KASTAMONU LAHİKASI – 120-139. Mektuplar (241-273)

241

– 120 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık, müstakim [doğru ve düzgün] kardeşlerim,

Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 4 sırrıyla, ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze [karşı koyma] etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki [ara] muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut [alçalış, düşüş] etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.

Bu sırra binaen وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 5 deki ulüvv-ü cenab düsturuna [kâide, kural] ittibaen [tabi olma, uyma] ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın [dinsizler] iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki [ara] husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, [kaçınma] Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] bu mezkûr [adı geçen] dört esasa binaen, muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] hiddet ve tehevvürle [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] ve

242

mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti [biçim ve boy] miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ [anlaşmazlık, çekişme] çıkıyor. Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] zarar eder; ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade ediyor.

İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini [hareket tarzı, metod] çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm [bencil] bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam öldürmeyen ve hubb-u cah [makam sevgisi] vartasından [tehlike] kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] karşı kendi meşreplerini [hareket tarzı, metod] ve mesleklerinin revacını [kıymet, değer] ve etbâlarının [halk, yönetilenler] hüsn-ü teveccühlerini [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] dem ve sarsılmamak ve adavete [düşmanlık] girmemek ve o muarız [itiraz eden, karşı gelen] taifenin de rüesalarını [reisler, başkanlar] çürütmemek gerektir.

Fâş etmek [meydana çıkarma, açığa vurma] hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve o şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden has şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik]Ferid[üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] makamına mazhar [erişme, nail olma] oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin [öğrenci] bağlandığı Risale-i Nur, o

243

Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki [anlama, kabul etme] edip, teveccühünü [ilgi] de kazanmak için, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.

Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet [gayret, kararlılık] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.

يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ 1 âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.

Said Nursî

244

– 121 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] karşı gelen biri semavî, biri arzî iki musibete mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek ayrı bir inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] cilvesi görülmeye başladı.

Arzî ve insanî olan musibet: Isparta’da ve İstanbul’da olduğu gibi, Kastamonu’nun havalisinde de, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] set çekmek için, has talebelerin ve ciddî çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur [usanç] vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumî bir plân dahilinde taarruz ediliyor. Hâlislere fütur [usanç] veremediklerinden, başka meşgaleler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.

Semavî musibet ise: İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe [üstün gelme] çalıp, ekser nâs midesini, maişetini [geçim] daima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakiki ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmaya mecbur oluyor.

Hem insanların zihinleri, fikirleri kasten ve bizzat hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı bu yüzden bir derece lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] bir vaziyeti almasından, bir tevakkuf [durağan olma] devri gelmesine mukabil, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetiyle başka bir tarzda Risale-i Nur’un intişar [açığa çıkma, yayılma] ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] meydan açmış. Ezcümle, İstanbul âfâkından yüksek ulemanın eski fetva Emini Ali Rıza, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Şirvanî ve parlak vaizlerden Şemsi gibi zâtlar, Risale-i Nur’la ciddî ve takdirkârâne [övgüyle] münasebettar [alâkalı, ilgili] olmaya başlamalarıdır.

Hem, hatırımızda olmadığı halde yeni hurufla [harfler] tab [basma] etmek üzere başta Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en mühim parçası yedi parça, bir mecmuada tab’ [baskı basma] etmek ve gençleri

245

uyandıran üç dört parça ayrı bir risalede, Hafız Mustafa ile beraber tab’ [baskı basma] etmek için matbaaya gönderdik.

Hem, mühim bir zât teşebbüs ediyor ki, mühim parçalardan bir kısmını Ankara’da, büyük rütbeli birisinin muavenetiyle [yardım] tab’ [baskı basma] etmek niyeti var. Ben şimdilik muvafakat etmedim.

Velhasıl, bir kapı kapansa, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] daha parlak kapıları Risale-i Nur yüzünden açıyor, yol veriyor. Risale-i Nur’un mektup ve melfuz hurufatı adedince Cenab-ı Erhamürrâhimîne hamd ü senâ ve şükür olsun.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 Buna binaen, bu tevakkuf [durağan olma] ve muvakkaten [geçici] fütura merak etmeyiniz. Zaten şimdiye kadar çalışmalar, tohumlar nev’inde istikbalde kâfi [yeterli] sümbüller verebilir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, hiç çalışılmasa da yine kifayet [yeterli olma] eder. Kat’iyen [kesinlikle] takarrur [karar bulma] etmiş ki, Risale-i Nur hakikatlerine gıdaya ihtiyaç gibi bu zamanda ihtiyaç var. Bu ihtiyaç ise onu tevakkufta [durağan olma] bırakmaz, işlettirecek inşaallah. [Allah dilerse]

Hafız Mustafa ile umumunuza bedel görüştük, fakat pek az bir zamanda. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu ve Tahirî’yi tab’ [baskı basma] meselesinde muvaffak eylesin. Âmin.

Hafız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] üstadı olan Hacı Hafız ile gayet samimâne ve uhuvvetkârâne [kardeşçe] görüşmeleri ve meşveretleri [danışma] bizleri çok mesrur [mutlu] eyledi.

Said Nursî

246

– 122 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nur fabrikasının sahibi, Birinci Şuanın dördüncü âyeti bahsinde, hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] yedi esasını parlak bir surette ispat edildiği cümlesine dair soruyor ki: “Erkân-ı İslâmiyeyi [İslâmın esasları] beş biliyoruz. Hem vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] rüknü, [esas, şart] risalelerde ne suretle izah edildiğini” soruyor.

Elcevap: İslâmın rükünleri [esas, şart] başkadır; hakikat-i İslâmiyetinHaşiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] esasları yine başkadır. Hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] esasları, altı erkân-ı imaniyeyle [iman esasları] ve esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü [esas, şart] olan savm, [oruç] salât, [namaz] hac, zekât, kelime-i şehadet, mecmuunun hülâsasıdır. [esas, öz] Risale-i Nur, altı rükn-ü imaniyeyle [imanın şartı] bu esas-ı ubudiyeti ispat edip سَبْعُ الْمَثَانِى 1 cilvesine mazhariyeti muraddır.

