-geliş] eden birader-i vicdan! [kalp kardeşi] Geniş bir nazarla nazar et ve muvazene [karşılaştırma/denge] et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi [yüce meclis] teşkil et. Sonra da Mukaddemat-ı İsnâ Aşerden [Muhakemat isimli eserin ilk bölümünde yer alan ve on iki mukaddemenin [başlangıç] bulunduğu “Birinci Makale” bölümü] müntehabatını [en son nokta] davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere [istişare etme, danışma] et. İşte:

Bir şahıs çok fünunda [fenler, bilimler] mütehassıs ve meleke [alışkanlık] sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden, [konuşan] mütefavittir, [birbirinden farklı] başkalaşır. Ve hem de fünun [fenler, bilimler] mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] telâhuk-u efkârın [düşünce ve tecrübelerin birikimi] neticesidir. Hem de müstakbeldeki [gelecek] bedihî [açık, aşikâr] bir şey, mazide nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevîlere meçhul olabilir. Hem de

171

maziyi müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi-i müşebbittir. [aldatıcı ve ayak kaydırıcı kıyas] Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin [çöl, kır] besateti [basitlik, sadelik] ise, ehl-i meder ve medeniyetin [yerleşik hayat tarzı ile yaşayan şehirliler] hile ve desaisine [desiseler, hileler] mütehammil [tahammül eden, dayanan] değildir. Evet, neam, hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, [ilimler] âdât ve ahval [durumlar] ve vukuatın telkinatıyla [telkinler] teşekkül [kendi kendine oluşma] edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, [akıl nuru] müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî [tabiî ömür] vardır; nefs-i beşer [insan, insanın kendisi] gibi o da inkıta [kesilme, sona erme] eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, [içinde bulunulan yer ve zaman] nüfusun [nefisler] ahvalinde [durumlar] büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide harikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül [mükemmelleşme] etmişler. Hem de zekâ eğer çendan [gerçi] harika olsa da bir fennin tekmiline [mükemmelleştirme, geliştirme] kâfi [yeterli] değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet [yeterli olma] edecektir?

İşte, ey birader, şu zâtlarla müşavere [istişare etme, danışma] et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrit et. Hayalât-ı muhîtiye [yaşanılan çevrenin insanda oluşturduğu hayaller] ve evham-ı zamaniyenin [içinde yaşanılan zaman diliminin yönelttiği vehimler] elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkerân [okyanus misâli uçsuz bucaksız olan deniz] olan zamanın şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] olan adaya çık. İşte, herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecellî edecek şudur ki:

Vahîd, [tek başına] nâsırı yok, saltanatı mefkud, [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] tek bir şahıs, umum âleme karşı mübareze [karşı koyma] eder. Ve küre-i zeminden [yerküre] daha büyük bir hakikati omuzuna almış ve bütün nev-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki, o şeriat, fünun-u hakikiye [hakikî ilimler] ve ulûm-u İlâhiyenin [İlâhî ilimler] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olarak, istidad-ı beşerin [insandaki potansiyel kabiliyet] nümüvvü [büyüme, gelişme] derecesinde tevessü [genişleme, yayılma] edip iki âlemde semere vererek, ahval-i beşeri [insanların halleri, durumları] güya bir meclis-i vahid, [tek bir meclis] bir zaman-ı vahidin [aynı zaman dilimi] ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevâmisinden [kanunlar] sual edersen ki, “Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?”

172

Sana şöyle cevap verecekler ki: “Biz kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı faniyeyi [fânî ve ölümlü dünya] kestikten sonra, bizim sûrî [görünüşte] olan irtibatımız kesilirse de, daima mâneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı rûhânîsidir.” [ruhânî gıda; ruhun gıdası]

Hâtime [son]

Şübehat [şüpheler, tereddütler] ve şükûkun [şekler, şüpheler] üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri‘den [İslâmiyetin hüküm ve kurallarını bildiren Allah’ın maksadı] ve efkârın [fikirler] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nispetinde olan irşaddan [doğru yol gösterme] tecâhül [bilmezlikten gelme] edip, bütün evham-ı seyyienin [kötü kuruntular] yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlâta [aldatma, yanıltma] ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur’ân’da üç nokta vardır:

Birincisi: Kur’ân’ın mâbihi’l-imtiyazı [kendisi ile imtiyaz ve ayrıcalık kazanılan şey] ve vuzuh [açıklık] ve ifade üzerine müesses [kurulmuş] olan belâğate [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] münafidir [aykırı] ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır. [zor]

İkincisi: Şeriatın maksud-u hakikîsi [asıl ve gerçek maksad, hedef] olan irşad [doğru yol gösterme] ve tâlime münafidir [aykırı] ki, fünun-u ekvanda [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] bir derece ipham [gizleme] ve ıtlakatıdır.

