ŞUÂLAR – Ed-Dâi, Fihrist (923-960)

923

 Ed-Dâî

1Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Said’den yetmiş dokuz emvat [ölüler] 2 bâ-âsâm [günahlarla birlikte] âlâma. [elemler, acılar]

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor 3 hüsrân-ı İslâma. [İslâmın maruz kaldığı tehlikeler]

Mezar taşımla pür-emvat [ölülerle dolu] enîndar [iniltili, inleyen] o mezarımla

Revânım [yolculuk, gidiş] saha-i ukbâ-yı ferdâma. [yakın gelecekteki âhiret sahası]

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya [Asya kıtası]

Bâhem [bir arada, birlikte] olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma. [İslâmın temiz ve pâk eli]

Zira yemin-i yümn-ü imandır, [imanın bereketli eli]

Verir emn ü eman [eminlik, korkusuzluk] ile enâma. [halk, insanlar]

ba

924

Fihrist

İKİNCİ ŞUÂ:….. 23

Bu şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] esmâ-i Rabbi’l-Âlemin’den اَللهُ اَحَدٌ 1 ism-i celilenin inkişafıyla [açığa çıkma] Otuzuncu Lem’a [parıltı] olan ve “Sekine” tabir edilen فَرْدُ * حَىُّ * قَيُّومُ * حَكَمُ * عَدْلُ * قُدُّوسُ esmâ-i azimesinin yedinci nüktesi [derin anlamlı söz] olarak gayet mühim akâid ve delâil-i İslâmiyeyi ve esrar-ı imaniyeyi [imanın sırları] hâvi [içeren, içine alan] bir risale olup, üç makam, üç meyve, üç muktazî, [gerekçe] üç hüccet, [delil] bir hâtime [son] olarak tanzim ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM: Birinci Meyve:…. 26

Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin Cemâl-i İlâhisi ve Kemâl-i Rabbânisi ancak Tevhid ve Vahdette [Allah’ın birliği] tezahür ettiğini makûl ve mütesânid bir şekilde iddia ve ispat ile akl-ı kâmil ve kalb-i selim sahiplerini hayran edecek bir i’câz [mu’cize oluş] ve îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] ile mahlûka Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] ra’ye’l-ayn derecesinde tanıttıracak bir makamda bir ders-i hikmettir. [hikmet dersi]

İkinci Meyve:…. 26

Bu meyve dahi kâinatın zât ve mahiyetinden bahisle مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ 2 sırrıyla kâinatın icmal [kısaca, özet olarak] edilmiş bir nümune-i acibesi olan nev-i insan [insan türü, insanlık] “kendisini bilmekle Rabbi’sini bilir” ferman-ı nebevîsi, tam şu zamanda dertlere derman olacak bir tertipte tastîr [yazı yazma, satırlar meydana getirme] edilmiştir. Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] sebeb-i hilkatiyle [yaratılış sebebi] hem sâir zîruhların [ruh sahibi] fevkinde [üstünde] akıl, vicdan, kalb ve ruh gibi mühim techizatla küre-i arza [yer küre, dünya] sultan olduğu halde, bazı insan suretini takınan akrepler Zât-ı Bârî hakkındaki küfr-ü mutlaklarıyla [her açıdan inkârcılığa düşmek] o kadar çıfıtlık gösteriyorlar ki, âdeta bütün kâinatı ve bilhassa kendi vücudlarını inkâr ediyorlar. Bu gibi mehlek ve sekametli [hastalık] bir uçurumdan gidenlere gayet müstakîm [doğru, istikametli] bir yol ve son derece şavk[ışık, parıltı] bir cadde ve bakî bir hayata ve saadete mazhar [erişme, nail olma] olmak isteyen ashab-ı şuur, [şuurlu kimseler] şu meyveden müstefîd olmakla ebedî bir hayat kazanabilir.

