EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 200-221. Mektuplar (331-366)

331

– 200 –

Mu’cizeli Kur’ân’ımızdan Sûre-i Rahmân tevafukat-ı lâtifesi [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] içinde bulunan cüz ile, güzel tevafuklu bir cüz ile İstanbul’da matbaacı Aziz’e göstermek için göndermiştik. O da çok beğenmiş, söz vermiş ki: “Ne vakit isterseniz, bunu da Hizb-i Kur’âniye ve Hizb-i Nuriye gibi fotoğrafla tab [basma] edeceğim. Hindistan’a bir milyon Kur’ân’ı göndermeye söz verdiğimden, bu mu’cizatlı Kur’ân’ı da içinde onlara göndermek güzel olur.”

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inşaallah [Allah dilerse] Nurcuları muvaffak eder.

– 201 –

Sikke-i Gaybiye‘nin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] fiyatı olarak elli Rehber’i nâşirlerinden [neşreden, yayan, yayınlayan] parasını verdim, aldım, size gönderiyorum. Hem o mübarek mecmuanın bir mübarek fiyatı olarak, bana hizmet eden ve şimdilik pek lüzumu bulunmayan ve başkalarına da vermek istemediğim iki tencere ve on beş sene giydiğim pamuklu entari ve gayet mübarek bir kitaba mukabil, bir çaydanlık ve yirmi dört seneden beri tıraşa hizmet eden bir ustura ve çok zamandan beri bana hizmet eden bir çarşaf, hâzır Kılıç Ali’nin pederiyle Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Rasih’in tahmin ve tensibiyle, dokuz lira tencere, dokuz lira da çaydanlık, dokuz lira tıraş bıçağı, pamuklu entari ve çarşaf ile iki el havlusu [güç] ve bir iç donu ile bir pamuklu gömlek fiyatı yekûnu [bütün, toplam] yüz yirmi beş lira tahmin edilmiştir. Hâzır olan zâtlar bu kıymeti takdir ettiler. Ben daha az fiyat verdim; bu fiat çoktur derim.

Umuma selâm.

– 202 –

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Evvelâ: Leyâli-i aşerenizi tebrikle beraber, size Nur’un iki kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beyan ediyoruz. Şöyle ki: Bu sıralarda çok cihetlerde, hususan makine ile Nurların

332

inkişafatı, [açığa çıkma] gizli düşman zındıkları şaşırttı. Cüz’î, [ferdî, küçük] fakat elîm bir tarzda bir plânla, çok evhama ve iftiralara medar [kaynak, dayanak] olabilir bir hadiseyi, bir biçare muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] bir adamın vasıtasıyla yaptırdılar ki, burada Nurun en mühim ve vazifesi en ehemmiyetli bir şakirdini, [talebe, öğrenci] tam hanesinin yanında dört gülle ile, o biçare adam yaralanıyor. Doktor “Yüzde yüz ölecektir” diyor. O mecruhun [yaralı, yaralanmış] tarafında dâvâ edecek, resmî, gayr-ı resmî [resmi olmayan] çok adamlar varken ve yüzde doksan o ehemmiyetli şakirde [talebe, öğrenci] isnad etmek ve o vesileyle hanesindeki bütün Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve mektuplarını taharrî [araştırma] bahanesiyle elde etmek yüzde doksan ihtimali varken ve o vasıtayla beni ve Nurcuları alâkadar etmek ve o mâsum şakirdi [talebe, öğrenci] de acip iftiralarla lekedar [lekeli] etmek, esbaplar [sebepler] olduğu halde, فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 sırrıyla yine inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] imdada yetişti. O adam tam yüzünden dört gülle ile yakından vurulduğu halde ölmedi. Ve harika bir surette hiçbir şahit bulunmadı. Hiçbir emare bulunmadı. O vurulan adam, ne mahkemeye, ne babasına, ne kardeşlerine, kim vurduğunu, ısrar ettikleri halde söylemedi, yani söylettirilmedi. Eğer söyleseydi, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapan münafıklar, acip iftiralar edeceklerdi.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] ve keremiyle [cömertlik] Nurları ve Nurcuları himaye edip, o hadise ve o bombanın patlaması bize zarar vermedi. Kat’î kanaatimiz gelmiş ki, bu bir keramet-i Nuriyedir.

Hem o adam Nurların bir parçasını okuduğu cihetiyle, onun kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hayatını kurtardığı gibi, ondan aldığı cüz’î [ferdî, küçük] bir ders-i hakikat [hakikat dersi] hissiyle, o elîm vaziyetinde ve inatçı tabiatında, yine Nurlara zarar gelmemek için susturuldu. Ne mahkemeye, ne akrabasına söylettirilmedi. Fakat benim yanıma bir defa geldiği ve istikamete [doğru] söz verdiği halde, yanlış hareket ettiği için tokat yedi. Hattâ ittihama [suçlama] mâruz olabilir şakirdin [talebe, öğrenci] de, kemâl-i sadakat [tam bir bağlılık] ve ihlâs içinde bazı lâkaytlıkları [duyarsız] yüzünden bir şefkat tokadı yediğini anladık.

• • •

333

– 203 –

Hüve [“O”, Allah] Nüktesi”nin [derin anlamlı söz] âhirinde bu parça yazılacak

Gördüm ki, âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi [dünyaya ait olaylar] aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye [âhirete ait sinema] ve fâniyâtın fâni ve zâil [geçici, yok olucu] hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî [daimi, sürekli] temâşâgâhlarda ve Cennette saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuzun, [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] hem âlem-i misâlin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] iki hücceti [delil] ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza [bellek, hafıza duyusu] ve kuvve-i hayaliye, [hayal duygusu] mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak bir büyük kütüphane kadar, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] içlerinde yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları [çok büyük örnek] olan âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ile levh-i mahfuzdur, [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin [memelilerin yaratıldığı su] suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde [üstünde] daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader [kader kalemi] ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, [cansız] hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve hiçbir vecihle [yön] mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kalem-i kader [kader kalemi] ve hikmetinin sahifesi olduğu, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile kat’î bilindi. (Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı.)

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

Kardeşiniz

Said Nursî

334

– 204 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] faal, sebatkâr [sebat eden] arkadaşlarım,

Evvelâ: Bu sene hacc-ı ekber mânâsını taşıyan leyali-i aşerenizi ruh u canımızla tebrik ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Hem dahilde, hem hariçte Nurun fütuhatı [fetihler, yayılmalar] devam ediyor. Fakat gizli düşmanlarımız olan ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet, [ahmaklık, beyinsizlik] ehemmiyetsiz bazı hadiselerle Nur talebelerine telâş vermeye ve habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp sarsıntı veriyorlar.

Bugünlerde ekser kitaplarım ve üç senelik muhabere mektuplarım meydanda bulunan ehemmiyetli bir şakirdin [talebe, öğrenci] hanesine yakın, gecede bir vukuat oldu. Ondan istifade ile o şakirdin [talebe, öğrenci] hanesini taharri [araştırma] etmek yüzde doksan ihtimal-i kavî varken, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfz ve himayetiyle o haneyi taharrîden [araştırma] kurtardı. Eğer sabahleyin safdil [saf kalbli, kolay aldanan] iki kardeşimizi ciddî ikaz etmeseydim ve kitap ve mektupları oradan kaldırmasaydım, yine Nur dairesi içinde büyükçe bir mesele olacaktı.