Üçüncüsü: Tarik-i Kur’ân [Kur’ân’ın çizdiği hak yol] olan tahkik [araştırma, inceleme] ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevâhiri, delil-i aklînin [akıl yolu ile bulunan delil] hilâfına imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] edip, hilâf-ı vâkıa [gerçeğe ters] ihtimalidir.

Ey birader! Tevfik [başarı] Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan [eksiklik sebebi] gösterdiğin olan şu üç nokta tevehhüm [kuruntu] ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] en sadık şahitleridir. İşte:

Birinci noktaya cevap: Zaten iki defa şu cevabı zımnen [gizlice] görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. [geniş halk kitlesi] Nazar-ı Şâri‘de [İlâhî bakış; İslâmî hükümleri bildiren Allah’ın bakış açısı] ekall, eksere tâbidir. Zira, avama müvecceh [yöneltilmiş, yönlendirilmiş] olan hitabı, havass [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] fehm [akıl, zekâ, anlama kabiliyeti] ve istifade ediyorlar. Bilâkis olursa, olamaz.

173

İşte, cumhur-u avam [geniş halk kitlesi] ise, me’lûf [alışılmış] ve mütehayyelâtından [hayal edilen şey] tecerrüd [sıyrılma] edip hakaik-i mücerrede [maddî olmayan, soyut gerçekler] ve mâkulât-ı sırfeyi [tamamıyla aklî olan meseleler] temaşa edemezler—meğer mütehayyelâtları [hayal edilen şey] dürbün gibi tevsit [vasıta ve araç olarak kullanma] etseler… Fakat mütehayyelâtın [hayal edilen şey] suretlerine hasr ve vakf-ı nazar [bakışın, dikkatin odaklanması] etmek, cismiyet [maddî özellik taşıma] ve cihet gibi muhal [bâtıl, boş söz] şeyleri istilzam [gerektirme] eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaiki [doğru gerçekler] görüyor. Meselâ, kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi [Allah’ın faaliyet ve icraatları] sultanın serir-i saltanatında [saltanat tahtı; sultanlık makamı] olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 1 gibi… İşte, hissiyat-ı cumhur [genel halk kitlelerinin hisleri, algılamaları] şu merkezde olduklarından, elbette irşad [doğru yol gösterme] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, onların hissiyatı riayet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] edilsin ve efkârları [fikirler] dahi bir derece mümaşât [uyma; beraber hareket etme] ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] edilsin. İşte, riayet ve ihtiram, [hürmet etme, saygı gösterme] ukul-ü beşere [insanların akılları] karşı olan “tenezzülât-ı İlâhiye[Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi] ile tesmiye [isimlendirme] olunur. Evet, o tenezzülât, te’nis-i ezhan [zihinlerde yakınlık meydana getirme; onları alıştırma] içindir. Onuncu Mukaddemeye [evvel, önce] müracaat et.

İşte bunun içindir ki, hakaik-i mücerredeye [maddî olmayan, soyut gerçekler] temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd [hayalle karışmış] cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden [müteşâbih ifadeler; Kur’ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller] birer dürbün vaz edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrika[derin veya birbirinden farklı mânâlar] bir suret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için, nâsın kelâmında istiârât-ı kesireyi [birçok istiare; [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar] irad [sunma, söyleme] ederler. Demek, müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] dahi istiârâtın en ağmaz [en derin] olan kısmıdır. Zira en hafî [gizli] hakaikin [doğru gerçekler] suver-i misaliyesidir. [temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler] Demek, işkâl [anlaşılması zor olma] ise, mânânın dikkatindendir, lâfzın [ifade, kelime] iğlâkından [kapalı olma] değildir.

174

Ey muteriz! [itiraz eden] İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin, [insan düşüncesi] bahusus [hususan, özellikle] avamın fikirlerinden en uzak olan hakaiki [doğru gerçekler] şöyle bir tarikle takrip [yakınlaştırma] etmek, acaba tarik-i belâğat olan mukteza-yı halin [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil] mutabakatine muvafık ve makamın nispetinde kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm [kuruntu] ettiğin gibidir? Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] sen ol.