Vücub-u zekâtın [zekâtın farz oluşu] izahından murad ise, zekâtın teferruat tafsilâtı [ayrıntılar] değil, belki zekâtın hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] derece-i lüzumu ve ehemmiyetli kıymeti ispat edilmiş demektir. Evet, Risale-i Nur’dan evvel yazdığımız risalelerde, hem de Risale-i Nur’un müteaddit [bir çok] yerlerinde, vücub-u zekâtın [zekâtın farz oluşu] hayat-ı içtiamiyede ne derece ehemmiyetli olduğu kat’iyen [kesinlikle] ve vâzıhan [açık] ispat edilmiş demektir.

Isparta’da, Risale-i Nur’un ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsis eden kardeşimiz Şükrü Efendinin iki genç evlâdının vefatı beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Çünkü, beş altı yaşında iken, mâsume kerimesi yanıma geldikçe, her defa “Adın nedir?” soruyordum. Mâsumâne, kemal-i fahirle, “Hayrünnisa” derdi; beni şefkatle güldürüyordu. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o mübarek mâsumeyi birden Cennetine aldı, şu dünya

247

cehenneminden kurtardı. Ve merhum mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Hayati ise, hastalık, inşaallah [Allah dilerse] onu da Hayrünnisa gibi günahsız, mâsum yaptı. Beraber Cennet tarafına gittiler. Bu nokta-i nazardan, [bakış açısı] ben o iki çocuğu tebrik ediyorum. Ve peder ve validelerini de hem taziye, hem mânen tebrik ediyorum ki, o iki evlâtları وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oldular. Ben, o ikisini, Risale-i Nur’un vefat eden şakirtleri [öğrenci] içinde dualarıma dahil ettim.

Rüştü Efendi benim tarafımdan, Şükrü Efendiye, çocuk taziyenamesi olan On Yedinci Mektubu benim yerimde okusun.

Risale-i Nur’un kaptanı Sabri, Nis Adasındaki bir kardeşimiz ve Onuncu Sözün tab’ından [baskı basma] sonra tehlikeden muhafaza için kaç ay hanesinde saklayan ve peder ve validesiyle, bizimle ciddî alâkadar bulunan Veli Efendinin peder ve validesinin vefat haberlerini yazıyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlara rahmet eylesin. Ben, inşaallah [Allah dilerse] çok zaman onları mânevî kazançlarıma şerik edeceğim.

– 123 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu zamanda, hususan bu sıralarda, Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] tam bir metanet [gayret, kararlılık] ve tesanüt [dayanışma] ve dikkat etmeye muhtaçtırlar. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi bir metanet [gayret, kararlılık] göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-ü misal [güzel örnek] oldu.

Ey Hüsrev! Tesirli ve güzel mektubunu aldım. Vazifenin başına geçmen bizi fevkalâde mesrur [mutlu] etti. Binler safalarla [zevk, keyif] geldin. Sen, bu bir buçuk sene maddî kalemin işlemediğinden merak etme. Senin yerine ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kaleminin yâdigârı olan Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] biri vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] faalâne geziyor. Diğer son yazdığın nüsha da, İstanbul’da, senin yerinde çalışıp, inşaallah [Allah dilerse] fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapar.

248

Senin yazdığın mu’cizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] bu havalide, hususan Ramazan-ı Şerifte sana kazandırdıkları sevapları ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tebriklerini, inşaallah [Allah dilerse] yakında tab’a [baskı basma] girmesiyle âlem-i İslâmdan [İslâm âlemi] senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düzşün, Allah’a şükret.

Hafız Ali’nin mektubunda, İslâmköyündeki hocalara muhabbete ve dostluğa karar vermesi bizi memnun eyledi. Evet, İslâmköyü, nasıl ki Risale-i Nur’a pek ziyade alâkadarlıkta imtiyaz ve sebkat kazanmış; öyle de, ben orada iken, sair hocalara nispeten İslâmköyü hocaları dahi daha ziyade insaflı ve Risale-i Nur’u takdir ettiklerini gördüğümden, bu havalideki hocaların lâkaytlıklarına [duyarsız] karşı onları hüsn-ü misal [güzel örnek] gösteriyorum. İnşaallah onlardan zarar gelmez. Ben İslâmköyünü, Nurs köyü gibi biliyorum; o hocalara da akrabam nazarıyla bakıyorum, onlara da selâm ediyorum. Evet, onların insafı ve Risale-i Nur’a karşı dostluklarıyla, Nur fabrikası o köyde dağdağasız [sıkıntısız] teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etti tahmin ediyorum.

Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o validemizi mağfiret [bağışlama] eylesin, âmin. Benim, karabet-i [akrabalık, yakınlık] nesebiyeyi ihsas [hissettirme] eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecid’den daha hararetli faalâne kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir. Onu da, validem yanına mânevî kazançlarıma ve dualarıma hissedar ediyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana, sabr-ı cemîl [güzel sabır; rıza göstererek dayanıp katlanma] ihsan [bağış] ve o merhumeyi de garik-ı rahmet eylesin. Âmin.

Kardeşiniz

Said Nursî

249

– 124 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, pek kat’î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat’î kanaatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, [akıl, beyin] maişetimde [geçim] bir inkişaf, [açığa çıkma] inbisat, [genişleme, yayılma] ferahlık, bereket görüyorum. Hem orada iken, hem burada çok kardeşlerimden aynı hâleti [durum] hissettim ve ediyorum. Ve çokları itiraf ediyor ki, “Biz de hissediyoruz” derler. Hatta, size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıdayla yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.

Hem, İmam-ı Şâfiî’den (r.a.) rivayet var ki: “Hâlis talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] rızkına ben kefalet edebilirim” demiş. “Çünkü rızıklarında vüs’at [genişlik] ve bereket olur.”

Madem hakikat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm [ilim talebeleri] ünvanına Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] bu zamanda tam liyakat göstermişler. Elbette, şimdiki açlık, ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle maişet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.

Evet, her tarafta bu derd-i maişet [geçim derdi] herkesi sarsıyor. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bundan istifade eder. Ehl-i diyanet [dindar insanlar] de kendini mâzur bilir, “Zarurettir, ne yapalım” der.