O vukuatta bir nevi siyaset korkusu da görünüyor. Gerçi inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bizi muhafaza etti; fakat bu sırada—ki, mecmualar çıkıyor ve intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor ve biz de pek çok sükûnete ve ihtiyata [dikkat, tedbir] mecbur olduğumuz halde—böyle heyecanlı bir hadise, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapan düşmanlarımız bize telâş ve sarsıntı verecekti. İnâyet-i İlâhiye, o plânı da def etti, bizi muhafaza etti.

Fakat o hilâf-ı memûl, birden bu hadiseden ruhuma gelen heyecan ve mânevî darbe ve Nur hizmetine ehemmiyetli zarar gelmek düşünmesiyle, hiç ömrümde görmediğim bir sıkıntı ve âsâbımda mânevî yaralar açıldı. İhtiyarsız teessürat [üzülme, etkilenme] beni çok eziyordu. Birden Cenab-ı Erhamürrahîmîn, kemâl-i merhametinden, [merhametin mükemmelliği] o teessürat-ı [üzülme, etkilenme] mânevî yaralarıma tam bir merhem olarak, çok fedakâr Nuri Benli’yi ve Kastamonu kahramanı Sadık Beyi ve İnebolu kahramanlarından İsmail’i tam bir merhem ve ilâç olarak ikinci gün gönderdi.

335

Hem on beş seneden beri şehid olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehid talebelerim içinde ona dua ettiğim, hem İşârâtü’l-İ’câz‘ı, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] hem Onuncu Söz’ü tab [basma] eden Molla Hamza hayatta, Irak’ta olduğunu ve Nurları aradığını, memlekete giden kardeşimiz Emin’in mektubunda o müjde, tamamıyla yaramı tedavi etti. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun dedim.

Umum kardeşlerimize binler selâm ederiz.

– 205 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Size hem acip, hem elîm, hem lâtif [berrak, şirin, hoş] bir macera-yı hayatımı, [hayat çizgisi] düşmanlarımın hem şenî, [çirkin] hem bin ihtimalden bir tek ihtimalle hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nura karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:

Tarih-i hayatımı [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] bilenlere malûmdur. Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hale hayret ederdik. Bana sordular: “Neden bakmıyorsun?”

Derdim: “İlmin izzetini [büyüklük, yücelik] muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”

Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, [özel gün] Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ [Kur’ân-ı Kerimin 20. sûresi] ve mebus Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Tâhâ [Kur’ân-ı Kerimin 20. sûresi] ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler:

“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”

Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] olmasından, istemiyorum.”

336

Hem bütün tarih-i hayatımda [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını [bağış] almaktan çekindiğimi, benimle arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] ve siyasî bütün ezvakını [mânevî zevkler] ve merakını terk ettiğimi ve idam [hiçlik, yokluk] gibi ehl-i garazın [kin ve düşmanlık güdenler] bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğimi, yirmi sene işkenceli esaretimdeki, iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat’î göründü.

İşte, yetmiş beş sene devam eden bu düstur-u hayatım [hayat kanunu] varken, Risale-i Nur’un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle, şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makamını işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: “Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar.” Halbuki benim kapım gecede dışarıdan ve içeriden kilitli, hem sabaha kadar bir bekçi, o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki, ben, işâ [yatsı] namazından sonra, tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.

İşte böyle bir iftiraya bir sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurcuları lekedar [lekeli] etmek için kurduğu plânıyla, bu yeni hadiseyi vesile edip şakirtlere [öğrenci] leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlâhiye, [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] o plânı da harika bir tarzda akîm [neticesiz] bıraktı.

Bu beyanla ben nefsimi tebrie [beraat ettirme] etmiyorum. Belki “Kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet-i imaniye, [iman hizmeti] o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş; ve o hizmetteki mânevî zevk ona kâfi [yeterli] geliyor” demek istiyorum ve Nurcuların ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Makine işinde tecrübeli ve muktedir hususî kâtibi size gönderiyorum. Kendim zahmetle yazdığımdan, bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.

Salisen: [üçüncü olarak] Eflâni taraflarında hatip Mehmed’e, Tevfik‘e [başarı] selâm ediyorum, rüyası mübarektir.

337

Rabian: [dördüncü olarak] Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının [fetihler, yayılmalar] müjdelerini hâvi [içeren, içine alan] parlak, güzel mektubunu aldım. Ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş’ler, Ulviye‘ler, [yüce] Zehra’lar, Lütfiye’ler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulûsi’nin, hem Feyzi’nin mektuplarını leffen gönderiyoruz.

– 206 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, [talebe, öğrenci] çokların namına benden sordu ki: “Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, [öğrenci] pek musırrâne [ısrarlı bir şekilde] olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrâne [ısrarlı bir şekilde] onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet [delil] var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.”

Ben de bu zâtın temsil ettiği çok mesaillere [meseleler] cevaben derim ki:

O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tâbir ve tevil lâzım.

Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemaatinin şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla [hükmetme, musallat olma] ve maddiyun ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] tâunu, [salgın ve ölümcül hastalık] beşer içine intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

338

Ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza [bir şeyin gereği] ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi] (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale [meşgul olma, uğraşma] vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd [dayanışma] sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. [öğrenci] Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi] (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ihya [diriltme] etmektir. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] vahdetini [Allah’ın birliği] nokta-i istinad [dayanak noktası] edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı [dayanak noktası] ve hâdimleri, milyonlarla efradı [bireyler] bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hükümleri] zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile [Allah’ı inkâr etme] uğramasıyla, o zât, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle [yardım] ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli [çokluk] bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla [karışma, katılma] o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad [doğru yol gösterme] edici mânâsının tam sarahatini [açıklık] ifade ettiği için, Nur şakirtleri [öğrenci] bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler

339

buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki [anlama, kabul etme] ediyorlar. O şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] de bir mümessili, [temsilci] Nur şakirtlerinin [öğrenci] tesanüdünden [dayanışma] gelen bir şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve o şahs-ı mânevîde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir nevi mümessili [temsilci] olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas [karıştırma] ve bir sehivdir, [hata, yanılgı] fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, [güzel düşünce] eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemâl-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’u aynı o âhir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat [araştırma, inceleme] ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas [karıştırma] var; tevil lâzımdır.

Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi] (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, [siyaset adamları, politikacılar] hususan bu asrın efkârında, [fikirler] o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset mânâsını ihsas [hissettirme] eder, belki de bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] mânâsını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dâvâ ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar.

Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, [bilirkişi] bazı şakirtlerin [öğrenci] bu itikatlarına [inanç] göre, bana karşı demişler ki:

“Eğer Mehdilik dâvâ etse, bütün şakirtleri [öğrenci] kabul edecekler.”

Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır.