İkinci noktaya cevap: İkinci Mukaddemede [evvel, önce] mufassalen [ayrıntılı olarak] geçmiştir. Âlemde meylü’l-istikmalin [kemâle erme kabiliyet ve arzusu, olgunluğa erme eğilimi] dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] semeratı [meyve] ve tecarüb-ü kesireyle [pek çok tecrübeler ve deneyimler] ve netâic-i efkârın [fikirlerin neticeleri] telâhukuyla [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] teşekkül [kendi kendine oluşma] eden merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun [fenler, bilimler] ise, müterettibe [birbirine uyumlu şekilde sıralanan] ve müteavine [birbirine yardım eden ve destek olan] ve müteselsiledirler. [zincirleme] Evet, müteahhirin [sonradan gelen] in’ikadı, [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] mütekaddimin [önceden gelen] teşekkülüne [kendi kendine oluşma] vabestedir. [bağlı] Demek, mukaddem [evvel, önce] olan fen, ulûm-u mütearifenin [herkesçe bilinen ilimler, bilgiler] derecesine gelecek; sonra müteahhirine [sonradan gelen] mukaddeme [başlangıç] olabilir.

Bu sırra binaendir ki, şu zamanda temehhuz-u tecarüble [çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemâle ermesi] satha çıkıp ve tevellüd [doğma] etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim [anlatma] ve tâlimine çalışsaydı, mağlâta [aldatma, yanıltma] ve safsataya düşürmekten başka bir şey yapamazdı. Mesela, denilseydi, “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre [damla] suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam [geniş halk kitlesi] ise, hiss-i zahir [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] veya galat-ı hissin [duygu yanılması] sebebiyle hilâflarını zarurî bildikleri için, ya tekzip veya nefislerine mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] veya mahsûs olan şeye mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] etmekten başka ellerinden bir şey gelmezdi. Teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ise, bahusus [hususan, özellikle] onuncu asra kadar, minhac-ı irşada [irşad yolu] büyük bir vartadır. [tehlike] Ezcümle, sathiyet-i arz ve deveran-ı şems [yeryüzünün düz oluşu ve güneşin dünya etrafında dönmesi] onlarca bedihiyat-ı hissîyeden [hislerle açık bir şekilde idrak edilen nesneler, olaylar] sayılırdı.

175

Tenbih

Şu gibi meseleler, müstakbeldeki [gelecek] nazariyata [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmediği için, iki ciheti de muhtemeldir, itikad [inanç] olunabilir, imkân derecesindedir, itminan [inanma, kalben tatmin olma] kabildir. Onun hakk-ı sarihi, [açık hak] tasrih [açık şekilde bildirme] etmektir. Lâkin hînâ [ne zaman ki, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki] ki, hissin galatı bizim “ma nahnü [biz] fîh“imizi [üzerinde durduğumuz konu] imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] çıkardı. Onun nazar-ı belâğatta [belağat ilmine göre] hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise, ipham [gizleme] ve ıtlaktır−tâ, ezhan [zihinler] müşevveş [dağınık, karışık] olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve imâ etmek gerektir. Efkâr [fikirler] için kapıları açmak, duhule [girme] davet etmek lâzımdır. Nasıl ki, şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] öyle yapmıştır.

Yahu, ey birader! İnsaf mıdır, taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] böyle midir ki, sen irşad-ı mahz [tam mânâsıyla doğru yolu gösterme] ve ayn-ı belâğat ve hidayetin mağzı [öz] olan şeyi irşada münafi [aykırı] ve mübayin [farklı, aykırı] tevehhüm [kuruntu] edesin? Ve belâğatça ayn-ı kemâl [mükemmelliğin ta kendisi] olan şeyi noksan tahayyül [hayal etme] edesin? Yâ eyyühe’l-hoto! [ey vahşi dağ adamı] Acaba senin zihn-i sakîminde [haslatıklı zihin] belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] o mudur ki, ezhanı [zihinler] tağlit [yanıltma] ve efkârı [fikirler] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ve muhitin müsaadesizliği [uygunsuz, izin vermeyen] ve zamanın adem-i i’dadından [hazır ve müsait olmama] ezhan [zihinler] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olmadıkları için ukule [akıllar] tahmil [yükleme] edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ. [asla] كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ 1 bir düstur-u hikmettir. [hikmet prensibi]

İstersen Mukaddemata [evvel, önce] müracaat et… Bahusus [hususan, özellikle] Birinci Mukaddemede [evvel, önce] iyi tefekkür et!

