ŞUÂLAR – Altıncı Şuâ (132-138)

132

Altıncı Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Yalnız İki Nüktedir. [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

[Namazdaki teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] bulunan 1 اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ ilâ âhirenin [sonuna kadar] iki noktasına gelen iki suâle iki cevaptır. Teşehhüdün [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] sâir hakikatlerinin beyanı başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edilerek bu Altıncı Şuâda yüzer nüktesinden [derin anlamlı söz] yalnız İki Nüktesi [derin anlamlı söz] muhtasar [kısa] bir sûrette beyan edilecek.]

Birinci Sual: Teşehhüdün [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] mübarek kelimâtı, [kelimeler] Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ile Resulünün [Allah’ın elçisi] bir mükâlemeleri [karşılıklı konuşma] olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?

Elcevap: Her mü’minin namazı, onun bir nevi miracı [Allah’ın huzuruna yükselme] hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise Mirac-ı Ekber-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m) büyük miracı] aleyhissalâtü vesselâmda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sohbet tahattur [hatıra gelme] edilir. O tahatturla [hatıra gelme] o mübarek kelimelerin mânâları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ihâta[kavrayış] mânâlar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâlî [yükselme, yücelme] edip genişlenir.

Meselâ: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o gecede Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani, “Bütün zîhayatların, [canlı] hayatlarıyla

133

gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye [bütün canlı varlıkların halleriyle yaptıkları tesbihler] ve Sânilerine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] takdim ettikleri fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim ediyorum.”

Evet, nasıl ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ 1 kelimesiyle bütün zîhayatın [canlı] ibâdât-ı fıtrîyelerini [doğal, yaratılıştan gelen ibadetler] niyet edip takdim ediyor.

Öyle de, tahiyyatın [selamlar ve dualar] hülâsa[esas, öz] olan اَلْمُبَارَكَاتُ 2 kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik [bereket ve tebrik sebebi, vesilesi] ve bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dediren ve mübarek denilen ve hayatın ve zîhayatın [canlı] hülâsa[esas, öz] olan mahlûklar, [varlıklar] hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] mübarekiyetlerini [bereketlilik, hayırlı olma] ve bereketlerini ve ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] temsil ederek, o geniş mânâ ile söylüyor.

Ve mübarekâtın [bereketli ve güzel şeyler] hülâsa[esas, öz] olan اَلصَّلَوَاتُ 3 kelimesiyle de, zîhayatın [canlı] hülâsa[esas, öz] olan bütün zîruhun [ruh sahibi] ibâdât-ı mahsusalarını [hususî ibadetler] tasavvur edip dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] o ihâta[kavrayış] mânasıyla arzediyor.

Ve اَلطَّيِّبَاتُ 4 kelimesiyle de, zîruhun [ruh sahibi] hülâsaları [esas, öz] olan kâmil insanların ve melâike-i mukarrebînin, [makam itibariyle Allah’a daha yakın olan melekler] salâvatın [namazlar, dualar] hülâsa[esas, öz] olan tayyibat [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] ile nuranî ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mâbuduna [ibadet edilen] tahsis ve takdim eder.

Hem nasıl ki o gecede Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ 5 demesi, istikbâlde yüzer milyon insanların her biri, her gün, hiç olmazsa on defa

134

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ 1 demelerini âmirâne iş’ar [işaret etme, belirtme] eder ve o selâm-ı İlâhî, [Allah’ın selâmı] o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mânâ verir. Öyle de, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, o selâma mukàbil اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ 2 demesi istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin salihleri, selâm-ı İlâhîyi [Allah’ın selâmı] temsil eden İslâmiyete mazhar [erişme, nail olma] olmasını ve İslâmiyetin umumî bir şiarı [işaret, nişan] olan mü’minler ortasındaki اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ – وَعَلَيْكَ السَّلاَمُ 3 umum ümmet demesini râciyâne, [ait] dâîyâne [dua ederek, isteyerek] Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] istediğini ifade ve ihtar eder.

Ve o sohbette hissedâr olan Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile o gece اَشْهَدُ اَنْ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 4 demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirâne [müjdeleyerek] haber verir. Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi [karşılıklı kutsal konuşma] tahattur [hatıra gelme] ile kelimelerin mânâları parlar, genişlenir.

Bu mezkûr [adı geçen] hakikatın inkişafında [açığa çıkma] bana yardım eden garip bir hâlet-i ruhiyedir: [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu]

Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hali hazırda olan bu koca kâinat hayalime câmid, [cansız] ruhsuz, meyyit, [ölü] boş, hâlî, [boş] müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, [ölü] müthiş tahayyül [hayal etme] edildi. O hadsiz mekân ve o hudutsuz zaman, karanlıklı bir vahşetgâh [ürkütücü yer] sûretini aldı. Ben o hâletten [durum] kurtulmak için namaza iltica ettim.

135

Teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] اَلتَّحِيَّاتُ 1 dediğim zaman birden kâinat canlandı; hayattar, nuranî bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] parlak bir âyinesi [aynası] oldu. Bütün hayattar eczasıyla beraber, hayatlarının tahiyyelerini [selâm, hediye] ve hedâyâ-yı hayatiyelerini [hayatın sunduğu hediyeler] daimî bir sûrette Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] takdim ettiklerini ilmelyakîn, [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] belki hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] ile bildim ve gördüm.