340

Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi [mânevî evlat] hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine [öğrenci] şâmil [içine alan] olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] tam muhalif olmasından, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o ehl-i vukuf [bilirkişi] sustu.

– 207 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve haccü’l-ekberde bulunan Nur şakirtleriyle [öğrenci] ve hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini [bağımsızlık] kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye [İslâm devleti] şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, [İslâm devleti] Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye [İslâm devleti] ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu büyük bayramının mukaddemesini [evvel, önce] tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.

Saniyen: [ikinci olarak] İstanbul’da, Re’fet Beyin ve Mustafa Oruç’un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra darülfünuna [üniversite] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا * وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا 1 hatt-ı Kur’ân ile o

341

mânidar Kur’ân âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’ânîye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversite ileride bir Nur medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi, Denizli Nurcularından Ahmed‘lerin [çokça medhedilen, övülen] meşhur âlim ve akılca on dokuzuncu asrın en büyüğü ve içtimaî [sosyal, toplumsal] feylesofların en ilerisi Bismarck’ın eserinden aldıkları bir fıkrada, [bölüm] o yüksek Bismarck, eserinde diyor ki:

“Kur’ân’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli [benzer] ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”

Ve Peygambere hitaben der:

“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Beşeriyet senin gibi mümtaz [seçkin] bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

 Bismarck

diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında [bölüm] tahrif ve nesh [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] olunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis [eksiltme, değerini indirme] ettiği için, o cümleler yazılmamalı; ben de işaret ettim.

O zât on dokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması; hem âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] istiklâliyetini [bağımsızlık] bir derece elde etmesi; ve ecnebî hükûmetlerin hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] araması; ve garp [batı] ve şimal-i [kuzey] garbîde Kur’ân lehinde [tarafında] büyük bir cereyan bulunması; hem Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Carlyle dahi aynen Bismarck gibi demiş: “Başka kitaplar, hiçbir cihette Kur’ân’a yetişemez. Hakikî söz odur, onu dinlemeliyiz” diye kat’î karar vermesi;Haşiye ve Nurların da her tarafta fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve ileri gitmesi, büyük bir fa’l-i hayırdır ki, ecnebide çok Bismarck’lar ve Mister Carlyle’lar çıkacaklar ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismarck’ın fıkrasını [bölüm] leffen gönderiyoruz.

342

– 208 –

İnebolu kahramanlarından berber Ali Osman’ın mâsum mahdumunun [efendi, kendisine hizmet edilen] güzel yazısıyla gönderdiği mektuba baktım, birden hatırıma geldi: Üç mühim Nur merkezinde üç berber tam birbirine benzer bir tarzda Nura büyük hizmetleri, hem herbirisi çocuklarıyla Nura çalışmaları, beni mesrur [mutlu] eyledi. Berber Burhan, [delil] berber Hıfzı, berber Ali Osman, Nurun birer kıymetli kahramanlarıdır. Allah onları çoluk ve çocuklarıyla dünyada ve âhirette mes’ut etsin. Âmin.

Said Nursî

– 209 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Medresetü’z-Zehranın üç şakirdinin [talebe, öğrenci] hafifçe bir ay hapis cezası ve pek haksız ve çok mânâsız ve soğuk hâkimin hiddetine mâruz kalmalarına mukabil, kat’î bir kanaatle ve çok emarelerin kuvvetiyle müjde veriyoruz ki, o şakirtler [öğrenci] ve yardımcıları, o adamın küçücük verdiği ceza ve mânâsız hiddetine bedel; ruhanîler, melâikeler [melekler] ve istikbaldeki nesl-i âti [gelecek nesil] milyonlar alkışlamalarla öyle şakirtleri [öğrenci] tebrik ediyorlar. Ve haps-i ebedînin [sonsuz bir hapis] milyonlar sene cezalardan kurtulmaya vesile oldukları için, böyle sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bu gibi tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ve tâzipleri [azap] hiçe indirir, belki iftiharla sevindirir.

Evet, bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki [dikkatli] ve feylesofu ve saltanatlı hâkimi telâkki [anlama, kabul etme] edilen ve kendi Hıristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren, belki inkâr etmek cür’etini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismarck’ın Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inat ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’ân’a teslim olduğunu âleme ilân ettiğini ceridelerde [gazete] neşredildiği bir hengâmda [ân, zaman] ve bütün edyân-ı semâviyeyi [İlâhî dinler] inkâr eden ve şark-ı şimalîdeki [kuzeydoğu] şimdiki dehşetli hükûmetin teşvikiyle kesretle [çokluk] içindeki Müslümanları hacca

343

gönderip, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nazarında dinsizliğini ve inat ve adâvetini [düşmanlık] bırakmak tarzında, güya Kur’ân’ı inkâr edemiyor ve azametine karşı bir nevi teslimiyet ve dehalet [sığınma] tarzında, “Buradakilerden daha ziyade Kur’ân’ı ehemmiyetli biliyorum” diye, “Bu noktada onlar benden daha geri düşüyorlar ki, benim kadar hacı gönderemiyor” demesine mukabil, buradakiler dahi, mâşaallah, tam müsaade ettikleri halde ve böyle siyasî propaganda edildiği bir zamanda, Medresetü’z-Zehranın Nur şakirtleri, [öğrenci] o mahiyet ve azametteki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakikatlerini Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi harika risalelerle mu’cizelerini kalemleriyle neşredip en muannid [inatçı] dinsizleri tasdike mecbur etmelerine mukabil, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hücumu, elbette değil yalnız ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] insanları, belki ruhanîleri, belki melekleri de ağlatır ve arzı ve semayı hiddete getirebilir.

Madem iki sene tetkikten sonra Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] eski harflerle tab [basma] edilen bin nüsha ve Nurun bütün risaleleri ittifakan [birlik halinde, birleşerek] beraatle beraber umumu iade edilmiş. Aynen iade edilen bazı risalelerin eski hurufla [harfler] teksirini [çoğalma] bir suç sayıp ceza vermek, adliyeleri cidden alâkadar edip adalet şerefini kırıyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Benim hususî kâtibim şimdi yok, başka kâtipler de benim dilimi iyi anlamıyorlar; ben de hem rahatsız ve hem de geç ve güç yazabiliyorum. Halbuki, dünden beri yirmiye yakın mektuplar geldi. İçinde de pek çok kardeşlerimiz ve hemşirelerimizin isimleri var. Biz, onların umumunun hem bayramlarını tebrik ediyoruz, hem yeni şakirt [öğrenci] olmak isteyenleri ruh u canımızla kabul ediyoruz. Ve onları öyle sevk eden zatlara da Allah razı olsun ve kalblerindeki muradları ne ise Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin deriz.