İşte bazı zevahiri, [dışta zahirde olanlar, dış mânâlar] delil-i aklînin [akıl yolu ile bulunan delil] hilâfına göstermek olan üçüncü noktaya cevap: Birinci Mukaddemede [evvel, önce] tedebbür et, sonra bunu da dinle ki:

176

Şâri‘in [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] irşad-ı cumhurdan [geniş halk kitlelerine doğru yolun gösterilmesi] maksud-u aslîsi, isbat-ı Sâni-i Vahid ve nübüvvet [peygamberlik] ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyleyse, Kur’ân’daki zikr-i ekvan, [bütün âlemdeki varlıkların Allah’ı zikretmesi] istitradî [asıl konudan olmayan, tamamlayıcı unsur] ve istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] içindir. Cumhurun efhamına [anlayışlar, idrakler] göre san’atta zahir olan nizam-ı bedî [eşsiz güzellikte olan düzen, nizam] ile nezzam-ı hakikî [bütün varlıkları eşsiz nizam ve intizam içinde yaratan Allah] olan Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] etmek içindir. Halbuki, san’atın eseri ve nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül [meydana gelme özelliği] nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez.

Tenbih

Mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki, delil, müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki, bazı nusûsun [hükmü açık olan Kur’ân ve hadis metinleri] zevahiri, [dışta zahirde olanlar, dış mânâlar] ittizah-ı delil [delillerin açık bir şekilde ortaya konulması] ve isti’nas-ı efkâr [fikirlerin ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] etmesi, alışması] için cumhurun mu’tekadât-ı hissiyelerine [hislerle ilgili olan, hisse dayalı inançlar] imale [bir tarafa meylettirme, yöneltme] olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zira Kur’ân, âyâtının telâfîfinde [iç içe, lif lif olan yapı, katmanlar] öyle emarat [belirtiler, izler] ve karaini [karineler, ip uçları] nasb etmiştir ki, o sadeflerdeki [içinde inci bulunan kabuk] cevahiri [cevherler] ve o zevahirdeki [dışta zahirde olanlar, dış mânâlar] hakikatleri ehl-i tahkike [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] parmakla gösterir ve işaret eder. Evet, “kelimetullah[Allah’ın sözü; Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim] olan Kitab-ı Mübînin, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. [açıklayan, yorumlayan] Yani, bazı âyâtı, ehavatının [kardeşler, benzer şeyler] mâ fiz-zamirlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Öyleyse, bazıları diğer bir ba’za [bir kısmı, bir parçası, bazısı] karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] olabilir ki, mânâ-yı zahirî [görünürdeki mânâ, dış anlam] murad değildir.

Vehim ve tenbih

Eğer istidlâlin [delil getirme, akıl yürütme] makamında denilseydi ki: “Elektriğin acaibi ve cazibe-i umumiyenin [genel çekim] garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] ve küre-i arzın [yer küre, dünya] yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anasırın [unsurlar, elementler] imtizac-ı kimyeviyelerini [kimyasal bileşim] ve şemsin istikrarıyla beraber sûriye olan hareketini [güneşin sabit olduğu halde, hareket ediyor gibi görünmesi]

177

nazara alınız, tâ Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bilesiniz.” İşte o vakit, delil olan san’at, mârifet-i Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] olan neticeden daha hafî [gizli] ve daha gamız [anlaşılmaz, kapalı] ve kaide-i istidlâle [bir konu hakkında ispat için uyulması gerekli delil sunma kaidesi; çıkarımda bulunma kaidesi] münafi [aykırı] olduğundan, bazı zevahiri, [dışta zahirde olanlar, dış mânâlar] efkâra [fikirler] göre imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] olunmuştur. Bu ise, ya müstetbeü’t-terâkip [işaret, telmih, [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar] kabilesinden veya kinâî [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] nev’inden olduğu için, medar-ı sıdk ve kizb [yalan] olmaz. Meselâ, قَالَ lâfzındaki [ifade, kelime] elif elif’tir. Aslı vav olsa, kâf olsa, ne olursa olsun tesir etmez.