Demek ki, Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] bu açlık, ve zaruret musibetine karşı yine Nurla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeli. Her şakirdin [talebe, öğrenci] vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devamla olur.

Size yazmıştık ki, muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] adavetle [düşmanlık] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takvâ, [takvâ sahipleri] ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirtlerinin [öğrenci] salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve metanetlerine [gayret, kararlılık] ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler, niyet-i hâliseyle [saf, temiz niyet] girmese, belki fütur [usanç] verirler. Eğer enâniyetli ve hodfuruş [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] ise, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci]

250

metanetlerini [gayret, kararlılık] kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet [gayret, kararlılık] ve ihtiyat [dikkat, tedbir] lâzımdır.

Bu havalide, hakikaten ümidimin fevkinde, [üstünde] Risale-i Nur talebelerinden iki kahraman yetiştiler: baba, oğul Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif, [temiz, pak] Salâhaddin. Bu iki zât Risale-i Nur’un neşrinde iki yüz adam kadar çalıştıklarını görüyoruz. Ezcümle birisi, yani oğlu Kars’ta durup hem Van’a, hem Erzurum’a, hem Konya’ya, hem buralara—size leffen gönderdiğim mektup gibi—muhaberelerle tesirli bir surette çalışıyor; tam bir Abdurrahman’dır.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 125 –

Risale-i Nur, tarikat değil hakikattir. Âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan [ilimler] ve ne de Garbın [batı] fünunundan [fenler, bilimler] alınmış değil. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bu zamana mahsus bir i’câz-ı mânevîsidir. [mânevî mu’cizelik] Menfaat-i şahsiye [kişisel çıkar] yoktur. Risale-i Nur’un hiç olmazsa Söz ve Mektuplarını tamamıyla okuyunca birçok hakikatlar tezahür edeceğinden, bugünkü düşüncenizden, yani Risale-i Nur’u yazmaktan çekinmek ve çekilmekten derhal teberri [uzak olma] edeceksiniz.

Muhterem değerli kardeşim,

Derhal yazmaya başlayınız, korkmayınız. Hizmet-i Kur’ân, [Kur’ân hizmeti] inşaallah [Allah dilerse] muhafaza edecektir. Diğer efendiyi ziyarete gidenlere ve Risale-i Nur’u yazan o havalideki kardeşlerimize geçmiş olsun.Haşiye [dipnot] Hafîz-ı Hakikî inşaallah [Allah dilerse] muhafaza edecektir. İmam-ı Ali radıyallahü anhın

251

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ * 1

emrine inkıyad [boyun eğme] etmek icap [gerekli kılma] ettiğinden, Risale-i Nur’u gizli okumak, gizli yazmak, gizli neşretmek lâzımdı. O kardeşlerimizin bu emre riayet etmemesinden ileri geldiğinden, hafif şefkat tokatı yediklerinden, tekrar geçmiş olsun.

Hiç merak etmesinler, hiçbir şey yapılmaz ve yapamaz ve göremezler. Bu hâdiseden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olup çekinmeyiniz; bilâkis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız. Risale-i Nur’a sık sık ilişirler, fakat bir halt edemezler. Çünkü, Gavs-ı Âzam (k.s.) ve İmam-ı Ali (r.a.) gibi zâtların himayeleri ve duaları berekâtına, Hafîz-ı Hakikî hıfz eder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 2 Ruhânî inkıbaz [tutulma, tutukluk] inşaallah [Allah dilerse] geçecektir.

Risale-i Nur لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ 3 sırrına mazhardır. Ondan istimdat [medet isteme] et. Risale-i Nur talebeleri birbirinin ibadetinden hissedar olduklarından, daimî virdleri [devamlı yapılan zikir] olan bu âyet-i azîme [büyük ve yüce âyet] size de şifa verir. Risale-i Nur’u yazınız, ihtiyata [dikkat, tedbir] riayet ediniz.

Bütün kardeşlerime selâm ve hürmetler. Risale-i Nur’a çalışmanızı tekrar tavsiye ederim, kardeşlerim.

 Salâhaddin

252

– 126 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.

 Karadağ’ın bir meyvesi

Bir âyetin mânâ-yı işârîsinin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu ana kadar, Teşrin-i Sâni [Kasım ayı] otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde, Karadağ başına yalnız çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden helâketleri [mahvolma] ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ 2 âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılır) makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324), Hürriyet inkılâbıyla [değişim, devrim] başlayan tebeddül-ü saltanat [saltanatın el değişmesi] ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] mağlûbiyetleri ve dehşetli muahedeleri [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 3 âhirdeki ﻫ , ت sayılır.

253

Şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, [zarar] bâhusus [bilhassa, özellikle] mânevî hasâretlerden [zarar] kurtulmanın çare-i yegânesi [tek çare] iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] o hasâretin [zarar] de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, [iyilik bilmeme, nankörlük] şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk [günah] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] olduğunu gösterdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azametini ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin [doğru gerçekler] hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettik.

Evet, âlem-i İslâmın, [İslâm âlemi] bu asrın en büyük hasâreti [zarar] olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret [zarar] ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp [savaş meydanı] olmamasının sebebi,  اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا 1kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden [öğrenci] binler ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf [durağan olma] devresi vermek hatâsıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

• • •

254

– 127 –

 Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi namındaki nüktesine [derin anlamlı söz] bir haşiyedir. [dipnot]

  اَلصَّالِحَاتِ 1daki ت , âhirdeki tâ’lar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ﻫ sayılabilir. Bu noktada اِلاَّ beraberdir (1358); bu zamanımızı gösterir Ve telâffuzca ﻫ okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan şeddeler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmazsa ve اِلاَّ beraber değil iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salihle [Allah için yapılan iyi işler] beraber bir tâife-i azîme, [büyük topluluk] hasârât-ı azimeye karşı mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] devam edeceğine işaret edip, Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 bin beş yüz kırk yedi veya bin beş yüz yetmiş yedi gösterdiği zamana; hem

لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ * 3

birinci cümle, bin beş yüz makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı makamıyla, galibane mücahedenin [Allah yolunda cihad etme] tarihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş makamıyla, pek az bir farkla hem Fatiha‘nın, [açılış kısmı, baş, baş kısım] hem Ve’l-Asri Sûresinin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder. Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin [Allah yolunda cihad etme] ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 4 —şedde sayılmazsa—bin beş yüz altmış

255

bir makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ 1 —şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ da lâmdır—bin beş yüz altmış makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin mücahedatları [mücadeleler] ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] ve hadisin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp [yaklaşmak] edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve mânâlarıyla da, tam tetabuk [uygunluk] ederek, parlak bir lem’a-i i’câziye-i [mu’cizelik parıltısı] gaybiyeyi gösteriyorlar.