Salisen: [üçüncü olarak] Nur santralı Sabri’nin (r.h.) Lâhikaya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir ve sair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla [doğru yol gösterme] çokların Nur

344

dairesine girmesi ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ın da Eflâni havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası; ve Konyalı Sabri’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir, [açıklayan, yorumlayan] hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] ve tasdikkârane münasebetleri; ve muallim Abdurrahman İhsan’ın hasbihal mektubundaki samimî ve ciddî Nura alâkadarlığı; ve Tavşanlı Vâizi [nasihat veren] Osman’ın mektubunda pek samimî ve ciddî iki üç zatın Nur şakirtliğine [öğrenci] kemâl-i ciddiyetle [çok ciddî olarak] girmeleri; ve Eğirdir köylerinde Ali Osman’ın ve Halil İbrahim’in tasdikiyle çok hâlis Nurcuların yetişmesi; ve Ankara dârülfünununda [üniversite] Nura ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet‘i [Allah’ın birliği] himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârâne yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki risalenin kâfi [yeterli] olmadığına ve Konyalı arkadaşı Mehmed ile beraber gençler içerisinde Nur neşretmeleri; ve Aydın tarafında inşaallah [Allah dilerse] bir Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi hükmünde, Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ’ın güzel ve samimî mektubundaki duaları ve tavsifleri [bir sıfatla niteleme] ve Nurun tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların [bölüm] mealleri, bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur [mutlu] ettiği gibi, bu bayramda da büyük bir mânevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların umumundan razı olsun. Hususî ve ayrı ayrı mektup yazamadığımdan gücenmesinler.

Hüsrev’in lâyiha-i temyize [mahkemelerce verilen bir kararın kanun ve usul yönünden incelenmesi için verilen dilekçe] ait mektubunu hiç ilişmeden kabul ettiğim için, sizdeki aynı suretini Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] gönderebilirsiniz. Madem sizde bir sureti vardır, bu mektubu göndermeden Lâhikaya da geçsin. Şimdi gelen mektupta Gençlik Rehberi’nin fiyatını siz benden daha iyi bilirsiniz. Bir veya bir buçuk banknottan aşağı olmasın. Hüsrev’in kalemi Dördüncü Söze başlamasına bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] deriz. Allah muvaffak eylesin, âmin.

345

Safranbolu kahramanı berber Hıfzı, Hüsnü, [güzellik] Yılmaz iki mâsum Nurcu mahdumlarıyla [efendi, kendisine hizmet edilen] ve İnebolu kahramanlarından Ali Osman ve iki Nurcu mahdumlarının [efendi, kendisine hizmet edilen] bayram tebriklerine mukabil selâm, hem muvaffakiyetlerine [başarı] dua ederiz.

– 210 –

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Evvelâ: Bazı bize temas eden cüz’î [ferdî, küçük] hadiseler münasebetiyle bir hakikati beyan etmek şiddetle ruhuma ihtar edildi. Şöyle ki:

Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve biçare zaiflerin ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirtleri [öğrenci] biliyorlar.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir. Hattâ, benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir [aşağılama] edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz [aşkın] bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acip hatâlara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim.

O halim neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki, yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve on sene Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmadım, bilmedim. Ve merak etmedim; ve yirmi iki sene

346

bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nurlardaki ihlâsa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka, istirahatim için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli tâzip [azap] edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahit olunuz ki, ben, onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki üç senede dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.

Salisen: [üçüncü olarak] Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.

Rabian: [dördüncü olarak] Nurun hakikî şakirtlerine [öğrenci] Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli, başka şereflere veya maddî, mânevî menfaatlere gözünü dikmesin.

Hem münakaşa, münazaa [ağız kavgası; çekişme] ve mesail-i dîniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın. Hattâ, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur’un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahesesi, aynı zamanda, belki aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbime geldi. Hattâ o Nurdan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi, neden böyle şiddetli hiddet ettim? Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatâsını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatâsını itiraf etti. İnşaallah o kefaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Dört beş aydan beri bir zât, bana buraya bir gazete gönderiyormuş. Ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nurdan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zât, bir mektup içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zâtın

347

mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu. Biz korktuk, sana göstermedik.”

Ben de dedim: “O zâta benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş. Hem hasta, hem hususî mektubu kardeşime de yazamadığımdan o zât gücenmesin.”

Oradaki umum dostlara, hususan Hafız Emin ve Hafız Fahreddin [gurur, övünme] gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz.

– 211 –

Risale-i Nur’un avukatı ve Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve o civarın bir Hüsrev’i kardeşimiz Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi, üç seneden beri Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin Risale-i Nur’a verdiği yüzer işaretle tasdiklerini, tam bir kat’î burhan [delil] olarak hem hadislerden, hem âyetlerden mânâ ve cifir muvafakatleriyle Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] pek kuvvetli bir surette ispat ediyor. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir mümessili [temsilci] olan Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bazı işaret-i hadisiyeyi, Nurun tercümanına veriyor. Hakikat ise, tercüman, bir derece telif [kaleme alma] itibarıyla, o şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir nevi mümessili [temsilci] olmak itibarıyladır. Yoksa haddim ve hakkım değildir ki, ben o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] işarete medar [kaynak, dayanak] olayım.

Her neyse, ben daha fazla tetkik edemedim. Onun üç buçuk senede ve onun gibi fevkalâde zeki bir kardeşimizin ince tetkikatını vaktim ve hastalığım müsaade etse, tetkik ve tâdilden sonra size gönderip, ya Tılsımlar mecmuasının zeyli [ek] veya Lem’alar [parıltılar] mecmuasına, Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir hüccet [delil] olarak yazarsınız. O kardeşimizin Nur avukatı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin incir teberrüküne [bereket vesilesi] mukabil, benim namıma bir Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] mecmuasını ona gönderiniz ki, incirleri bana dokunmasın. Çünkü bu âhirde kat’iyen [kesinlikle] mukabelesiz [karşılıksız] hediyeler beni hastalandırdığı, çok tecrübelerle pek kat’îleşti.

Hem o kardeşimizin iki mübarek haremi ve muhterem validesinin ve Said ve Nuri namındaki evlâtlarının bana yazdıkları samimî mektuplarına mukabil, hem

348

onlara, hem evlâtlarına çok dua ediyorum. Öyle bir kahraman Nurcunun öyle hakikatli, muhterem, dindar refikasının [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Nurlara fedâi ve hâdim [hizmetçi] olarak verdikleri mâsum evlâtlarını ruh u canımızla Nurun mâsumlar dairesinde kabul ediyoruz. Ve Mehmed Emin ve Ali Akdağ ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’ye ve umum kardeşlerimize selâm ve dua ederiz.

– 212 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Lüzumu olmayan erzak ve elbiselerimi satıp gayet mübarek yüz lirayı, hem Dârü’l-Hikmetten [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] aldığım maaşla—ki, onunla hacca gidecektim—hem yirmi iki sene hisse-i erzakiyemin bakiyesi olan on lirayı da üstünde suret bulunduğu için tekrar o mübarek on lirayı da Lem’alar [parıltılar] mecmuasının fiyatı olarak beraber gönderiyorum.