Ey birader, insaf et: Acaba şu üç nokta-i itiraz [itiraz noktası] cemi’ [bir şeyin tamamı] a’sarda [asırlar] cemi’ [bir şeyin tamamı] insanların irşadları [doğru yol gösterme] için inzal [indirme] olunan Kur’ân’ın i’câzına [mu’cize oluş] en zahir delil değil midir? Evet.

وَالَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشِيرَ النَّذِيرَ وَبَصِيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلُّ وَاَجْلٰى وَاَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقِيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَاَعْلٰى وَاَنْزَهَ وَاَرْفَعَ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ 1 * 2

Neam, hayalin ne haddi vardır ki, nurefşan [nur saçan] olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin? Evet, mesleği nefs-i hak [hak ve hakikatin bizzat kendisi] ve mezhebi ayn-ı sıdktır. [tamamen doğru, doğruluğun ta kendisi] Hak ise, tedlis [aldatmak] ve tağlit [yanıltma] etmekten müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış]

Beşinci Meslek

Mârufe [bilinen] ve meşhure olan havarık-ı zahire [gözle görülebilen harikalar] ve mu’cizat-ı mahsusadır. [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hergangi bir şeyle ilgili gösterdiği mu’cizeler, kendisine mahsus mu’cizeler] Siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarihin kitapları onlarla meşhundur. [dolu, doldurulmuş] Ulemâ-yı kiram (cezahümüllahu hayran)

178

hakkıyla tefsir ve tedvin [bir araya getirerek tertiplemek; aynı konuya ait çalışmaları bir araya toplayıp kitap haline getirmek] etmişlerdir. Malûmun tâlimi lâzım gelmemek için, biz tafsilinden kat-ı nazar [bakmama, dikkate almama] ettik.

İşaret

Şu havarık-ı zahirenin [gözle görülebilen harikalar] herbir ferdi eğer çendan [gerçi] mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] değildir, mutlaka cinsleri, belki çok envâı [tür] kat’iyen [kesinlikle] ve yakînen mütevatir-i bilmânâdır. [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber] O havârık [harikalar] birkaç nev’ üzerindedir. İşte:

Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır, Peygamberden (a.s.m.) istifade ve istifaza [feyizlenme] ederek, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi olduğundan, kalb-i hassâsından [çok hassas ve duyarlı kalp] [sahte para] hiss-i kablelvukua [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] binaen irhasatla Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] geleceğini ihbar etmiştir.

Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. [çok çeşitli haberler] Güya tayyar [uçan] olan ruh-u mücerredi, [maddeden soyutlanmış ruh] zaman ve mekân-ı muayyenin [belirli bir mekân] kayıtlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi [geçmiş ve gelecek zamanın sınırları] çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.

Bir kısmı dahi: Tahaddî vaktinde [meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu’cizeler)] izhar [açığa çıkarma, gösterme] olunan havarık-ı hissiyedir. [beş duyu ile hissedilen ve gözlemlenen harikalar] Bine karib [yakın] tâdad olunmuştur. Demek, söylediğimiz gibi, herbir ferdi âhâdî de olursa, mecmuu mütevatir-i bilmânâdır. [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber]

Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeânıdır. [haber] Güya maden-i sehavet [cömertlik kaynağı] olan yed-i mübarekesinden [mubarek ve bereketli el] mâye-i hayat [hayat mayası ve kaynağı; hayat suyu] olan suyun nebeânıyla, [haber] menba-ı hidayet [hidayet kaynağı] olan lisanından, mâye-i ervah [ruhların mayası; ruhlara hayat kaynağı olan] olan zülâl-i hidayetin [hidayetin tatlı, berrak suyu] feveranını hissen tasvir ediyor.

Biri de: Tekellüm-ü şecer ve hacer [taş, kaya] ve hayvandır. Güya hidayetindeki hayat-ı mâneviye, [maddî olmayan hayat] cemadat [cansız varlıklar] ve hayvanata dahi sirayet [bulaşma] ederek nutka [konuşma] getirmiştir.

179

Biri de: İnşikak-ı kamerdir. Güya kalb-i semâ [gökyüzünün kalbi] hükmünde olan kamer, [ay] mübarek olan kalbiyle inşikakta [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] bir münasebet peyda etmek için, sine-i saf ve berrakını [temiz ve berrak göğüs, kalp] mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan [arzu, istek] şakk ve çâk etmiştir.