Üçüncü Meyve:…. 37

Mahlûkattan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olan insana bakar. Der ki: “Ey Âdemoğlu! Sen mahlûkatın en nazenin [ince, duyarlı] ve pek mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ve mükemmelisin. Çok mesud ve mümtaz [seçkin] ol

925

mak, tâ ebede kadar elini yetiştirmek ve temin-i istikbal-i ebedî etmek ve Hâlık-ı Âlem‘in [âlemin yaratıcısı Allah] muhatabı, hem dostu olmak istersen, Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olan Cenâb-ı Rabbi’l-Âlemin Hazretlerine tevhid ile tam i’tisam eyle. Ve illâ zîhayat [canlı] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] içindeki imtiyazın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve saltanatın bâd-ı hevâ [boşu boşuna, faydasız] olup, mahlûkatın pek bedbahtı ve mevcudâtın [varlıklar] çok sefili ve hayvanâtın en biçaresi ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] en hüzünlü ve gamlı ve elemlisi ve azaplısı olacağını, delâil-i akliye [aklî deliller] ve nakliye ve kat’iye ile tefhim [anlatma] ediyor.

İKİNCİ MAKAM:…. 41

Üç muktazîdir. [gerekçe]

Birinci muktazî: [gerekçe] Tevhid ve vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] aklına sığdıramayıp, kabul edemeyen, bilakis şirk içine hâh nâ-hâh girenleredir.

Her fiil bir fail ister. Hâkim-i münferidliğin şe’n [belirleyici özellik] ve muktazîsi, [gerekçe] istiklâl ve başkasının müdahalesini reddetmektir. Bir tek işte müstebidâne [diktatörce] iki âmir hâkim bulunamaz, bulunsa ihtilâl başlar. İntizam bozulur, herc ü merc [karışıklık, dağınıklık] olur.

Temsilleriyle nur-u vahdeti akıl ve kalbin merkezinde ay gibi parlatır, güneş gibi şuâlandırır bir kimyâ-yı saâdettir.

İkinci muktazî: [gerekçe] Vahdaniyeti [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] kabulde akıl ve ruha son derece bir sühûlet ve şirkte müşkil [zor] bir suûbet [zorluk] bulunmasıdır. Çünkü göz önünde olan hayvanât ve nebâtâtın [bitkiler] ihyâ [diriltme, hayat verme] ve imâtesi [öldürme] kendi kendine hem dâvâ, hem delildir. Bunlarda hiçbir kimsenin tesiri olamadığını ve bu ef’âlin [fiiler, davranışlar] sırf bir emr-i Rabbâni ile olduğunu takdir ve tasdik edemeyen şeklen insan olanlar kendi vücutlarını divanece nefy [gönderilme, sürgün] ve inkâr etmişlerdir. Bütün mevcudâtı [varlıklar] adem-i zâhirinden vücud-u hariciyeye çıkaran Zât-ı Bârî’ye intisab [bağlanma, mensup olma] ve istinad, bir neferin [asker] bir kumandan-ı âzama [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] intisab [bağlanma, mensup olma] ve istinadıyla arkasındaki küllî kuvvetlere dayanarak tek başıyla bir müşiri esir ve bir şehri tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ve bir kal’a[kale] teshir [boyun eğdirme] ederek harikulâde bir eseri gösterdiği gibi; Kadir-i Mutlak‘ın [herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] meşîet [dileme, irade, istek] ve iradesiyle bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir Cebbar‘ı [zorba] mağlûp etmesi, akıl ve ruhu kendine yâr olanlar için sarsılmaz bir burhan, [delil] feshedilemez bir ferman olduğunu vâzıhan [açık] irâe eder.

Tevhid’in üçüncü muktazîsi: [gerekçe] Herşeyin hilkatinde, [yaratılış] hususiyle zîhayat [canlı] masnûların evsaf [vasıflar, nitelikler] ve eşkalindeki alâmet-i harikulâde o kadar aciptir ki, küçük bir çekirdek bir meyvenin, bir meyve bir ağacın, bir ağaç bir nev’in, bir nev’ de dolayısıyla kâinatın küçük bir nümunesi bir misal-i asğarı, bir mücmel [kısa, kısaca] ve muhtasar [kısa] fihristesi olduğunu ve bunlardan herbirinin lisan-ı hal [beden dili] ile “Beni kim yarattı, yoktan var etti ise, bütün enva’ ve ecnasımı [cinsler, türler] da o Hâlık [her şeyi yaratan Allah] halketmiştir” dâvâsını, derece-i sübuta îsal [ulaştırma] ettiğini kanaat-ı tâmme bahşeder bir halde beyan eder.