– 213 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un, Haremeyn-i Şerifeynce [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir alâmet şudur ki:

Denizli kahramanı Hafız Mustafa, İstanbul’dan aldığı Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Siracü’n-Nur’u—ki [kandil, lamba] Hindistan ulemasına gönderilecekti—onları alıp, yolda bazı hacılara okutup, beraber Medine-i Münevverede Keşmirli gayet meşhur bir âlim ve Türkçe de güzel bilen zata teslim etmiş. O zatın da çok takdir edip kat’î teminatla Hindistan ulemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvereye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini ve sair yerlere de gönderilen mecmualar selâmetle yetiştiğini Denizlili Hafız Mustafa’ya beraber arkadaş olup ve yolda Nurları okuyarak giden hem genç, hem Nurcu iki Afyonlu hacı ve başka

349

hacılar, bu müjdeli haberi bana getirdiler ve hariçte Risale-i Nur’un ehemmiyetli revacını [kıymet, değer] ve makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] müjdelediler. Yalnız Câmiü’l-Ezhere [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] gidecek üç mecmuadan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] burada kaldı, gönderemedik; ikisi gitmişler. Bunun hikmeti şudur ki:

Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ilmî bir geniş derstir. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] medrese-i kübrâ[büyük medrese] olan Câmiü’l-Ezhere [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] ders suretiyle göndermek münasip olmadığı gibi, hem orada kolera hastalığının istilâsıyla, elbette Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] lâyık olduğu dikkat-i nazara [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] bu sırada alâkadarane mazhar [erişme, nail olma] olamayacaktı.

– 214 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Nurun ehemmiyetli kahramanlarından Nur’un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerremeye götürüp gayet büyük bir Hindli âlim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ali Şimşirî’ye teslim edip, hem Hintçe tercüme etmeye ve Hind’e de göndermeye teminat alan kardeşimiz Hafız Mustafa’ya binler bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve mâşaallah ve es’adekâllah deriz. Medresetü’z-Zehra, Mekke-i Mükerremedeki o büyük zâtla muhabere etsin. Adresi şudur: “Mekke-i Mükerremede Babü’s-Selâmda Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ali Şimşirî” diye mektup yazabilirsiniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defaki hadise, bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur:

Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle gece içinde Afyon Vâlisi, Emniyet Müdürüyle buraya gelip gecede menzilimi basmak istemişler. Müddeiumumî [iddia makamı, savcı] muvafakat etmediğinden, sabaha kadar bekleyip, en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tayin edip, kilidimi kırıp füc’eten [ansızın, birdenbire] baskın vermeleri; hem aynı günHaşiye faytonla

350

çıktığım vakit—burada emsali vuku bulmayan—beş tayyare pek aşağıda uçup benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki defa dönmeleri, ikinci gün başka bir tarafa, çok görünmeyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken, aşağıda uçan beş tayyareyi birşey arıyor gibi gördük, anladık ki, bizi arıyorlar. Yine aynen evvelki gün gibi, o beş tayyare etrafımızda ve kasaba üstünde gezip, odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki, bir habbe [dane, tohum] yüz kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapılmış. Burada böyle mânâsız, evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medresetü’z-Zehranın kahramanlarına buraya nisbeten bu üç senede on dereceden yalnız bir derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnettarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi bildirirsiniz.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu defaki musibette, her vakit olduğu gibi, yine kaderin adaletine ve inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] feyzine baktım, gördüm ki: Sair vilâyete nisbeten bir derece Nurdan geri kalan ve Nur dairesine de yakın bulunan Kütahya ve adliyesini ve hükûmetini, Denizli, Kastamonu gibi Risale-i Nurla alâkadar etmek; evet, ne kadar fikri ve vazifesi aleyhimizde olsa da, her halde kalbi, ruhu Risale-i Nur’dan imanı cihetinde büyük istifade etmek ve Nurculara da sevap kazandırmak hikmetiyle, o vilâyete gönderildi. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] dahi bana bir şefkat tokadı olarak, Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] Erzurumlu ve hemşehrim ve Afyon Valisi (Antalyalı) ve şimdiye kadar bana ilişmemesi cihetiyle demiştim: Gerçi serbest oldum, şimdi böyle insaflı bir vali buldum, Emirdağından gitmeyeceğim diye bir nevi sevinç ve ihtiyatsızlığımın [dikkat, tedbir] cezası olarak, o iki adamın elleriyle kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bana tokat vurdu, adalet etti.

Afyon Valisi, Emniyet Müdürü ve buradaki heyetiyle meselemize dair Ankara’ya yazmışlar ki: “Cemiyetçilik, tarikatçılık gibi meseleler yok. Fakat Said Nursî’nin onun sözüyle kendini feda edecek iki yüz bin Nurcu kardeşleri var” diye, başka bir cihette yine hükûmete büyük bir evham vermişler. Fakat onların bu yazmasında, Nura ve Nurculara bir fâide ve benim şahsıma da belki bir zarar ihtimali var.

Fâidenin bir ciheti şudur ki: Bu kadar ağır şerait içinde öyle demir gibi sarsılmaz bir hakikat var ki, iki yüz bin Türk ruhunu ona feda edecek o hakikatin müşterisi bulunur. Bu noktada, zaif imanlı olanlar imanını kuvvetlendirir.

351

Ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] de ve imanını kaybedenler onlara ilişmekten korkarlar, daha çabuk taarruz edemezler.

Bana zararı ise, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hafızdır. Beni çürütmek ve kardeşlerimi benden kaçırmak ve kardeşliğimizi kırmak için, şeytanın bile hatırına gelmeyen iftiralar ve isnadlarla benim ehemmiyetimi kırmak için çalışmaları muhtemeldir.

Ehl-i vukuftan [bilirkişi] ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] müşavirlerinden Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur’un tamam bir takımını bizden istiyorlar. Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz ve Otuz İkincinin Birinci Mevkıfının [bölüm, kısım] başındaki Zerre bahsi ve Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] ve Tabiat Risalesinin [Yirmi Üçüncü Lem’a] Zerre bahsi gibi parçaları, rica [ümit] suretinde ve hürmetkârâne, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevap göndermişler. Güya وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 mânâsını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada [bozma] başlayan maddiyunları susturur.

Said Nursî

– 215 –

Kanunca ifademi almak lâzımken ifademi almadılar.Ben de ifademi şimdi adliyenin şahs-ı mânevîsineve [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] Dahiliye Vekiline [İçişleri Bakanı] berâ-yı malûmat beyan ediyorum.

Bu kırk sene zarfında bu vatana ve millete hiç zarar etmeyip pek çok menfaati dokunan; ezcümle Mart İhtilâlinde isyan eden sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve çok zabitleri [subay] kurtaran; ve Harekât-ı Milliyede [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] Hutuvat-ı [balık] Sitte Risalesi ile ulemayı ve Şeyhülislâmı ve İstanbul’u, işgal eden ecnebî taraftarlığından kurtaran ve eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] merhum Enver Paşanın çok takdir ve tahsiniyle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] fedakârane hizmet eden ve üç dehşetli kumandanlar ona hiddet ettikleri

352

halde ilişmeye cesaret edemeyen ve gizli zındıkların iftiralarına binaen, kanunlar onu mes’ul ettiği halde, üç mahkeme onun takip ettiği hakikate karşı mağlûp olup mahkûmiyetine cesaret etmeyen ve risaleleri ehl-i fen [bilim adamları] ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] yanında çok takdir ve tahsinlerle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] karşılanan ve o risaleler hesabına konuşan bir adamı bir saat dinlemeniz, vazifeniz itibarıyla elzemdir ve vacipdir.

