MEKTUBAT – On Dokuzuncu Mektup -1 (129-154)

129

On Dokuzuncu Mektup

BU RİSALE, üç yüzden fazla mu’cizâtı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Üç dört nev ile harika olmuştur:

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif [kaleme alma] edilmesi, harika bir vakıadır.

İkincisi: Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini [tatlılık] kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mu’cize-i risaletin [peygamberlik mu’cizesi] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu, muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] aleyhissalâtü vesselâm kelimesi, bütün risalede ve lâfz-ı Kur’ân [Kur’ân lâfzı, kelimesi] beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kat’î hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cize-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehâdis,

130

hemen umumen eimme-i hadîsçe [hadîs imamları] makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisât-ı risaleti [peygamberlikle ilgili hâdiseler, olaylar] beyan ediyorlar. O risalenin mezâyâsını [meziyetler, üstün özellikler] söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak [arzulu, aşırı istekli] olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz.

Said Nursî

İHTAR: Şu risalede çok ehâdis-i şerife [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadîsiye [hadîs kitapları] bulunmuyor. Yazdığım hadîslerin lâfzında [ifade, kelime] yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut “hadîs-i bilmânâdır” [mânâ itibariyle doğru olan hadîs] denilsin. Çünkü, kavl-i râcih [kabul ve tercih edilmiş söz] odur ki, “Nakl-i hadîs-i bilmânâ caizdir.” Yani, hadîsin yalnız mânâsını alıp, lâfzını [ifade, kelime] kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında [ifade, kelime] yanlışım varsa, hadîs-i bilmânâ nazarıyla bakılsın.

ba

131

 Mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ باِلْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى باللهِ شَهِيدًا * مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ * 3 ilâ âhir. [sonuna kadar]

Risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) dair On Dokuzuncu Sözle Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme [ek] olarak, On Dokuz Nükteli [derin anlamlı söz] İşaretler ile, o büyük hakikatin bazı lem’alarını [parıltı] göstereceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir [çekip çevirme] ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir [çekip çevirme] ediyor.

Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.

Madem konuşacak; elbette zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] içinde en cemiyetli ve şuuru küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı] olan insan nev’iyle konuşacaktır.

132

Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Madem en mükemmel ve istidadı [kabiliyet] en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ [kendisine uyulan, imam] olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve en âli [yüce] ahlâkta ve nev-i beşerin humsu [beşte bir] ona iktidâ [tabi olma, uyma] etmiş ve nısf-ı arz [yeryüzünün yarısı] onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı [Allah’a inanan] mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih [övgü] ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul [Allah’ın elçisi] yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

İKİNCİ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] yanında bine kadar mu’cizât-ı bâhireyi [ap açık mu’cizeler] göstermiştir.1 O mu’cizat, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] dâvâ-yı nübüvvetin [peygamberlik dâvâsı] vukuu kadar vücutları kat’îdir. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] çok yerlerinde en muannid [inatçı] kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid [inatçı] kâfirler dahi mu’cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını [halk, yönetilenler] kandırmak için—hâşâ—sihir demişler.

Evet, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) yüz tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bir kat’iyeti vardır. Mu’cize ise, Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir,

133

sadakte [“doğru söyledin”] hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında [bakma, görme dairesi] desen ki, “Padişah beni filân işe memur etmiş.” Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah “Evet” dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla [istirham, rica] [ümit] değiştirirse, “Evet” sözünden daha kat’î, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.

Öyle de, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dâvâ etmiş ki:

“Ben, şu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] meb’usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir [devamlı, kararlı] âdetini, benim dua ve iltimasımla [istirham, rica] [ümit] değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere [ay] bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi [yeterli] geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”

Ve hâkezâ, yüzer mu’cizâtı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı [doğrulayıcı deliller] ve berâhin-i nübüvveti, [peygamberlik delilleri] yalnız mu’cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, [fiiler, davranışlar] ahval [durumlar] ve akvâli, [sözler] ahlâk ve etvârı, [haller, tavırlar] sîret [ahlâk, karakter] ve sureti, sıdkını [doğruluk] ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden [İsrailoğullarının (Yahudilerin) âlimleri] Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem [çok şeref ve itibar sahibi bir zât olan Hz.Muhammed] aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, “Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz” diyerek imana gelmişler.1

Çendan [gerçi] muhakkıkîn-i ulema, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] ve mu’cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet [peygamberlik delilleri] vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini [peygamberlik] tasdik etmişler. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kırk vech-i i’câzdan [mu’cizelik yönü] başka, nübüvvet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) bin burhanını [delil] gösteriyor.