ÜÇÜNCÜ MAKAM:…. 53

Vahdet-i Bârî’nin tahakkukuna [gerçekleşme] dâl olan hadsiz hüccet [delil] ve alâmetlerden üç hücceti [delil] beyan eder.

926

Birinci Hüccet [delil] ve Alâmet: وَحْدَهُ 1 kelimesinin tecelli-i tâmmı ile herşeydeki birlik, bu dâvâ-yı vahdeti takviye ve te’yid eder. Meselâ küre-i arzın [yer küre, dünya] senevî [yıllık] hareket-i devriyesi bidâyet-i hilkat-i arzdan tâ kıyamete kadar bir siyakta yürümesi keza, kamerin [ay] ve şemsin devr ve cereyanları, insan ve sair hayvanatın teşekkülât-ı bedeniye ve cismiyelerindeki cihazatça yeknesaklığı, [değişmeyen, tekdüze, monoton] kezâlik, [böylece, bunun gibi] envâ [tür] ve esnaf-ı nebatatın şeklen ve halen bir olması gibi binler birlikle, onların, Fâtır-ı Akdes ve Kâdir-i Zülkemâl’inin bir olması hususiyetine delâlet ettiğini hayret-efzâ bir üslûp ile tasvir ve tefhim [anlatma] eder.

İkinci alâmet ve hüccet: [delil] لاَ شَرِيكَ لَهُ 2 kelimesinin müfâd ve netâicidir. [neticeler] Evet, herşeydeki intizam-ı tâm ve hakikî bir mizan [ölçü] ve mükemmel bir ittihad [birleşme] لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesini tasdik ve te’kid [kuvvetlendirme] etmektedir. Zira şirket bütün ef’al [fiiller, davranışlar] ve ahvalde [durumlar] dahi vahdete [Allah’ın birliği] mübayin [farklı, aykırı] ve münafidir. [aykırı] Şirket, vahdetin [Allah’ın birliği] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği birlik sikkesini [mühür] nakzeder. [bozma, yok sayma] Halbuki herşeyde güneş gibi zâhir olan birlik ve hiçbir suretle kabil-i inkâr [inkar edilmesi mümkün] olamayan ihsanat-ı Rabbaniye لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesine bakan münasebet-i hakikiyeyi mutabakat-ı tâmme ile Vahdet-i Bârî’yi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve tavsif [bir sıfatla niteleme] etmekte olup, bu bâbda [kapı] varid [söylenen, gelen] olan iki sualden;

Birincisi: Zîhayatta [canlı] bulunan musibetlerin, hastalıkların, beliyyelerin [belâ] ve ölümlerin hüsün [güzellik] ve cemâl neresindedir? İtirazına karşı herşeyin kıymeti, ehemmiyeti ve hassası ancak zıtlarıyla tezahür ve tebarüz ettiğini, ezcümle, ziyânın kıymeti, ehemmiyeti ve hâssası [özel; bir ferde delâlet eden söz] karanlıkla; ateşin lüzum ve ehemmiyeti soğukla; iyilerin ve hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] sahiplerinin yüksek dereceleri, fenaların ve ahlâksızların vücudlarıyla zâhir olarak iktisab-ı kıymet ve ehemmiyet ettikleri gibi, sureten [görünüş itibarıyla] çirkin ve bed [kötü, çirkin] görülen mesâib [musibetler, belâlar] ve beliyyât [belalar] ve vefiyât; selametin, saadet ve hayatın aynaları olup, mânen hüsün [güzellik] ve cemâl ifade ettiğini…