İşte başlıyorum. Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka suretle aramaya Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mecbur etmesin. Âmin.

Bu yirmi senede yüzer tecrübeyle inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi, bu yeni mânâsız, bütün bütün kanunsuz, gaddarâne zulümden de kurtaracağına kat’î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek, binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlâhiyeye ve sevaba mazhar [erişme, nail olma] olmakla beraber, pek çok biçare ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarına başka bir tarzda bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] pek kuvvetli ümit ediyoruz.

Bu hadisenin on vecihle [yön] kanunsuz olduğunu beyan ediyorum:

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun [bilirkişi] ve Ankara’nın yedi makamatından ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikle nazardan geçtiği halde, ittifakla, hiçbir muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraatine, hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşı birlikte beraat ettirildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Beraatinden sonra üç buçuk sene Emirdağında münzevî, garip, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgüyle kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmasa yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini [kaleme alma] de bırakıp daha telif [kaleme alma] etmeyen bir adama, dünya siyaseti için kapısının kilidini kırıp, yanına gelip Arabî evradından, [okunması âdet olan dualar] yanındaki iki levha-i imaniyeden başka taharrîciler [araştırma] birşey bulamadıkları halde bu eziyetin ne derece hilâf-ı kanun [kanun dışı] olduğunu, zerre kadar aklı bulunan anlar.

353

Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şahidin tasdikiyle, yedi sene Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] bilmeyen ve merak etmeyen, sormayan—ki, şimdi on senedir aynı o halde bulunan—ve yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkencede sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini kendine celb [çekme] etmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi ve siyasî entrikacısı gibi, onun menzilini ve inzivagâhını [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] basıp, hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı ruhuna vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hale acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik, tarikatçılık olduğu, o evham bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazıyla onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde cemiyetçilik, tarikatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nur’un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesini [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bahane ederek kanunen değil de, kanaat-i vicdaniye ile, yüz şakirt [öğrenci] içinde beş on şakirde [talebe, öğrenci] altı ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, [tevkif edilmiş, tutuklu] yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi, yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçılık gibi birkaç bahaneyle, yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını [kaleme alma] inceden inceye tetkikle beraber, Ankara ve Denizli mahkemesinde tetkikte kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetçilik ve tarikatçılıkHaşiye ve sair bahaneleri cihetinde beraat

354

kararı verip, o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir siyasî adam tarzında onu ittiham [suçlama] etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik ve tarikatçılık noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut [alçalış, düşüş] etmeyenler bilir.

Beşincisi: Şöyle ki, ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım [hayat kanunu] olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ beddua edemiyorum. Hattâ, en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık, [günahkâr] belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden [karşılama; karşılık verme] beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve mânevî darbe gelmemek için, o dört mâsumların hatırına binaen, o zâlim gaddara ilişmiyorum, bazan helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat [şefkatin içinde gizli olan sır] içindir ki, idare ve âsâyişe kat’iyen [kesinlikle] ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilâyetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki, “Bu Nur şakirtleri [öğrenci] mânevî bir zabıtadır, idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirtlerin [öğrenci] de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesiyle tasdik ve teyid ettikleri halde, o biçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde birşey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ Kur’ân’ı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder.

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dünyada muvakkat [geçici] şan u şeref ve enaniyetli hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve şöhretperestlik ne kadar zararlı ve ne kadar fâidesiz ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu]

355

mücadele edip, mahviyet [alçakgönüllülük] etmek ve benliği bırakmak ve tasannu [yapmacık] ve riyakârlık yapmamak için, elinden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve teveccüh-ü nâs [insanların alâkası, ilgisi] ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten, herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığını, hem has kardeşlerinin, onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] reddedip, o has kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onların kendi hakkında medihlerini [övgü] ve ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip, bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] verip, kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden, onun hakkında ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip medhetmek gibi bir makam vermesi ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vâizin [nasihat veren] bazı sözleriyle ve Kütahya’ya kendim hiçbir mektup göndermediğim halde ve benim imzamı taklitle ve medâr-ı mesuliyet tevehhüm [kuruntu] edilen bir mektupla ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesir’de bulunmasıyla, acaba hangi kanunla medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olur ki, o biçare ve hasta, çok ihtiyar, garip ve münzevî adamın odasına, bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharrî [araştırma] memurlarını sokmak, hem evradından [okunması âdet olan dualar] ve levhalarından başka bahane bulamamak, acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut [sınırlanmış] birkaç arkadaşına bedel ve çok diplomatları kendisine tarafdar kazanmak için zemin hazırken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb [çekme] etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve bu iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar]

356

dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhiretiyle meşgul olan ve memleketinde ve Nurs karyesinde [köy] öz kardeşine yirmi iki sene zarfında birtek mektup yazmayan ve o vilâyetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektup yazmayan bir biçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmek hangi kanun müsaade eder?

Bu vatana ve millete, ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde, üç mahkeme medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olacak, içinde hiçbir maddeyi bulmayan, millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi seneden beri çalışan ve milletin hakikî nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] uhuvvetini [kardeşlik] ve bu millete de dostluğunu iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle üç ay tetkikten sonra tenkit etmeyerek tam kıymetini takdir edip, “kıymettar eser” diye Diyanet kütüphanesine [kitaplar] konulan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeye acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf, buna müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden [inkâr] sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ve siyasete temas etmesin ve çok sevaplı olan camideki [cansız] cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle, yüz binler Türk, kıymettar zatların tasdikiyle, bir dindar müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] Türkü, lâkayt [duyarsız] çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camie gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve âsârıyla [eserler/asırlar] İslâmiyetin uhuvvetine [kardeşlik] ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedid [şiddetli] düşmanına karşı menfî

357

hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayan, bedduayı dahi etmeyen ve Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve senâ-yı Kur’ânîye mazhar [erişme, nail olma] olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onların içinde geçiren bir adam hakkında, resmî lisanıyla ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için “O Kürttür, siz Türksünüz; o Şâfiîdir, [şifa verici] siz Hanefîsiniz” deyip halkları ürkütüp, ondan çekinmeyi ve yirmi iki senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafet değiştirmeye mecbur edilmeyen ve şapkanın [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] yarı askerin başından kalkmasıyla beraber münzevî bir adama zorla şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmeye cebretmesi, hangi kanun buna müsaade eder?

Dokuzuncusu: Çok mühimdir,Haşiye çok kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat [amaç, yarar] bulunmadığı, yalnız mânâsız evhamdan bir habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmaktan ibaret hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ederek böylece on vecihle [yön] kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deriz.