134

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet [peygamberlik] vardır. Ve yüz binler zât, nübüvvet [peygamberlik] dâvâ edip mu’cize gösterenler gelip geçmişler.1 Elbette, umumun fevkinde [üstünde] bir kat’iyetle, nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ aleyhisselâm ve Mûsâ aleyhisselâm gibi umum resullere [Allah’ın elçisi] nebî [peygamber] dedirten ve risaletlerine [elçilik, peygamberlik] medar [kaynak, dayanak] olan delâil [deliller] ve evsaf [vasıflar, nitelikler] ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmda daha ekmel, [daha mükemmel] daha câmi bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin [peygamberlik hükmü] illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyet sahibi zâtı] (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, [peygamberlik hükmü] umum enbiyadan [nebiler, peygamberler] daha vâzıh [açık] bir kat’iyetle ona sabittir.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu’cizâtı çok mütenevvidir. [çeşit çeşit] Risaleti [elçilik, peygamberlik] umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan [kâinattaki varlıkların türleri] birer mu’cizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın [şanlı padişah] bir yaver-i ekremi, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] mütenevvi [çeşit çeşit] hediyelerle muhtelif akvâmın [kavimler] mecmaı [toplanılan yer] olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil [temsilci] gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî [“hoş geldin” deme] eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âleme teşrif [şeref verme] edip ve küre-i arzın [yer küre, dünya] ahalisi olan nev-i beşere meb’us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine [doğru gerçekler] karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat [hakikat nurları] ve hedâyâ-yı mâneviyeyi [mânevî hediyeler] getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten

135

yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini [peygamberlik] alkışlamış ve hoşâmedî [“hoş geldin” deme] demiş.

Şimdi, o mu’cizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin [peygamberlik delilleri] tafsilâtına [ayrıntılar] dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nev’inden, o mu’cizâtın kat’î ve mânevî mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] olan küllî envâına [tür] işaret ederiz.

İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) delâili, [deliller] evvelâ iki kısımdır:

Birisi, “irhasat” denilen, nübüvvetten [peygamberlik] evvel ve velâdeti [doğum] vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir.

İkinci kısım, sair delâil-i nübüvvettir. [peygamberlik delilleri]

İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini [peygamberlik] tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mazhar [erişme, nail olma] olduğu harikalardır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zâtında, sîretinde, [ahlâk, karakter] suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. [peygamberlik delilleri] İkincisi, âfâkî, [dış dünyaya ait] haricî şeylerde mazhar [erişme, nail olma] olduğu mu’cizattır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri mânevî ve Kur’ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir. [varlıklarla ilgili]

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:

Biri: Dâvâ-yı nübüvvet [peygamberlik dâvâsı] vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın [Allah’a inanan] kuvvet-i imanını [iman gücü] ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mu’cizattır. Şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nev’i mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde ve herbir nev’in de çok mükerrer efradı [bireyler] vardır.

136

İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır.

İşte, biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz.Haşiye [dipnot]

DÖRDÜNCÜ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] had ve hesaba gelmez. İ’câz-ı Kur’ân’a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına [tür] işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar [erişme, nail olma] olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz’î [ferdî, küçük] birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime [başlangıç] olarak beyan edeceğiz.

BİRİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, çendan [gerçi] her hali ve her tavrı, sıdkına [doğruluk] ve nübüvvetine [peygamberlik] şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a’mâl [ameller, işler] ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye [Allah’ın kudret mu’cizeleri] olan âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] içindeki harikulâde olan san’at-ı Rabbâniyeyi [Allah’ın san’atı] ve

137

tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler] göstersin. Eğer ef’âlinde [fiiler, davranışlar] beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef’âliyle, [fiiler, davranışlar] ahvâliyle, [haller] etvârıyla [haller, tavırlar] ders veremezdi.