İkinci sual: Birinci sualin cevabı umumî surette şayan-ı kabul ola… Madem ki, Cemil-i [güzel] Mutlak ve Rahim-i Mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Ale’l-Itlak, [her cihetle hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât, Allah] nasıl olur ki ferdleri ve şahısları musibete, şerre ve çirkinliğe müptelâ [bağımlı] eder? sualine karşı Esmâ-i Hüsnâ‘nın [Allah’ın en güzel isimleri] hadsiz ve kayıtsız cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî kavânîn [kanunlar] ve âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] düsturlarının [kâide, kural] umumî kanunlarının şâzlarıyla, [kural dışı] hem şerli cüz’î [ferdî, küçük] neticeleriyle ibtilâ etmese de, o cüz’î [ferdî, küçük] şerler ve ibtilâlar o kanunların cereyanlarının cüz’î [ferdî, küçük] muktezâları [gereklilik] olduğu cihetle, elbette küllî maslahatlara [amaç, yarar] medar [kaynak, dayanak] olan o kanunları muhafaza ve icabına riâyet etmek, o kanunların muktezaları [bir şeyin gereği] olmakla beraber, o cüz’î [ferdî, küçük] elîm neticelere karşı dahi Hâlık-ı Zülcemâl Hazretleri imdâdât-ı hâssa-i Rahmâniyesiyle [yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah’ın özel yardımları] ve ihsânat-ı hususiye-i Rabbâniye

927

siyle, mesâibe [musibetler, belâlar] giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olanlarını istiğaselerine [yardım dileme] yetiştiğini ve Fâil-i Muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olduğunu gösterdiğini, etraflı delâil-i mesrûde ve hüccet-i kâtıa ile ispat edip, cüz’î [ferdî, küçük] insaf ve imanı olan insanları dahi teslimiyete mecbur eder.

Üçüncü alâmet ve hüccet: [delil] Lâ-yetenâhî bir sikke-i tevhid, [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ 1 kelimeleriyledir. (Evet, bu kelimeler) cüz’i olsun, küllî olsun, zerrâttan [atomlar] seyyarâta kadar herşeyde öyle sarih [açık] bir sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] ve vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] var ki, dünya ve mâ-fîhâ kadar herşeyde âşikâre bir surette Mâlikü’l-Mülk‘ü [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] irâe ve tasarrufâtını [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] ilan eder.

Zira, o tâifelerin erzak ve elbisesi, talimat ve terhisâtı cihetinde mer’î ve meşhud [görünen] olan kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hüsn-ü idare hâs [tek bir mânâ için konulan her lâfız [ifade, kelime] ve tek başına belirli ferdler için kullanılan her isim] bir sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] olduğu gibi, insan ve sâir hayvanâtın yüzüne, sâir ebnâ-yı cinsleriyle [aynı cins ve türden gelenler] beraber alâmet-i fârika olmak üzere konulan sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] ve hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] çok parlak bir mühr-ü vahdet [birlik mührü] olduğunu serd ve beyandan sonra der:

“Ey insan-ı gafil! [sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan] Düşün, ona evvel dikkat et. Makamların, meyvelerin, muktazilerin, [gerekçe] hüccet [delil] ve alâmetlerini nazar-ı dikkate al. Bu âlemde tasarruf eden ve hallâkıyetini [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] ve Rahmâniyetini ve hakimiyetini her nev’î mahlûkatına in’âm [nimet verme] ve ihsanatı [bağış] ile tanıttırıp, kendini sevdiren bir Hâlık-ı Kerîm [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] ve Kâdir-i Hakîm azamet ve kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri vukûa getirmeyerek, bir dâr-ı beka [sonsuzluk âlemi, âhiret] ve saadeti açmayıp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini ve kemâlât-ı Rububiyetini [rablığın, ilâhî terbiyenin mükemmellik ve kusursuzluğu] inkâr ettirsin. Hâşâ, yüzbinler defa hâşâ! “Kelâm-ı takdis ve tenzihi [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ile zaman-ı hâzırın, [şimdiki zaman] hususiyle akide-i mü’minînin akaid-i imâniyelerindeki pek vahîm ve elîm tahribâtı bir kat daha tamir ve tahkim ve takviye ve tersîn eder.