Tenbih

İnşikak-ı kamer mütevatir-i bilmânâdır. [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber] وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 olan âyet-i kerîmeyle sabittir. Zira, hattâ Kur’ân’ı inkâr eden dahi bu âyetin mânâsına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şayan [layık, yaraşır] olmayan bir tevil-i zayıftan [zayıf yorum] başka tevil ve tahvil [değişme, dönüşme] edilmemiştir.

Vehim ve tenbih

İnşikak, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, [dalgınlık vakti, uyku anı] hem şu zaman gibi âsumana [gökyüzü] adem-i tarassut, [gözlemlememe] hem vücud-u sehab, [gökyüzünde bulutların bulunması] hem ihtilâf-ı matâli [Ay’ın doğuşunun zaman olarak farklı yerlerde farklı oluşu] cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de, hem-matla [doğuş yeri aynı olan] olanlarda sabittir ki, görülmüştür. Birisi ve en birincisi ve en kübrâ[büyük] olan Kur’ân-ı Mübîndir. [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân]

İşte sabıkan [bundan önce] bir nebzesine imâ olunan yedi cihetle i’câzı [mu’cize oluş] müberhendir, [delillerle ispatlanmış] ilâ âhirihî… [sonuna kadar] Sair mu’cizatı kütüb-ü mutebereye [konu hakkında kaleme alınan ve bütün ilim ehli tarafından kabul edilen eserler] havale ediyorum.

Hâtime [son]

Ey benim kelâmımı mütalâa eden zevat! Geniş bir fikirle ve müteyakkız [uyanık ve dikkatli] bir nazarla ve muvazeneli [dengeli, ölçülü] bir basiretle, mecmu-u kelâmımı, yani mesalik-i hamseyi [belli bir hedefe ulaşmak için belirlenen beş yöntem ve yol] muhit bir daire veya müstedîr [daire şeklinde olan] bir sur gibi nazara alınız. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetine [peygamberlik] merkez gibi temaşa ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin [birbirine yardım edip dayanışma içinde olan askerler] nazarıyla bakınız. Tâ ki bir taraftan

180

hücum eden evhamı, mütecavibe [birbirine cevap veren, birbirini destekleyen] ve müteavine [birbirine yardım eden ve destek olan] olan cevanib-i sâire [diğer yönler, başka taraflar] def edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan, مَا الدَّلِيلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذِى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ 1 ‘ye karşı derim:

İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…

İşaret ve irşad [doğru yol gösterme] ve tenbih

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat [yaratılış hükümeti] cânibinden [taraf, yön] müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] ve sâil [soru soran] sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, [akıl aracılığıyla varlıklar üzerinde sürekli sorgulama yapan hikmet ilmi; felsefe] istikbale teveccüh [ilgi] eden nev-i beşerin talîalarına [öncü kuvvet, keşif kolu] rastgelmiş; birden fenn-i hikmet [akıl aracılığıyla varlıklar üzerinde sürekli sorgulama yapan hikmet ilmi; felsefe] şöyle birtakım sualleri irad [sunma, söyleme] etmiş ki: “Ey insan evlâtları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle, ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz [başlangıç] nereden? Ve müntehanız [en son nokta] nereyedir?”

O vakit, nev-i beşerin hatip ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat [yaratılış hükümeti] cânibinden [taraf, yön] gelen fenn-i hikmete şöyle cevap vermiştir ki:

“Ey müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] efendi! Biz maaşir-i mevcudat, [bütün varlıklardan meydana gelen topluluk] Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] emriyle, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu [varlık elbisesi] bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet [mutluluk sermayesi] olan istidadatı [kabiliyet] veren, cemi’ [bir şeyin tamamı] evsaf-ı kemâliyeyle [mükemmel sıfatlar, özellikler] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olan Hâkim-i Ezeldir. [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] Biz maaşir-i beşer [insanoğlunun toplulukları; gelmiş geçmiş tüm insanların bulunduğu dev topluluklar] dahi, şimdi saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra, birden ebede müteveccihen [yönelen] şehristan-ı ebedü’l-âbâd [sonsuz olarak yaşanacak olan ülke; Cennet] olan haşr-ı cismânîye [âhirette insanların ruh ve bedenle diriltilmesi] gideceğiz.”

İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle.