Fakat, yalnız nübüvvetini [peygamberlik] muannidlere [inatçı] karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar [erişme, nail olma] olur ve indelhâce, [ihtiyaç anında] ara sıra mu’cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, [bir şeyin gereği] elbette bedâhet [açıklık] derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu’cize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan [imtihan sırrı] ve hikmet-i teklif [insanın vazife ve sorumluluğunun hikmeti] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî [açık, aşikâr] bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil [bilgisizlik] de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faidesi kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.

Câ-yı hayrettir [hayret noktası] ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte [yön] binler çeşit insan, herbiri birtek mu’cizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle [peygamberlik delili] veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik [dikkatli] ve mütefekkirleri [düşünen] imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, [peygamberlik delilleri] nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve âsâr-ı kat’iye [kesin delil ve eserler; Peygamber Efendimizden (a.s.m.) geldiğinde şüphe bulunmayan doğru haberler] ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi [yeterli] gelmiyor gibi, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sapıyorlar.

İKİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet [elçilik, peygamberlik] itibarıyla Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, [elçilik, peygamberlik] vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir [Kur’ân-ı Kerim ve bazı kudsî hadisler gibi ap açık şekilde Cenâb-ı Hak tarafından gelen vahiy] ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, [tebliğ eden, bildiren] müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye [Peygamber Efendimizin doğrudan Cenâb-ı Haktan naklettiği Kur’ân dışındaki sözler] gibi.

138

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. [Kur’ân-ı Kerim ve bazı kudsî hadisler dışındaki vahye ve ilhâma dayanan hadisler] Şu kısmın mücmel [kısa, kısaca] ve hülâsası, [esas, öz] vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı [ayrıntılar] ve tasvirâtı [tasvirler, anlatımlar] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel [kısa, kısaca] hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle [anlayışlılık, çabuk seziş] beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât [ayrıntılar] ve tasvirâtı [tasvirler, anlatımlar] ya vazife-i risalet [peygamberlik görevi] noktasında ulvî kuvve-i kudsiye [kutsal duygu] ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme [genel düşünce, kamuoyu] seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına [ayrıntılar] vahy-i mahz [Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin mukteza[bir şeyin gereği] olan efkâr [fikirler] ve muamelâtında, [davranışlar] risaletin [elçilik, peygamberlik] ulvî âsârı [eserler/asırlar] aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel [kısa, kısaca] olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle [anlayışlılık, çabuk seziş] ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] ve müşkülâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib [yaklaştırma] edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki, “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.”1 Zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâmın beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Naklolunan haberler, eğer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde olsa, kat’îdir. Tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] iki kısımdır:Haşiye Biri sarih [açık] tevatür, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] biri mânevî tevatürdür. [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber]

139

Mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele [karşılama; karşılık verme] etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ [hazır] ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder.

İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ “Bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] taam, [gıda, yiyecek] iki yüz adamı tok etmiş” denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber] kat’îdir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.

Hem bazan olur ki, haber-i vahid, [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] bazı şerâit [şartlar] dahilinde tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] gibi kat’iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki, haber-i vahid, [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] haricî emarelerle kat’iyeti ifade eder.

İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan bize naklolunan mu’cizâtı ve delâil-i nübüvveti, [peygamberlik delilleri] kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] tevatürledir: [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan [gerçi] haber-i vahidledir. [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] Fakat öyle şerâit [şartlar] dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan [layık, yaraşır] olduktan sonra, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] gibi kat’iyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen]el-hâfız[hadîs ilminde uzman olan ve en az yüz bin hadîs-i şerifi, o hadîsleri aktaranların bilgileriyle beraber ezbere bilen hadîs âlimi] tabir ettikleri zâtlar, lâakal [en az] yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] muhaddisler, [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] hem elli

140

sene sabah namazını işâ [yatsı] abdestiyle kılan müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] muhaddisler [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye [hadise dair yazılan en sahih, en doğru ve kabul görmüş altı büyük hadis kitabı] sahipleri olan ilm-i hadîs [hadîs ilmi] dâhileri, allâmeleri [büyük âlim] tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kat’iyetinden geri kalmaz.