Said Nursî

– 216 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, bu yeni taarruzda ve çok geniş ve çok evhamlı taarruz, yüzde bire indi. Dünkü gün dört saat mahkemede ifademi aldılar. Evvelce size gönderdiğim ifadenin aynını ve izahatıyla cevap verdim. Allah Isparta adliyesinden çok razı olsun ki, onların buraya lehimizdeki iş’arı [işaret etme, belirtme] bize çok yardım etti. Yoksa Afyon’daki evham ve burada bazı resmîler gizli düşmanlarımıza da yardımlarıyla pek çok zahmet çekecektik.

358

Müsadere ettikleri Kur’ân’ımızı Diyanet Reisine göndermişler. Biz de İstanbul’a gönderdiğimiz iki cüzler ve baştaki cüz ile beraber, bir mektup Diyanet Reisine yazdık. “Bunu fotoğrafla tab [basma] etmeye çalışmak istiyoruz. Diyanet Reisinin tensibi ve muavenetini [yardım] ümit ediyoruz” diye mektup yazdık.

Bu defa bana mahkemede sordukları pek çok mânâsız sualler içinde, “Neyle yaşıyorsun?”

Dedim ki: “İktisat bereketiyle. Hattâ bir vakit Isparta’da bir Ramazan’da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişeti [geçim] için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz.”

– 217 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin muvaffakiyetinizi [başarı] ve sebatınızı [kalıcı olma, sabit kalma] ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] elif’ler kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve çalışmanıza fütur [usanç] gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Dört saat ifademi almakla pek çok emsalsiz bir sıkıntı çektiğim on saat sonra, âdetâ aynı zamanda iki milyon lira zarar veren Maarif [bilgiler] yangını gösterdi ki, Risale-i Nur, belâların def’ine bir vesiledir ki, Nurlara hücum edildi, belâ yol buldu, geldi.

Salisen: [üçüncü olarak] Risale-i Nur’un kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak yangına dair yazılan bir parça, bir haftadan beri size göndermek için bekliyordu. Çünkü ziyade evhamlarından postahanelere çok dikkat ettiklerinden, postayla göndermedik. Sizin de mahkemece hakikî vaziyetinizi merak ediyoruz. “Kardeşimiz Burhan‘ın [delil] bir küçük musibeti varmış” diye yazıyor, neymiş, merak ettik. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] def etsin. Hem Re’fet Bey, hem Abdullah Çavuşun mektuplarından çok memnun oldum. Onlara hususan selâm ediyorum. Umuma selâm.

Kardeşiniz

Said Nursî

359

– 218 –

 Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir [ek] ki,mecbur oldum yazmaya.

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:

Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] o adam olduğunu zaman gösterdi.

Ben de beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] dostları, beni yirmi senedir bahanelerle tâzip [azap] ediyorlar.

Evet, mahkemede ispat ettiğim gibi, “Şerefler, müsbet [isbat edilmiş, sabit] hayırlar, maddî-mânevî ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatle, “Kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin [subay] zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez; belki kusurlar, hatâlar yalnız ona verilir” diye, beni onu sevmemekle ittiham [suçlama] edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham [suçlama] edip, onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikati mahkemede ispat ettiğim gibi, onun muannid [inatçı] dostlarına da ispat etmeye hazırım. Ben, bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı [bireyler] ve zabitlerini [subay] severim; hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] muarızlarım, [itiraz eden, karşı gelen] birtek adamı sevmek yolunda milyonlar efrada [bireyler] mânen ihanet, belki adavet [düşmanlık] ediyorlar.

Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma [itiraz eden, karşı gelen] derim:

O, beni taltif [güzellikle muamele etmek] etmek ve bütün vilâyât-ı şarkıyeye vâiz-i [nasihat veren] umumî yapmak için,

360

Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni, onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] azap çektim, dünyalarına karışmadım.

Birinci madde: Bir hadis-i şerifin, âhir zamanda an’anât-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’âliyle [fiiler, davranışlar] göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın üçüncü esasında izahı var.

İkinci madde: Birşeyin vücudu ve tâmiri ve hayatı, ona ait bütün erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve şeraitin vücuduyla olabilmesi ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, birtek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattir. Umumun dillerinde “Tahrip, tâmirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel [atasözü] olmuştur. Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar, o kumandanın hatâsından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise, ordunun kahramanlığından geldiğinden, o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak, cemaatin hayrını baştaki bir ferde; ve o ferdin şerrini cemaate vermek, dehşetli bir haksızlık olmasıdır.

Üçüncü madde: Cemaatin hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaate isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünkü, nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır; ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, birtek gazi olur; o binbaşının hatâsıyla zâlimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o birtek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mes’ul eder ve cezaya çarpar. Aynen öyle de, meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’ân bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle o kusurlar binler derece ve erkânları [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcup ve mes’ul eder. Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse, binler derece küçülür, erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve efrad [bireyler] adedince gazilik ve hayırlar birtek hükmüne geçer, söner; daha kusurlara karşı kefâretü’z-zünub olmaz.

361

İşte bu sebepler içindir ki, ben, onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.

 Emirdağında

Said Nursî

– 219 –

Yirmi senede kaç vilâyetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız, yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzat Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi.

Hem Afyon Valisinin büyük memuru, cebren kıyafetime emir vermesine mukabil, Emirdağının küçük bir adliye memuru ona mukabele [karşılama; karşılık verme] edip “Kanun haricinde hiçbirşey yapamayız” demiş, kanunperestliğini göstermiş.

Hem buranın kaymakamı evham etmeyip bana zulmetmediği için, o vicdanlı zatın tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] çalıştılar.

Hem camie, Cumaya gitmeye beni men eden merdumgirizlik hastalığıyla beraber, maddî birkaç hastalığa binaen, bir hafta rapor verip beni ifademi almaya sevk etmemek için doktorluk kanunuyla amel ettiğime binaen, tâ Afyon’dan iki doktor gönderip onun raporunu bozmak, onu da mahkemeye vermek derecesinde keyfî kanunlara mâruz olmuşuz.

– 220 –

Adliyenin şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve dahiliye vekiline [İçişleri Bakanı] bera-yı malûmat takdim edilen ve Emirdağ’ındaki istintakta [konuşturma] verdiğim ifadenin hâşiye [dipnot] ve lâhikasıdır.

Bu yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayıp, dinlemeyip, dünkü gün, bana hizmet eden bir adam, gazetenin bir parçasını bana okudu. İçinde, Ankara Maarif [bilgiler] dairesi iki milyon zararla, hem yine Ankara’da otomobil garajı binası, aynı vakitte İzmir’de ehemmiyetli fabrika, hem aynı vakitte Ada’da büyük bir binanın tamamen yandığını işittiğim vakit, pek çok teessür [üzülme, etkilenme] ve yazıklarla bu fakir

362

millete acımakla, aynı zamanda bütün ömrümde çekmediğim bir sıkıntı içinde, hiçbir mahkemede benim gibi ihtiyar ve hasta halimde dört buçuk saat mütemadiyen ifademi sual-cevaba mecbur olduğum bir zamanda, eğer bura adliyesinin insaniyeti ve bir derece şefkati olmasaydı kat’iyen [kesinlikle] dayanamadığım gibi, kat’î karar vermiştim ki, sert bir sözle, bu soğukta, bu hastalığımda hapse girmeyi gözüme almıştım. Hattâ bana hizmet edenin birini odamda yatırmak, birine bir tokat vurup benim hizmetim için hapse, yanıma gelmek için karar vermiştik. Fakat bura adliyesinin insaniyeti ve inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bana sabır verdi, tahammül ettim.