181

Üçüncü Maksat

Haşr-i cismânîdir. [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] Evet, hilkat [yaratılış] onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Burhanın [delil] en vâzıhı, [açık] Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Mukaddeme [başlangıç]

Kur’ân-ı Mübîn, [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] haşr-i cismânîyi [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] o derece izah etmiştir ki, ednâ [basit, aşağı] bir şüpheyi bırakmamış. İşte, biz de kuvvetimize göre onun berahinini [bürhanlar, deliller] bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına [üzerinde durulması gerekli noktalar; belli konuların işlendiği başlıklar] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ MAKSAT: Evet, kâinattaki nizam-ı ekmel, [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] hem de hilkatteki hikmet-i tâmme, [eksiksiz tam hikmet] hem de âlemdeki adem-i abesiyet, [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] hem de fıtrattaki adem-i israf, [israfsızlık] hem de cemi’ [bir şeyin tamamı] fünunla [fenler, bilimler] sabit olan istikrâ-i tâmm, [bütün cüz’î olaylardaki ortak niteliklerden hareket ederek küllî bir hükme varma; bir bütünü oluşturan parçaları inceleyerek o bütün hakkında hüküm verme; tümevarım, endüksiyon] hem de yevm [gün] ve sene gibi çok envâda olan birer nevi kıyamet-i mükerrere, [sürekli tekrar eden kıyamet, varlık âleminde görülen sürekli değişimler, ölen veya yok alan varlıkların yerine yenilerinin gelmesi] hem de istidad-ı beşerin [insandaki potansiyel kabiliyet] cevheri, hem de insanın lâyetenâhi [sınırsız, sonsuz] olan âmâli, hem de Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] rahmeti, hem de Resul-i Sadıkın [her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.)] lisanı, hem de Kur’ân-ı Mu’cizin [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] beyanı, haşr-i cismânîye [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] sadık şahitler ve hak ve hakikî burhanlardır. [delil]

 Mevkıf ve işaret

1. Evet, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden [son derece zayıf ve vehimden ibaret olan görüntü] ibaret kalır. Cemi’ [bir şeyin tamamı] mâneviyat ve revabıt [rabıtalar, bağlar; münasebetler] ve niseb, [nispetler, bağlar] hebâen [boş, faydasız] gider. Demek, nazzamı, [düzenleyip tertip edici seep] saadet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı]

2. Evet, inâyet-i ezeliyenin [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] timsali [görüntü] olan hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem [hikmetler] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olduğundan, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ilân eder. Zira

182

saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, kâinatta bilbedahe [açıkça] sabit olan hikem [hikmetler] ve fevaide [faydalar] karşı mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] edilecektir.

3. Neam, akıl ve hikmet ve istikrâın [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet, [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] haşr-i cismânîdeki [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işaret, belki, delâlet eder. Zira adem-i sırf, [tam anlamıyla yokluk] herşeyi abes eder.

4. Evet, fıtratta, ezcümle, âlem-i suğrâ [küçük âlem] olan insanda, fenn-i menafiü’l-a’zânın [anatomi; insan organlarının fonksiyonlarını araştıran ilim] şehadetiyle sâbit olan adem-i israf [israfsızlık] gösterir ki: İnsanda olan istidadat-ı mâneviye [manevî istidatlar, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kabiliyetler] ve âmâl ve efkâr [fikirler] ve müyûlâtının [meyiller, eğilimler] adem-i israfını [israfsızlık] ispat eder. O ise, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] namzet [aday] olduğunu ilân eder.

5. Evet, öyle olmazsa, umumen kurur, hebâen [boş, faydasız] gider. Feya li’l-aceb! [hayret verici, çok ilginçtir ki!] Bir cevher-i cihanbahânın [dünyalar kadar kıymetli cevher] kılıfına nihayet derecede dikkat ve itina edilirse, hattâ gubarın [toz] konmasından muhafaza edilirse, nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi [eşi benzeri olmayan cevher] kırarak mahvedecektir? Kellâ! Ona itina, onun hatırası içindir.