Evet, fenn-i hadîsin [hadîs ilmi] muhakkikleri, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] nakkadları [tenkitçi; hadîsin tahlil ve kritiğinde uzman olan hadîs âlimleri] o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tarz-ı ifadesine [ifade etme tarzı] ve üslûb-u âlisine [yüksek ifade tarzı] ve suret-i ifadesine [ifade şekli, biçimi] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip meleke [alışkanlık] kesb [elde etme, kazanma] etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf [anlayan, değer veren] gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas [karıştırma] edemez. Yalnız, İbni Cevzî gibi bazı muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] tenkitte ifrat [aşırılık] edip, bazı ehâdis-i sahihaya [sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler] da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.

Sual: An’aneli senedin [hadîs aktarımında Peygamber Efendimize (a.s.m.) varıncaya kadar “filandan, o da filandan” şeklinde oluşan isim listesi] faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, “an filân, an filân, an filân” derler?

Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dahil olan mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] ve hüccetli [delil] ve sadık ehl-i hadîsin [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an’anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, [büyük âlim] o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.

Sual: Neden hâdisât-ı i’câziye, sair zarurî ahkâm-ı şer’iye [dinî hükümler] gibi tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?

141

Elcevap: Çünkü ekser ahkâm-ı şer’iyeye, [dinî hükümler] ekser nas, ekser evkatta [vakitler] muhtaçtır. Farz-ı ayn [her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz] gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu’cizat ise, herkesin herbir mu’cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi [yeterli] gelir. Âdetâ farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.

İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mu’cizenin vücudu ve tahakkuku, [gerçekleşme] bir hükmün vücudundan on derece daha kat’î olduğu halde, onun râvisi [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] bir iki olur, hükmün râvisi [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] on yirmi olur.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î [ferdî, küçük] birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î [ferdî, küçük] bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit [bir çok] vecihleri [yön] var. Her defa bir vechini [cihet, yön, taraf] beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri [yön] birleştirir. Hilâf-ı vaki [gerçeğe aykırı] gibi görünür.

Meselâ, Hazret-i Mehdi’ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât [ayrıntılar] ve tasvirat [tasvirler, anlatımlar] başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı [mü’minlerin mânevî kuvveti, gücü] muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se [ümitsizlik] düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] bir silsile-i nuraniyesi [nur zinciri] olan Âl-i Beytine ehl-i imanı [Allah’a inanan] mânevî raptetmek [bağlamak] için Mehdi’yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud [addedilen, sayılan] olan Abbasiye hulefasından, [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] büyük Mehdi’nin çok evsâfına [özellikler] câmi bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdi’den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn [büyük Mehdînin bazı vasıflarını taşıyan büyük velîler] evsafları, [vasıflar, nitelikler] asıl Mehdi’nin evsâfına [özellikler] karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.

142

BEŞİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] çoğunun setrini [örtme] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor, müphem [belirsiz] kalmasını istiyor. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur; vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel müphem [belirsiz] bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda [gayb perdesi] kalmış.

İşte, hikmet-i Rabbâniye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] böyle iktiza [bir şeyin gereği] ettiği için, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl [aile, soy] ve ashabına karşı şedit [çok şiddetli] şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra âl [aile, soy] ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsilâtıyla [ayrıntılar] göstermemek,Haşiye mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] ve rahmettir. Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hâdisâtı—fakat dehşetli bir surette değil—ona talim etmiş, o da ihbar etmiş.

Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, [kısa, kısaca] kısmen tafsille bildirmiş, o da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvâda ve adlde ve sıdkta [doğruluk]

143

çalışan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ 1 hadîsindeki tehditten şiddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 2 âyetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, [hadîs ilmini çok ileri derecede bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran velî hadîs âlimleri] bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.