Bu acip vaziyetim ve asılsız evhamın sebebini merak ettim. Gençlik Rehberi’nin resmen tab [basma] edilmesi ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] pek çok mektepleri tenvir [aydınlatma] etmiş, hattâ Ankara Darülfünunundaki [üniversite] ve İstanbul Darülfünunundaki [üniversite] kıymettar gençlerin Risale-i Nur’un esasatını, [esaslar] bu vatan milletinin saadetine bir vesile olduğunu bilmeleri ve pek çok muallimler, hamiyet-i milliye ve vataniye ve haysiyet-i ilmiye [ilmin haysiyeti, şerefi] cihetiyle Risale-i Nur’a kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] alâkadar olmaları, Maarif [bilgiler] dairesinin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etmiş; Nurlara karşı bir derece beğenmemek tarzında bir ilişmek istemişler.

Hattâ burada, “Gençleri elde ediyor, matbu Gençlik Rahberi ile mektep talebelerinin nazarlarını dine çeviriyor” diye ihbar edilmiş. Bunun üzerine hem bana, hem ekser Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bazı vilâyetlerde ilişilmiş. Halbuki ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad [yardım dileme] etmek lâzımken, bütün kuvvetimle Maarif [bilgiler] dairesine ve mekteplilere itimad edip onlara dayanmak istiyordum. Çünkü Nur dairesine girenlerin çoğu mekteplilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde, mektepliler kemâl-i takdirle Nurlara sahip çıktığından, kalbimden derdim: İnşaallah Maarif [bilgiler] dairesi Nur şakirtlerini [öğrenci] himaye edecek. Ve yardımları beklerken birden bize bu yeni taarruzun sebebi matbu Gençlik Rehberi’nin âhirinde “Nur şakirtleri, [öğrenci] hükûmetin müsaadesine binaen, mümkün olduğu kadar Nur dershaneleri açılmak münasiptir” diye bizim gizli düşmanlarımız Maarif [bilgiler] dairesini aleyhimize çevirmeye çalışması bir vesile oldu.

Şimdiye kadar o düşmanlarımız, desiselerle [hile, aldatma] kaç defa adliye cihetiyle bizi perişan etmek istediler, muvaffak olamadılar, birşey de çıkaramadılar. Sonra

363

mutaassıp ve enaniyetli ve resmî makamlardaki hocaları aleyhimize sevk etmeye çalıştılar, onda da birşeye muvaffak olamadılar. Şimdi en ziyade bana yardıma güvendiğimiz Maarif [bilgiler] idaresini aleyhimize istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmekle, bu hükûmetin bazı memurlarını üç mahkemede kat’î beraat kazandığımız cemiyetçilik ve tarikatçılık bahanesiyle geniş bir dairede biçare mâsum Nur şakirtlerine [öğrenci] ve beni Risale-i Nur’un mütalâasından mahrum etmeye çalıştıkları bir zamanda ve benim acınacak dört buçuk saat istintakımın [konuşturma] aynı vaktinde Maarif [bilgiler] dairesinin sebepsiz yanması ve söndürülmesine hiçbir imkân bulunmaması ve tamamen yanması tesadüfe benzemiyor, bir eser-i hiddet [hiddet belirtisi, öfkeli hâl] görünüyor.

O ifademin âhirinde ve aynı zamanda demiştim ki: “Beni bu gurbette, yalnızlıkta kitaplarımın mütalâasından mahrum etmeyiniz. Yoksa hem bana, hem bu vatana yazık olur.Haşiye [dipnot] Belki zemin, yine zelzeleyle hiddet eder” dediğimden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele ve o fıkra[bölüm] mahkemede tekrar ettiğim aynı zamanda—ya gece veya gündüzde—zemin ateşle Maarif [bilgiler] dairesine saldırması ve mahkemece dört defa ispat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] taarruzun aynı zamanında gelmesi-elbette bunda tesadüf olamaz. Demek bu vatanın ve milletin ve âsâyişin büyük bir temel taşı olan Risale-i Nur’un hakikatleridir ki, böyle vukuatlı tokatlarla, bu milletin nazar-ı dikkatini Kur’ân’ın hakikî ve hakikatli ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur’a çeviriyor; milleti ona teşvik edip muârızlarına [karşı çıkan, muhalif] şefkat tokadı vuruyor.

Şimdi nasıl sadaka belâyı def ediyor; öyle de, Risale-i Nur, bu memlekette belânın def’ine vesile olduğu çok hadiselerle tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Bu defa da Risale-i Nur’a hücum edildiğinin aynı zamanda bu yangın belâsının gelmesi, Risale-i Nur belânın def’ine vesile olduğunu ispat ediyor.

• • •

364

– 221 –

Aziz sıddık kardeşlerim,

Nasıl ki Eğirdir’de Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] müsadere eden ve mahkemeye veren adam kendisi iki sene hapis cezasıyla tokat yedi. Ve Hüsrev’e hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbur olmasıyla ve refikasının [arkadaş, yoldaş, yardımcı] oradan mufarakatıyla [ayrılık] bir nevi tokat yemesi gibi, aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz pusulada yazılan tokatlar kat’î gösteriyorlar ki, biz bir himayet ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız; bize ilişenler, âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi, dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.

Hem bu defa, bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığını gösterdiği gibi, hücumları durmasıyla ve Nurcuların ferahlanmasıyla bu zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] günleri nevruz [ilkbaharın başlangıcı] günleri gibi gülmeye başladı. O tebessüm, devamla mânevî bir müjde ve teselli veriyor kanaatindeyiz.

Bu defa pusulada yazıldığı gibi, hiçbir şeytanın da kimseyi kandıramadığı acip ve maskaraca bir iftira etmekle teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımızda kırmaya çalışan resmî polisler, aynı zamanda tokatlarını yemesiyle gösteriyor ki, bize hücum edenler, iftiradan başka hiç çare bulamıyorlar, başka çareleri kalmamış. Hem biz de çok dikkat ve ihtiyat [dikkat, tedbir] etmeye, böyle şâyialara ehemmiyet vermemeye mecbur oluyoruz.

• • •

365

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDAN

(Yirmi Yedinci Mektuptan)

Emirdağ

Lâhikası

II

(EMİRDAĞ’DA VE ISPARTA’DA ÜSTADIN SON İKAMETLERİNDE YAZILAN MEKTUPLARDIR)

MÜELLİFİ:

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

366

 “Emirdağ Lâhikası-I” ile bu “Emirdağ Lâhikası-II” arasında Nur Müellifi Üstadımız Hazretleri bazı talebeleriyle Afyon hapsine sevkle, orada muhakeme edilmiş ve Afyon hapsinde kaldığı yirmi ay zarfında yazdıkları mektup ve müdafaaları Şuâlar’da ve kısmen Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] neşredilmiştir.