6. Evet, sabıkan [bundan önce] beyan olunduğu gibi, cemi’ [bir şeyin tamamı] fünunla [fenler, bilimler] hâsıl olan, istikrâ-i tâmla [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] sabit olan intizam-ı kâmil, [mükemmel şekilde aksamadan devam eden düzen ve düzenlilik] o intizamı ihtilâlden halâs [kurtulma] eyleyen ve tekemmül [mükemmelleşme] ve ömr-ü ebedîye [ebedî ömür, ahiret hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eden haşr-i cismânînin [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] olan saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

7. Evet, saatin saniye, dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm [gün] ve sene ve ömr-ü beşer [insan ömrü] ve deveran-ı dünya, [dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler] birbirine mukaddeme [başlangıç] olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten [ölüm] sonra kıyamet dahi o destgâhtan [iş yeri] çıkacağını haber veriyorlar. Evet, insanın her ferdi birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] onun âmâline öyle bir vüsat vermiş ki,

183

bütün ezmanı [zamanlar, devirler] yutsa tok olmaz. Sair envâın [tür] efratlarının [fertler] mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemâli, lezzeti, elemi ise, cüz’î [ferdî, küçük] ve şahsî ve mahdut [sınırlanmış] ve mahsur ve ânîdir. Beşerin ise, ulvî, küllî, sermedîdir. [daimi, sürekli] Yevm [gün] ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i nev’iyeyle [her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri] insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye [şahsa, bireye ait umumî kıyamet] remz [ince işaret] ve işaret, belki şehadet eder.

8. Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] istidadatında [kabiliyet] mündemiç [içinde bulunan] olan gayr-ı mahdut [sınırsız] olan kabiliyattan [kabiliyetler, yetenekler] neşet eden [doğan, kaynaklanan] müyulâttan [meyiller, eğilimler] hâsıl olan lâyetenâhi [sınırsız, sonsuz] âmâlinden tevellüd [doğma] eden gayr-ı mütenahî [sonsuz] efkâr [fikirler] ve tasavvuratı, [düşünceler] mâverâ-yı [arkasında bulunan; öte] haşr-i cismânîde olan saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] elini uzatmış ve medd-i nazar [gözünü uzaklara yöneltme, dikkatlice bakma] ederek o tarafa müteveccih [yönelen] olmuştur.

9. Neam, Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] rahmeti ise, cemi’ [bir şeyin tamamı] niamı [nimetler] nimet eden ve nikmetlikten [azap, ceza (nimetin zıddı)] halâs [kurtulma] eden ve kâinatı firak-ı ebedîden [sonsuz ayrılık] hâsıl olan vaveylâlardan [feryat, figan] halâs [kurtulma] eyleyen saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nev-i beşere verecektir. Zira, şu herbir nimetin reisi olan saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermezse, cemi’ [bir şeyin tamamı] nimetler nikmete [azap, ceza (nimetin zıddı)] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ederek, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedahe [açıkça] ve umum kâinatın şehadetiyle sabit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.

İşte, ey birader, mütenevvi [çeşit çeşit] olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] ve hicran-ı lâyezâlîyi nazara al. Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur? Demek hicran-ı ebedî, [ebedî hicran, sonsuz ayrılık acısı] muhabbete karşı çıkamaz. İşte, saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd [yokluklarla dolu] hiçâhiçe atacaktır.

10. Neam, sabık [daha önceden geçen] olan beş mesleğiyle sıdk [doğruluk] ve hakkaniyeti müberhen [delillerle ispatlanmış] olan

184

Peygamberimizin (a.s.m.) lisanı, haşr-i cismânînin [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] definesindeki saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarıdır.

11. Neam, yedi cihetle on üç asırda i’câzı [mu’cize oluş] musaddak [doğrulanan] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] haşr-i cismânînin [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] keşşafıdır [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve fettahıdır ve besmelekeşidir. [besmele çeken; önemli bir işi başlatan]

İKİNCİ MAKSAT: Kur’ân’da işaret olunan haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair iki delilin beyanındadır. İşte, نَخُو بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1

Bu risalenin müellifi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu risalenin telifinden [kaleme alma] otuz sene sonra telif [kaleme alma] ettiği Risale-i Nur Külliyatından Dokuzuncu Şuânın başında diyor ki:

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir inayet-i Rabbâniyedir [Allah’ın inayeti, yardımı] ki: Bundan otuz sene evvel, Eski Said yazdığı tefsir mukaddemesi [evvel, önce] Muhâkemat [muhakemeler; bir karara varmak için bir meseleyi iki taraflı olarak bütün delileriyle beraber incelemek] namındaki eserin âhirinde ‘İkinci Maksat: Kur’ân’da haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. Nahu: [“öyleyse, o halde, örneğin” mânâsında kullanılan bir ifade] Bismillâhirrahmanirrahîm’ deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] delâil [deliller] ve emârat[belirtiler, işaretler] haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik [başarı] ihsan [bağış] eyledi.”