ALTINCI ESAS: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ahval [durumlar] ve evsâfı, [özellikler] siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf [vasıflar, nitelikler] ve ahvâl-i galibi, [çoğunlukla meydana gelen haller, durumlar] beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin [mübarek kişi] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve mahiyet-i kudsiyesi [mukaddes mahiyet, özellik] o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarihte beyan olunan evsaf, [vasıflar, nitelikler] o bâlâ kamet [biçim ve boy] e [yüksek, yüce şahsiyet] uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü, es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına [mükemmellikler sayfası] ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] mazhar [erişme, nail olma] olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar [erişme, nail olma] oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin [mübarek kişi] tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, [mükemmelliklerin esası, gerçeği] siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarihe geçen beşerî ahval [durumlar] ve etvâra [haller, tavırlar] sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan3 bir zât-ı mübarek, [mübarek kişi] çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında [alış veriş] münazaa [ağız kavgası; çekişme] etmek, birtek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle4 görünen etvârı [haller, tavırlar] içinde sığışmaz.

144

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti [insanların yapısında bulunan temel özellik] itibarıyla işitilen evsâf-ı âdiye [normal, sıradan vasıflar, nitelikler] içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü [genişleme, yayılma] eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli [yüce] sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını [özellikler] ağaç ve kuşun evsâfıyla [özellikler] raptedip [bağlama] bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer [insan aklı] başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih [yöneltme] edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı [özellikler] onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda [gökyüzü, semâ] kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle [peygamberlik görevi] parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu [talih kuşu, saadet, mutluluk kuşu] gibidir. Hem daima tekemmüldedir. [mükemmelleşme] Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ [anlaşmazlık, çekişme] eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref‘e [mânevî bir binek; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Miraç mu’cizesi sırasında bindiği dört binekten sonuncusunun adı] binip, Cebrail’i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] koşup giden zât-ı nuranîsine [nûrânî zât, Hz. Peygamber] hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] inanmayacak.

145

BEŞİNCİ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Umur-u gaybiyeye [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber [câmide hutbe okunan yer] üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:

اِبْنِى حَسَنٌ هٰذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ * 1

İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan radıyallahü anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha [barış yapma] edip, cedd-i emcedinin [en şerefli ced, dede, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] mu’cize-i gaybiyesini [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] tasdik etmiştir.

İkincisi: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i Ali’ye demiş:

سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ * 2

Hem Vak’a-i Cemel, [Cemel hadisesi] hem Vak’a-i Sıffin, [Sıffin olayı, savaşı] hem Vak’a-i Havâriç [Haricîler olayı, savaşı] hâdiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (r.a.) Hazret-i Zübeyir ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır.”3

Hem Ezvâc-ı Tâhirâtına [Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) pâk, temiz ve mübarek hanımları] demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”4 وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْأَبِ 5

İşte şu sahih, kat’î hadîsler, otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve

146

Zübeyir ve Talha’ya karşı Vak’a-i Cemel‘de; [Cemel hadisesi] ve Muaviye’ye karşı Sıffin’de; ve Havârice karşı Harevra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali’ye, “senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı”1 ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricî’dir.

Hem Hâricîlerin içinde “Züssedye” denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet [delil] göstermiş, hem mu’cize-i Nebeviyeyi [Peygamberimize ait mu’cize] ilân etmiş.2

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ümmü Seleme’nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, “Hazret-i Hüseyin, Taff,3 yani Kerbelâ’da katledilecektir.” Elli sene sonra, aynı vak’a-i ciğersûz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] tasdik etmiş.

Hem mükerreren [defalarca] ihbar etmiş ki: “Benim Âl-i Beytim, benden sonra يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًا yani katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar.”4 Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.

Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karabeti [akrabalık, yakınlık] ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm [öne geçme, ileride olma] ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar [erişme, nail olma] oldu?”

Elcevap: Âl-i Beytten bir kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] demiş ki: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm,

147

Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî [Cenâb-ı Hakkın isteği, arzusu] başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye [Cenâb-ı Hakkın isteği, arzusu] tâbi olmuş.”1

Murad-ı İlâhînin [Cenâb-ı Hakkın isteği, arzusu] hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:

Vefat-ı Nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra, en ziyade ittifak ve ittihada [birleşme] gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali’nin hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin mümâşatsız, [beraber hareket etmeksizin, uysallık göstermeksizin] pervâsız, [korkusuz] zâhidâne, [tam bir zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takva içinde olarak] kahramanâne, müstağniyâne [tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde] tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati [yiğitlik, cesaret] itibarıyla, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya [ayrılık, bölünme] sebep olmak kaviyyen [kuvvetle] muhtemeldi.

Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur [sonraya kalma, gecikme] etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın [kavimler] birbirine karışmasıyla, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf [açığa çıkma] eden yetmiş üç fırka2 efkârının [fikirler] esaslarını taşıyan o akvam [kavimler] içinde, fitne-engiz [fitne verici, fitneye yol açıcı] hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] sahibi, Hâşimî [Peygamberimizin mensup olduğu kabileden gelen] ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili [indirme] için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”3

Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi [Emevî hükümdarları, devlet başkanları] bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmek ve ehl-i İslâm [Müslümanlar] nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları [halk, yönetilenler] ve

148

taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hükümleri] muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn [hadîs ilmini çok ileri derecede bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran velî hadîs âlimleri] ve evliyalar ve asfiyalar [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet [velilik] ve diyanet ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.

Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye [İslâm halifeliği] Âl-i Beyt-i Nebevîde [Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler] takarrur [karar bulma] etmedi? Halbuki en ziyâde lâyık ve müstehak onlardı.”

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye [dünya saltanatı] aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hükümleri] muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî [peygamber] gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi [nefsî ve dünyevî arzuları terk etme, kalbin dünya alâkalarından kesilmesi] olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül [kendi kendine oluşma] eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn [Allah’ın varlığına ve birliğe inananlar] hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye [dünya saltanatı] Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi [esas vazifesi] olan hıfz-ı dini [dinin korunması] ve hizmet-i İslâmiyeti [İslâm dinine hizmet] onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.

İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] hususan Aktâb-ı Erbaa [dört büyük kutub [esas] olan Seyyidler (Abdülkàdir Geylânî, Ahmed-i Bedevî, Ahmed-i Rufâî ve İbrahim Desukî)] ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdi hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp

149

envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] neşretmişler, cedd-i emcedlerinin [en şerefli ced, dede, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] birer vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduklarını göstermişler.

Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti [rahmet yönü] nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.”

Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, [bitkiler âlemi] tohumların, ağaçların istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] tahrik eder, inkişaf [açığa çıkma] ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına [kabiliyet] göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli [çokluk] ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle [çok ciddî olarak] çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y [çalışma] ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] aktârına, [bölgeler] o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver [aydın] müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hafızları, asfiyaları, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] aktabları [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] aktârına [bölgeler] uçurdu, hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ettirdi. Şarktan

150

garba kadar ehl-i İslâmı [Müslümanlar] heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede [asıl konu, esas mânâ] geliyoruz.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın umur-u gaybiyeden [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz’î [ferdî, küçük] birkaç misaline işaret edeceğiz.

İşte, başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye [hadise dair yazılan en sahih, en doğru ve kabul görmüş altı büyük hadis kitabı] sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu mânen mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] gibi kat’î denilebilir.

İşte, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Ashabına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe [üstün gelme] edeceksiniz. Hem feth-i Mekke,1 [Mekke’nin fethi] hem feth-i Hayber,2 hem feth-i Şam, [Şam’ın fethi] hem feth-i Irak,3 hem feth-i İran, hem feth-i Beytü’l-Makdise4 muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz.”5 Haber vermiş. Hem “Tahminim böyle” veya “Zannederim” dememiş. Belki, görür gibi kat’î ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, çok defa ferman etmiş:

عَلَيْكُمْ بِسِيرَةِ الَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِى اَبِى بَكْرٍ وَعُمَرَ 6 deyip, Ebu Bekir ve Ömer

151

kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlâhî [Allah rızası] ve marzî-i Nebevî [Peygamberin (a.s.m.) arzusu, isteği] dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacak.