– 128 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Eski Said çok zaman Medresetü’z-Zehrayı gaye-i hayal [hayal edilen gaye] ederek çalışmış. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemal-i merhametinden, Isparta’yı o Medresetü’z-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta’nın mahdut [sınırlanmış] akraba ve ahbap yerine mübarek Isparta vilâyetini verip binler kardeşi ihsan [bağış] eyledi. Belki muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-i aslim, bu Isparta olmak caizdir. Hattâ Ispartalı kim olursa olsun, başkalara nispeten benimle ve Risale-i Nur’la fazla alâkadar görüyorum. Hattâ buradaki bütün zâbitan [subay] içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nur’a ciddî alâkadar. Bu hâmil-i mektup Ispartalı Hilmi Beyi gördüm. Onu Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] içinde kabul eyledik.

Isparta’da ve Sava’daki taarruz bir derece umumîdir. Risale-i Nur’un intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plân dahilinde Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neş’eye zarar verdi, bir devre-i

256

tevakkuf [durağan olma] açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf [durağan olma] sebebiyet veriyor. Fakat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet [gayret, kararlılık] göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye ediyorlar. Bazı ihtiyatsız [dikkat, tedbir] ve dikkatsizlerin yüzünden cüz’î [ferdî, küçük] zararlar olduğundan, ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkat her vakit lâzımdır.

Barla’da, Risale-i Nur’un muvakkat [geçici] tatili sebebiyle yağmursuzluk başladığı gibi ve Risale-i Nur’un müdahelesiyle yağmurun Barla etrafındaki dâireye mahsus olarak gelmesi ve Isparta’nın, Risale-i Nur’a karşı iştiyaklarıyla, [arzu, istek] Hüsrev’in dediği gibi yağmur fevkalâde bir surette imdada gelmesi gibi, pek çok emarelerle ve burada Risale-i Nur münasebetiyle vücuda gelen yüzer hâdiselerin delâletiyle deriz ki: Bu Anadolu’ya aynı rahmet olan Risale-i Nur’a karşı, bu acip zamanda böyle umumî ve geniş bir taarruzla ve bazı yerlerde tatile mecbur olması, bu kaht u galâyı ve bu acip ihtikârı ve bereketsizlik ve açlığı netice verdiğine bize kanaat verdi. Şimdi yanımdaki, Emin ve Feyzi gibi sair arkadaşlarım da aynı kanaattedirler.

Said Nursî

– 129 –

Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tarafından sorulan suale cevaptır.

Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki, elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevap verdiniz. Gerçi o cevap hakikattir ve kâfidir; fakat Risale-i Nur’un intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi, on üç ay oluyor, aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevap: اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ 1 âyetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar [erişme, nail olma] olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o

257

cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane [etkileme, tesiri altında bırakma] mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur.

Meyletse وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ 1 âyetine mazhar [erişme, nail olma] olur.

Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye [ırçılık damarı] ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur ki: Bin mâsum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek; ve tabakat-ı beşer [insan grupları] cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri [baskıcı, diktatör] ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri [ifrat eden, aşırıya giden] olan anarşistlerle ittifak etmek; ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder [boş yere, faydasız] etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhu reddetmektir.

İşte böyle hiçbir kanun-u adalete [adalet kanunu] ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate [gerçeğe ulaştıran prensip] ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Kur’ân teberrî [temize çıkarmak, aklamak] eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül [alçalma] etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık [bencil] hükmediyor; değil Kur’ân’a, İslâma yardım, belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’âniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] farz ve vaciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti [dindar insanlar] ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.

258

Hem zındıka, nifak [ayrılık, dağılma] hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, fâidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç seneHaşiye dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?

İkinci sual: İşârât-ı Kur’âniye risalesinde Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] âhirinde sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] ashabı ki, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 âyetiyle tarif edilen taife içinde, hem لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى 2 (ilâ ahir) hadisinin âhirzamanda gösterdikleri mücahidler içinde ve hem Ve’l-Asri Sûresinin اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا 3 dan başlayan üç cümlenin mânâ-yı işârisinde [işaretlerle ifade edilen mânâ] hususî bir surette bir ferdi, Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] olduğuna sebep nedir ve veçh-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise, Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] muammâlarını hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfetmiştir ki, her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata [şüpheler, tereddütler] ve şükûke [şekler, şüpheler] düşüp, tereddütlerden kurtulamayıp, bazan imanını kaybederdi. Şimdi, bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe [üstün gelme] edemezler. Yirmi Sekizinci Mektuptaki İnâyât-ı Seb’ada bir kısmına işaret edilmiş. İnşaallah bir zaman o tılsımlar müstakil [bağımsız] bir risalede cem [toplama, bir araya gelme] edilecek.

259

– 130 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kahraman Tahirî ve Hafız Mustafa’nın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabulümüzdür. İşârât-ı Kur’âniye tevâbi‘leriyle [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] beraber çok güzel. Yalnız, Seyyid Şefik’e giden mektup, şahsına ait kısmı girmeyecekti. Lâhikadan aldığınız parçalar da çok güzel. Büyük Ali sisteminde, küçük ve ikinci Ali’nin mânidar fıkra[bölüm] iyidir, fakat muhtasardır. [kısa] En evvel gençlere ait üç dört ders—ki Hafız Mustafa’ya vermiştik—el makinesiyle mümkünse eski hurufla, [harfler] değilse, yeni huruflaHaşiye [harfler] Nur fabrikasının divanındaki heyet münasip görse ve hal müsaade etse, yazılsın, bize de bazı nüshalar gönderilsin. Mübareklerin İşârâtü’l-İ’câz‘larına [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] bedel bir nüshamı postayla gönderdik. Cuma gününe rast gelen bu bayram, çok kıymettar olan haccü’l-ekber olduğundan, hacca bu sene gidenler çok kazanmışlar. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin. Âmin.