Sonra اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ 2 dediğim vakit, o hudutsuz ve hâlî [boş] zaman birden Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın riyaseti altında, zîhayat [canlı] ruhlar ile vahşetzar [ürküntü ve yalnızlık veren yer] suretinden ünsiyetli [cana yakın, dost] bir seyrangâh [gezi ve seyir yeri] suretine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti.

İkinci Sual: Teşehhüd [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] âhirinde,

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰۤى اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ اِبْرٰهِيمَ * 3

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, İbrahim aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salâvatın [namazlar, dualar] teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] tahsisinin hikmeti nedir? Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri… Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar [erişme, nail olma] olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zâtlar musırrâne [ısrarlı bir şekilde] dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlâhîye [Allah’ın verdiği söz] iktiran

136

etmiş ise… Meselâ عَسٰۤى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا 1 Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vaad ettiği halde, her ezan ve kàmetten [boy, endam] sonra edilen mervî [nakledilen, rivayet edilen] duada

وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا نِالَّذِى وَعَدْتَهُ 2 deniliyor; bütün ümmet o vaadi îfa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir?

Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç suâl var.

Birinci cihet: Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, [yüce] enbiyadırlar. [nebiler, peygamberler] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âli, [yüce] evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya [nebiler, peygamberler] yetişemezler. Âl [aile, soy] hakkında olan bu duanın parlak bir sûrette kabul olduğuna delil şudur ki:

Üç yüz elli milyon içinde, Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] aleyhissalâtü vesselâmdan yalnız iki zâtın, yani Hasan (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evliya ekser-i mutlak [büyük çoğunluk] hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri [önder] ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَۤاءِ بَنِىِۤ اِسْرَۤائِيلَ 3 hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] tarîk-i hakikate [hakikat yolu] ve hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] irşad [doğru yol gösterme] edenler, bu âl [aile, soy] hakkındaki duanın makbuliyetinin [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] meyveleridirler.

İkinci cihet: Bu tarzdaki salâvatın [namazlar, dualar] namaza tahsis-i hikmeti [has kılınmanın hikmeti, namaza ait olmasının sırrı] ise, meşahir-i insaniyenin [insanların meşhurları] en nuranî, en mükemmeli, en müstakimi [doğru ve düzgün] olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın

137

kàfile-i kübrasının [büyük grup, büyük kervan] gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve yüzer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmâya, [büyük cemaat] o sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] iltihak [karışma, katılma] ve refakat ettiğini tahattur [hatıra gelme] etmektir. Ve o tahatturla [hatıra gelme] şübehat-ı şeytaniyeden [şeytanî şüpheler] ve evham-ı seyyieden [kötü kuruntular] kurtulmaktır. Ve bu kàfile, bu kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] dostları ve makbul masnuları; ve onların muarızları, [itiraz eden, karşı gelen] Onun düşmanları ve merdut mahlûkları [varlıklar] olduğuna delil ise, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri o kàfileye daima muavenet-i gaybiye [gizli yardım] gelmesi ve muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] her vakit musibet-i semâviye [gökten gelen musibetler, belâlar] inmesidir.

Evet, kavm-i Nuh ve Semûd ve Âd ve Firavun ve Nemrut gibi bütün muarızlar, [itiraz eden, karşı gelen] gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] ve azabını ihsas [hissettirme] edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi, kàfile-i kübrânın Nuh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi bütün kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kahramanları dahi, harika ve mu’cizâne ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbâniyeye mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar. Birtek tokat hiddeti, birtek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] ve binler ikram ve muavenet [yardım] kàfileye gelmesi, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde ve gündüz gibi zâhir bir tarzda, o kàfilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] gittiğine şehadet ve delâlet eder. Fâtiha‘da [başlangıç] صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 o kàfileye ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِينَ 2 muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte [derin anlamlı söz] ise, Fâtiha‘nın [başlangıç] âhirinde daha zâhirdir.

138

Üçüncü cihet: Bu kadar tekrar ile kat’î verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur:

İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmud, bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatleri ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın [en büyük hakikat] bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise, dolayısıyla o hakikat-i umumiye-i uzmânın [büyük ve umumî hakikat] tahakkukunu [gerçekleşme] ve vücut bulmasını ve o şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] en büyük dalı olan âlem-i bâkinin [devamlı ve kalıcı âlem] gelmesini ve tahakkukunu [gerçekleşme] ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu [gerçekleşme] ve dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve Cennetin en mühim bir sebeb-i vücudu [varlık sebebi] olan ubudiyet-i beşeriyeye [insanlığın ibadeti, kulluğu] ve daavât-ı insaniyeye [insanların duaları] kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksat için, bu hadsiz dualar dahi azdır.

Hem Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-i kübrasına [büyük şefaat; günahlarımızın bağışlanması için Peygamber Efendimizin aracılık etmesi] işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat [namazlar, dualar] ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi]

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1