Hem ferman etmiş ki:

زُوِيَتْ لِى َ اْلاَرْضُ فَاُرِيتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَسَيَبْلُغُ مُلْكُ اُمَّتِى مَا زُوِىَ لِى مِنْهَا * 1

deyip, “Şarktan garba [doğudan batıya] kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] zaptetmemiş.” Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Gazâ-i Bedir’den evvel ferman etmiş:

هٰذَا مَصْرَعُ اَبِى جَهْلٍ هٰذَا مَصْرَعُ عُتْبَةَ هٰذَا مَصْرَعُ اُمَيَّةَ هٰذَا مَصْرَعُ فُلاَنٍ وَفُلاَنٍ * 2

deyip, müşrik-i Kureyş‘in [Allah’a ortak koşan Kureyşli müşrikler, kâfirler] reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: “Ben kendi elimle Übeyy ibni Halef’i öldüreceğim.”3 Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede [meşhur savaş] muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş:

اَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا جَعْفَرُ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا اِبْنُ رَوَاحَةَ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا سَيْفٌ مِنْ سُيُوفِ اللهِ * 4

deyip, birer birer hâdisâtı Ashabına haber vermiş. İki üç hafta sonra

152

Ya’le ibni Münebbih meydan-ı harpten [savaş meydanı] geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] (a.s.m.) harbin tafsilâtını [ayrıntılar] beyan etti. Ya’le kasem [yemin] etti: “Dediğin gibi, aynen öyle oldu.”1

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş:

﴾ اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلٰثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ﴾ ﴿ وَاِنَّ هٰذَا اْلاَمْرَ بَدَاَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوًّا وَجَبَرُوتًا * 2﴿

deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin [seçkin dört dost; dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.)] (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini [halifelik dönemi] ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut [büyüklük ve haşmet] ve fesad-ı ümmet [ümmetin fesadı; ümmetin fesâda girmesi, bozgunculuğa düşmesi] olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş:

﴾ يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَاُ الْمُصْحَفَ ﴾ ﴿ وَاَنَّ اللهَ عَسٰۤى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ * 3 ﴿

deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i [azli, görevine son verilmesi] istenileceğini ve mazlum olarak, Kur’ân okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken [bereket vesilesi olarak] şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş:

وَيْلٌ لِلنَّاسِ مِنْكَ وَوَيْلٌ لَكَ مِنَ النَّاسِ 4 deyip, harika bir şecaatle [yiğitlik, cesaret] ümmetin

153

başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah ibni Zübeyr, Emevîler zamanında, hilâfeti Mekke’de ilân ederek kahramanâne çok müsademe [çarpışma] etmiş. Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden [çarpışma] sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Emeviye devletinin zuhurunu1 ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid2 ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ 3fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra

يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السُّودِ وَيَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا * 4

deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş:

وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ 5 deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini ve Arap devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Sa’d ibni Ebî Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş:

لَعَلَّكَ تُخَلَّفُ حَتّٰى يَنْتَفِعَ بِكَ اَقْوَامٌ وَيَسْتَضِرَّ بِكَ اٰخَرُونَ * 6

154

deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacağını, çok milletler ve kavimler [insan topluluğu] ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa’d ordu-yu İslâm [İslâm ordusu] başına geçti, devlet-i İraniyeyi zirüzeber [yerle bir, alt üst] etti, çok kavimlerin [insan topluluğu] daire-i İslâma [İslâm dairesi] ve hidayete girmelerine sebep oldu.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, imana gelen Habeş Meliki [hükümdar] olan Necâşî hicretin [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış.1 Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Ciharyâr-ı Güzîn [seçkin dört dost; dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.)] ile beraber Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki:

اُثْبُتْ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَصِدِّيقٌ وَشَهِيدٌ 2 deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali’nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Şimdi, ey bedbaht, kalbsiz, biçare adam! “Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] akıllı bir adamdı” diye o şems-i hakikate [hakikat güneşi] karşı gözünü yuman biçare insan! On beş envâ-ı külliye-i mu’cizâtından [çeşitli ve çok yönlü mu’cizeler] birtek nev’i olan umur-u gaybiyeden, [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] on beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde kat’î bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zâta “dâhi-i âzam” denilir ki, ferasetiyle [anlayışlılık, çabuk seziş] istikbali keşfediyor. Binaenaleyh, senin gibi haydi dehâ desek, yüz dâhi-i âzam derecesinde bir dehâ-yı kudsiyeyi [kudsî dehâ] taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir dehâ-yı âzam [büyük dehâ] sahibinin saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alâmetidir.