Tekrar be tekrar o bayramınızı ve umum Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bayramlarını ve Nur ve Gül fabrikalarının heyetlerini ve medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şakirtlerinin [öğrenci] ve üstadlarının ve Barla sıddıklarının ve mâsumların ve ümmî ihtiyarların, ricalen [ümit] ve nisâen umumunun birer birer bayramlarını tebrik ediyoruz.

Said Nursî

260

– 131 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ مَا كَتَبْتُمْ وَطَبَعْتُمْ * 3

Aziz, sıddık, muktedir, müteyakkız [uyanık ve dikkatli] kardeşlerim,

Sizin mübarek leyâli-i aşerenizi ve Kurban [yakın] Bayramınızı tebrik ederiz. Nur fabrikası sahibi Hafız Ali’nin haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili, gayet güzel ve manidardır. O hatırayla, Dokuzuncu Şua’nın mukaddeme-i haşriyeden sonraki dokuz burhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] bir iki senedir telif [kaleme alma] vazifesi tevakkuf [durağan olma] etmiş. Risale-i Nur’un mesâili, [meseleler] ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] sünuhat, [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] zuhurat, [görünümler, gelişmeler] ihtârât ile oluyor. Bu dokuz berahine [bürhanlar, deliller] şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz.

Evet, erkân-ı imaniye [iman esasları] içinde iman-ı billâh [Allah’a iman] ve iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] iki kutbu ve iki güneşidir.

Birincisini: Risale-i Nur, tamamıyla burhanlarını [delil] izah etmiş.

İkinci kutup [esas, önder, direk, eksen] ise: Kısmen müstakil [bağımsız] olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin ispatında ve Mukaddeme-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] ispat etmiş, muannitleri [inatçı] de susturmuş. Ve iman-ı billâh [Allah’a iman] gibi, bu dünyadaki mevcudat, [var edilenler, varlıklar] zahir bir surette onu göstermediğinden, kısm-ı ekserîsi [büyük kısım] ise, sâir erkân-ı imaniye [iman esasları] içinde haşri, kuvvetli bir surette ispat eder.

261

Ezcümle: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleri, [delil] ikinci derecede haşr-i cismanîyi, [bedenle birlikte diriliş] binler âyât-ı Kur’âniyenin tasvir ve izahatlarıyla ispat ediyor. Acaba, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mu’cizâne Cennetin lezâiz-i cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden, daha başka bir izaha lüzum kalır mı?

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri [delil] ikinci derecede haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] ve Cennet ve Cehennemin lezâiz [lezzetler] ve âlâm-ı cismanîsini harika belâgatiyle [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra, daha izaha ihtiyaç kalır mı?

Hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve hakîmiyetini ve ilim ve kudretini ve âdiliyet [Allah’ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması] ve hafîziyetini [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] ve sıfât-ı kudsiyesini [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ispat eden bütün burhanlar, [delil] hüccetler, [delil] bir cihette haşri ispat ettiği gibi; rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mukteza[bir şeyin gereği] olan irsal-i rusul ve inzâl-i kütüp cihetiyle, hem risalet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) istilzam; [gerektirme] hem Kur’ân, onun konuşması ve kelâmı olmadığını ve kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat etmekle, haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] tafsilâtıyla [ayrıntılar] bu iki noktadan yine ispat ediyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Risale-i Nur’da iman-ı billâh [Allah’a iman] ve iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir olan iki kutb-u imanî, [imanın kutbu, esası] tam birbirine müsavi [eşit] gelecek bir derecede ispat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] kısmen sarîhan [açık] ve kısmen zımnî ve tebe’î ispat edilmiş. Çünkü bu âlem-i şehadet, [görünen alem] Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayet sarih [açık] ve zâhir gösteriyor ve haşri, zımnî ve perdeli haber verir. İnşaallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirtlerinden [öğrenci]

262

birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini [bürhanlar, deliller] telif [kaleme alma] edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının [bölüm] hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir [yaygın olan] haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] berahiniyle [bürhanlar, deliller] ve kalblerine gelen sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ve ilhamat [ilhamlar] ile açıp, Dokuzuncu Şuayı Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edecek.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyoruz.

Said Nursî

– 132 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

وَعَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 sırrıyla çok tecrübelerin neticesinde, çok defa zâhirî muvaffakiyetsizlik, [başarısızlık] hakkımızda birer inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] perdesi olduğuna bir emaresi, belki bir delili de, bu sene biz, her tarafta bir nevi taarruz, o taarruzdan bir nevi cüz’î [ferdî, küçük] tevakkuf, [durağan olma] hem matbaaların kapıları şimdilik Risale-i Nur’a—hattâ yeni hurufla [harfler] dahi—kapanması hayırdır, birkaç cihette inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve himayettir.

Evvelâ: Bu sene—perde altında—insanlar, eşedd-i zulümle [zulmün en şiddetlisi] rızık hakkında bir dehşetli ameliyat ve kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] hakîmane bir adaletle, çoktan beri teraküm eden zekâtları ve cizyeleri almak ve hadden çok ziyade tecavüz eden hırsı ve ihtikârı tokatlamak için, umumî bir ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] hengâmında, [ân, zaman] elbette yalnız, imana ve âhirete hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eden ve vazife noktasından hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] çok bakmayan ve ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] kazanmak için hiçbir maksada âlet ve hiçbir dünyevî cereyana tâbi olmayan Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hizmeti,

263

tesettür perdesi altından çıkıp âşikâr bir tarzda olsaydı, her halde birinci ameliyat-ı insaniye ona ilişecekti. Ve ikinci ameliyat-ı kaderiye rızık ve mide üzerine olması cihetiyle, ya insanların nazarlarını o hizmetten çevirecekti, mideleriyle meşgul edecekti, veyahut o hizmetin ihlâsını bir derece kırıp maişet [geçim] derdinin bir hissesi onda bulunacaktı.

Saniyen: [ikinci olarak] Yazılmasına şimdilik lüzum yok.

Salisen: [üçüncü olarak] İzharına bu zamanda izin yok. Fakat, madem şakirtlerin [öğrenci] gayret ve şevk ve himmetleri [ciddi gayret] şimdiye kadar matbaalara ihtiyaç bırakmamışlar, inşaallah [Allah dilerse] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmette devam edip, o elmas kalemlerle neşr-i envar [nurları yayma] edecekler. Madem bütün bütün mesleğimize muhalif olan yeni hurufu [harfler] bir iki risale için kabul ettiğimiz halde matbaacılar çekindiler, o hayr-i azîmi kaybettiler. Siz, o iki risaleyi, bizim hesabımıza, kahraman kardeşlerimizden yirmi otuz zâta tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ederek, yirmi otuz nüshayı eski hurufla [harfler] yazdırınız. Yazan kalem sahiplerine dâimî hasenat kazandıran o pek büyük hayrı siz kazanınız. Eğer yeni hurufla, [harfler] el makinesiyle o iki risaleden yazılmış nüshalar varsa, bize bazı nüshalar gönderiniz.

– 133 –

 İşârât-ı Kur’âniye ve üç keramet-i Aleviye ve keramet-i Gavsiye hakkındaki Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] risalesine bir tenbih ve ihtardır.

Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa, muannit [inatçı] bir nâmahremin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî [sığ, yüzeysel] ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itirazla ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden, bu mecmua, Risale-i Nur’un has talebelerine, belki ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına [açığa çıkma, yayılma] müsaade olmasıyla beraber, şimdi mezkûr [adı geçen] hâdisenin sebebiyle herkese değil, belki ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara haslardan bir kaç şakirdin [talebe, öğrenci] tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık.

264

İkinci nokta: Bu risale Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] baştan aşağıya kadar birtek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] gaybî bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle birtek dâvâya bu derece kesretli [çokluk] ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve imalar onu göstermesi ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] değil, belki aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] belki hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde o dâvâyı ispat eder.

Üçüncü nokta: Bu risaleyi mütalâa eden zâtlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem keramet-i Gavsiyenin âhirinde, iki yüz yirmi dördüncü sahifede, Şamlı Hafız Tevfik‘in [başarı] fıkrasından [bölüm] başlayıp âhire kadar mütalâadan sonra ve baştaki mukaddemeyi [evvel, önce] de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.

– 134 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem Kâtip Osman’ın, hem Mübareklerden İbrahim’in, hem Nur fabrika sahibinin, hem Hulûsi-i Sâninin mektupları bir iki günde geldiler. Merakla mahzun kalbimizi müferrah [ferah duyan, huzurlu] eylediler. Kâtip Osman’ın mektubunda, hususî selâmlarını gönderdiği zâtların, hususan kahraman Rüştü, Zühtü Bedevî ve Nuri kardeşlerimize hâssaten [özellikle] ve umuma selâm ve selâmetlerine dua ve Hüsrev’in yakında gelmesinin tebşiri, [müjdeleme] onun hakkındaki merakımızı izale [giderme] etti.

Mâşâallah, Kâtip Osman da, Hüsrev gibi mucib-i merak noktaları yazıyor. Onun mektubunu getiren halıcı İbrahim demiş ki: “Sıdık Süleyman, Rüştü buraya gelmek ihtimali var.” O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki, ben ondan ziyade ona müştakım. [arzulu, aşırı istekli] Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında mânen yanımızda bulunuyor, mânevî kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır.

265

Hem bu dehşetli ameliyat-ı dahiliye hengâmında [ân, zaman] ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasip olmuyor. Ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] burada, ziyade bize dikkat ediyorlar. Hattâ bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.

Hafız Ali’nin mektubunda, Rüştü’nün bir teşebbüsü var ki, gençlere ait dört beş parça ders ki, Hafız Mustafa’ya vermiştim ki tab’ [baskı basma] etsin. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, sizin kesretli [çokluk] kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa, eski veya yeni hurufla [harfler] yaparsınız.

Hafız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemâl-i mahviyetle kemâl-i ihlâsı ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hâsiyet-i mümtaziyesini göstermekle beraber, benim gibi bir biçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemâl-i samimiyetini şefaatçi yapıp duasına âmin derim.

Mübarek köyünden, Mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahim’in bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rüyada içmesi ve biraderzadesi [kardeş çocuğu, yeğen] Osman’ın ileride Risale-i Nur’a talebe olması için, kendini okutması bizi mesrur [mutlu] eyledi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın. Âmin.

– 135 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde olan yazdığınız mecmua-i işârâta, Lâhikadan intihap [seçmek] ettiğinizden iki misli [benzer] daha ilâve ettik. Eğer siz de kendinize öyle bir mecmua yazmışsanız, ilâve ettiğimiz miktarı size de göndereceğiz. Bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nur’da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.

Evet, kardeşlerim, Hazret-i İsâ aleyhisselâm, İncil-i Şerifte demiş ki: “Ben gidiyorum, tâ size tesellîci gelsin. (Yani Ahmed [çokça medhedilen, övülen] aleyhissalâtü vesselâm gelsin)”

266

demesiyle Kur’ân’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi, tesellîsidir.

Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval [geçip gitme] ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada [uzay] herşeyle alâkadar olan insan için hakikî tesellîyi ve istinat ve istimdat [medet isteme] noktalarını yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade o tesellîye muhtaç bu zamandır. Bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o tesellîyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı [kaynak] olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş.

On Altıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddütlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki, bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrarla beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet Beyin mektubunda dediği gibi, “Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, [özellik] usandırmamak. Yüz defa okunsa, yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.” Pek doğru demiş. Risale-i Nur’un tercümanı, hakikî vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zâhirî bir müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] verir. Meselâ, bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nuranî âlemi göreceğiz” deyip, o mânâ geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler” diye büyük, geniş, küre-i arz [yer küre, dünya] dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdut [sınırlanmış] insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybîyi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] tasavvurunun pek fevkinde [üstünde] tefsir ve tâbir eyledi.

Evet, Eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz” demesi, Risale-i Nur dairesinin mânâsını hissetmiş, geniş bir dâire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi; sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 ‘nın remziyle, [ince işaret] on üç, on dört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokat yiyecekler” deyip o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tâbir ve tefsir etti.

267

Evet, başta Isparta vilâyeti olarak Risale-i Nur dairesi birinci hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikati de, medeniyet-i sefihenin [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] tuğyanını [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve maddiyunlukHaşiye tâununun [salgın ve ölümcül hastalık] aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 ‘nın hakikatini tam tamına ispat etmiş.

Risale-i Nur, kat’î burhanlara [delil] istinaden hükümleri, sâir hakaikte, [doğru gerçekler] aynı aynına, tevilsiz, tâbirsiz hakikat çıkması ve yalnız işârât-ı tevafukiye ve sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesâil-i istikbaliyede neden bazan tâbir ve tevile muhtaç oluyor diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde [dünyanın geleceği] ve dünya işlerinde, başa gelen hâdisâtı bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrâhimînin çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem [belirsiz] ve mücmel [kısa, kısaca] bir surette, ya ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] veya ihtarla, bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta [keşifler] ve rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] bir kısım gaybî hakikatleri ihsas [hissettirme] eder. O hakikatlerin hususi suretleri vukuundan sonra bilinir.

Kardeşlerim, bu defa Hilmi Beyle gelen Re’fet ve Rüştü’nün mektupları bizi çok sevindirdi. Zaten Hüsrev, Re’fet, Rüştü Risale-i Nur’a intisapta [bağlanma] eskiden beri beraber bulunmalarından, ben birisini tahattur [hatıra gelme] etsem, üçü birden hatıra geliyor. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ki, bu dehşetli fırtınalar, onları ve sizleri sarsmadı.

268

Mâşaallah, Re’fet, şimdi de eski sadakatini ve tam alâkasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir iki senedir ondan hiçbir mektup ve hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ediyordum. Bu defa mektubunda, “Ne vakit bir araya gelsek, Sözler’den birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifade edip, Üstadımızla görüşüyoruz” demesi, bizi sürurla [mutluluk] şükre sevk etti. Sadakatte nâmdar Rüştü’nün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] tevakkuf [durağan olma] etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur [mutlu] eyledi.

Latîf [güzel, hoş] bir tevafuk: Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif‘in [temiz, pak] bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektupta (Mu’cizat-ı Ahmediye [a.s.m.]) tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç adede bâliğ [erişen, ulaşan] olduğunu gördük. O Mektuptaki mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] diye hükmettik.

– 136 –

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Hem, Risale-i Nur’un kasabalara ve cemaatlere berekete medar [kaynak, dayanak] olması ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi, şahıslara da pek zahir bir surette, hem bereket ve hüsn-ü maişet [güzel ve rahat geçim] ona çalışanlara ve gaybî tokatlar, onun aleyhinde çalışanlara gelmesi, bu havalide çok hâdiseleri var. Biz, kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman, pek zahir bir surette bir hüsn-ü maişet, [güzel ve rahat geçim] bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gördüğümüz gibi, Risale-i Nur veya şakirtleri [öğrenci] aleyhine çalışanlara, şiddetli tokatlar geldiğini görüyoruz.

Ezcümle: Risale-i Nur’un erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] birisi, kat’î bir surette haber veriyor ki, üç dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp münâfıkane tedbir kurdukları hengâmda, [ân, zaman] üç gün sonra o üç dört adamın haneleri ve birinin dükkânı yanıp, herbiri binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas [hilebaz, aldatıcı] casus adam, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Birgün, serbest olarak “Ben, bir ip ucu bulamadım ki

269

bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım” diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] yerinde o adam iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid [inatçı] bir adam, Risale-i Nur aleyhinde, hem şakirtlerinin [öğrenci] bir rüknü [esas, şart] aleyhinde mütecavizane [aşkın] bulunduğu hengâmda, [ân, zaman] bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek Risale-i Nur, dostlara tiryak [derman, ilaç] olduğu gibi, düşmanlara da saika [sebep, sevk etme] oluyor.

– 137 –

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Hafız Tevfik, [başarı] Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi, Kâmil’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Gavs-ı Âzamın, Üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 fıkrasıyla, [bölüm] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve teshile [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nur’un kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir mâdeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve lâtif, [berrak, şirin, hoş] fakat kat’î kanaat veren cüz’î [ferdî, küçük] hâdiselerin tevafukunda gözümüzle gördüğümüz inâyet-i Rabbaniyenin nümunelerinden beş-altısını beyan ediyoruz ki, onlar, bu iki gün zarfında beraber vuku bulmuş.

Birincisi: Dün, Üstadımıza, Risale-i Nur’a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip, bir çocuğu bulup, bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur’un o hizmetini görecek fevkalâde bir tarzda, dakikasıyla, üç şakirdi [talebe, öğrenci] kapıya geldiler.

İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nur’un mühim parçaları, Risale-i Nur’un berekâtıyla hanesi yangından kurtulan Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] kendine yazdırıp, başka bir kaza ve nahiyede bulunan bir iki zât, onları istinsah [kopyasını çıkarma] için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp, mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için hem biz, hem Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] merak, hem hiddet ediyorduk. O kitaplar, bugün geldiği aynı vakit, dün aynı saatte, Üstadımıza, beş seneden beri, her birkaç gün zarfında kolaylık için bir parça yemek pişirmekle hatırını soruyordu. İki seneden beri o âdeti terk etmişti.

270

Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle, iki senedir o âdet terk edilmişken, yine dün, o aynı saatte, iki sene evvelki aynı âdetiyle, o zâtın hanesinden, aynen eskisi gibi, küçücük bir hatır sormak nev’inde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: “İki sene evvelki âdete lüzum kalmamış; siz de komşuluktan gitmişsiniz” dedi. Bugün aynı vakitte, o Hafız Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] yazdırdığı kaybolan kitaplar, mükemmel bir surette istinsahla [kopyasını çıkarma] beraber geldi. Bizde şüphe bırakmadı ki, bu lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafuk da, Risale-i Nur hakkındaki inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir cilvesidir.

Üçüncüsü: Üstadımız, aynı yine bugün Emin’e dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden [köy] buraya gelen hane sahibesi gelmedi, kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevap gönderin gelsin, alsın” dediği aynı dakikada, dört aydan beri yanına gelmeyen o hane sâhibesi kapıyı vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hâdise-i inâyetten memnuniyeti için, uzak bir nahiyeden gelen, yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sâhibesine verdi. Aynı vakitte, yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nur’un iki kitabını alıp mütalâasının mânevî ücretinden binde bir ücret olarak geldi. Ve bir parçacık aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen, o aşurenin on misli [benzer] kadar, lâtif [berrak, şirin, hoş] üç ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.

Hem yine Üstadımız, bugün o hane sahibesine, yedi senedir adını bilmediği için “İsmin nedir?” diye sormuş. O da demiş: “Hayriye’dir.” Hayriye isminde olmak tevafukuyla, iki saat sonra, Hayri namında Risale-i Nur’un bir şakirdi, [talebe, öğrenci] haberimiz yokken İstanbul’a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirtler [öğrenci] dahi gidip geç kaldılar. Maddî, mânevî fırtınalar münasebetiyle Üstadımız onları, hem oradaki mühim bir şakirdi [talebe, öğrenci] çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat Hayriye’den sonra geldi; o üç şakirt [öğrenci] hakkındaki merakı izale [giderme] ettikten sonra—dört aydan beri devam eden “tefarik” namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti—Hayri’nin elinde bir küçük şişe… Dedi: “Size tefarik getirdim.” Biz de bu küçük, lâtif [berrak, şirin, hoş] tefarikteki tevafuka “Barekâllah[Allah ne mübarek yaratmış] dedik.

Bu iki gün zarfında bu küçücük nümuneler gibi, Üstadımız, Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] tashihatıyla meşgul olduğu için, bunlardan başka çok nümuneleri görmüş. Madem iki günde böyle inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] cilvelerini görüyoruz; Risale-i Nur dairesi

271

içinde dikkat edilse, herkes kendi nefsinde hizmeti derecesinde böyle nümuneleri görebilir.

Risale-i Nur şakirtlerinden: [öğrenci]

 Hafız Tevfik [başarı] (Evet), Hilmi (Evet), Kâmil (Evet), Hayri (Evet), Mehmed Feyzi (Evet), Emin (Evet):

Gözümüzle gördük.

Evet. Ben de tasdik ediyorum.
Said Nursî

– 138 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddetli kışta ve mânevî, dehşetli, ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ictimaî hayatında müthiş kanlı diğer tarz bir kışta, çırpınan biçarelere rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i neviye [kendi nevinden, türünden olana şefkat hissi] cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] ve Rahîmin hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Mânen denildi ki:

“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Rahîmin hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel [daha mükemmel] hikmet, dâire-i imkânda olamaz. Âsiler, cezalarını; mâsumlar, mazlumlar, zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarının [gücü kullanabilme dairesi] haricinde olan hâdisâta, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzumsuz şiddetli elem-i şefkatten [şefkat acısı] kurtuldum.

272

Otuz sene evvel aşâirlerde gezerken, böyle sual ettiler: “Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetindeki—hattâ büyük zâtlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikâyet ediyorlar—ondan, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’at-ı bediine itiraz çıkmaz mı?

Cevap: Hayır ve asla! Belki mânâsı şudur: Güya şikâyetçi der ki: “İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ettiğim hal, hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] düsturuyla [kâide, kural] tanzim olunan âlemin mahiyeti müstait değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsait değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab [basma] olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesâlih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] razı değildir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlakın yed-i kudretinden, [Allah’ın kudret eli] şu ukulûmuzun [akıllar] hendesesiyle [geometri] ve tehevvüsümüzün iştahısıyla [şiddetli istek, arzu] istediğimiz herbir semeratı [meyve] koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.”

Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita [kuşatıcı daire] hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

İşte, otuz sene evvelki cevaba, Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde böyle küçük bir haşiye [dipnot] ilhak [ekleme] ediyor ki, herbir unsurun, maddî ve mânevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin, yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken, şerli ve zararlı birtek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terk etmekle, yüzer şer yapmak, ta bir tek şer gelmesin gibi, hikmete, hakikate, rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] münafi [aykırı] olur. Fakat, küllî kanunların tazyikinden feryat eden fertlere, inâyât-ı hâssa ve imdâdât-ı hususiyeyle ve ihsânât-ı mahsusayla Rahmânürrahîm, her biçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine, derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakikî menfaatiyle yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.

• • •

273

– 139 –

Üstadımızın ve Risale-i Nur’un ciddî hakaikleri [doğru gerçekler] içinde en tatlı bir fâkihesi tevafuk olduğu için, kardeşlerimize, yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka haşiye [dipnot] olarak yazıyoruz.

Evet, nasıl ki kelimatta [ifadeler, sözler] ve kelimat-ı mektubede tevafuk, bir kast, bir inâyet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazan harika olup keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıkıyor. Bazan lâtif [berrak, şirin, hoş] bir zarafet veriyor. Aynen öyle de, Risale-i Nur’a ait ve Üstadımıza ait hâdisâtta da aynen, kastî ve inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] tevafuku, akvaldeki o ef’alde [fiiller, davranışlar] dahi görüyoruz.

Ezcümle: Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder” tekellümünde, [konuşma] onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi; aynı cümle, iki defa okunduğu zaman, “Emin’e dediği” kelimesi okunduğu ânında, aşağıdaki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit, “Emin’e dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelmek âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki, en cüz’î [ferdî, küçük] işlerimiz de tesadüf değil, kastî tevafuktur.

Hem, dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Fuad’ın, İstanbul’a gidip, otuz gün tehirinden, geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi tevafuk etti.

Hem aynı günde, bir parça tereyağı—biz ve Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk—bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip, zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda, köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam edip, bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabilinde bir teberrük [bereket vesilesi] verdi. Gözümüzle bu lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafukdaki şirin inâyet-i ilâhiyyenin cüz’î [ferdî, küçük] cilvelerini gördük; ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor.

Mânidar tevafuk, Risale-i Nur’un kelimatında [ifadeler, sözler] ve hurufatında [harfler] olduğu gibi, ona temas eden harekât ve ef’alde [fiiller, davranışlar] de öyle mânidar tevafuklar var. İnayete temas