Hem haşirde ruhun cesedine iâdesine ve her ferdin bir anda içtimâına dâir üç mühim temsili irad [sunma, söyleme] ile ra’ye’l-ayn derecesinde ispat ve daha bunlara mümâsil bir çok ihyâ [diriltme, hayat verme] misallerini ihtivâ eder.

Bu bâbda [kapı] diyebilirim ki: Sirâcü’n-Nûr’un herbiri mahbubiyette tufûliyetini, [çocukluk, küçüklük] faâliyet ve cevvâliyette şebâbiyetini, [gençlik, tazelik] kuvve-i tesiriye icrâ ve infaz cihetinde şeyhûhiyetini mânâ-yı tâmmıyla ifa eder nazirsiz [benzersiz] bir güldür, Furkân’ın bağından gelmiş bir bülbüldür.

M. Sabri

(Rahmetullâhi Aleyh)

ÜÇÜNCÜ ŞUÂ:…. 69

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve hattâ aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde iktisab-ı marifet ederek, ubûdiyetin [Allah’a kulluk] kemâ hiye hakkuhâ iktizâ ettiği acz ve fakr-ı tâmmı izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek Dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica ve huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] takarrüb gibi mezâyâ-yı insaniyeyi bihakkın [gerçek anlamıyla] tâlim ve dünya ve mâ-fihâya malik ve kenz-i mahfi mutasarrıfı [dilediği gibi idare eden] olan Ekmel-i Enbiyâ (Aleyhi ekmelü’t-tahiyyât) Efendimizin münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua]

928

dan ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve senâ ve duâya münhasır 700 adet âyetten me’hûz nazîrsiz [benzer] şu Münâcât‘ın [Allah’a yalvarış, dua] menba-i mânevîsi;

Evvelâ: Başta hilkat-i âlem [âlemin yaratılışı] hakkında âyât-ı adideden ve âyet-i celileden… [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet]

Saniyen: [ikinci olarak] Cevşenü’l-Kebir‘in [büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir dua] binbir esmâsından hilkat-i mevcudat [varlıkların yaratılması] ile münasebettar [alâkalı, ilgili] birkaç ukdelerinden… [düğüm]

Salisen: [üçüncü olarak] “İlim şehrinin kapısı” ta’bir-i senâiyye-i Nebeviyye’sine bihakkın [gerçek anlamıyla] mazhar [erişme, nail olma] İmam-ı Ali’nin Kerremallahü Vechehu (r.a.) ecram-ı semâviye ve mevcudat-ı arzıye ile Vücub-u Vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] Vâhid-i Ehadi [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih [kendisine uyulan, imam] ittihaz [edinme, kabullenme] ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta’mîk ve tevsî [genişletme] eder ki, bu hakaika [doğru gerçekler] ait takdirat ancak müellifinin [telif eden, kitap yazan] lisan ve kalemine menût ve mütevakkıf [bağlı] olup, yalnız mükerreren [defalarca] sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan emre mutâvaat niyet ve kasdıyla şurû edilen şu Fihriste’de deriz:

Birinci Fıkra‘da; [bölüm] semâvâttaki devran ve bu kesret [çokluk] içindeki acîp sükûnetle kemâl-i fâaliyet, Mâbud-u Bi’l-Hak olan Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Vâhid-i Ehad‘e [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] delâlet ettiğini…

İkinci Fıkra‘da; [bölüm] fezanın, [uzay] bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla fâaliyet ve icraât-ı hayret-efzâsı, yine mezkûr-u [adı geçen] biküll-i lisân olan Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Vâhid-i Ehad‘e [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] dâl bulunduğunu…

Üçüncü Fıkra‘da; [bölüm] unsurlar, sâir müştemilatiyle ve küre-i arz [yer küre, dünya] umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla…

Dördüncü Fıkra‘da; [bölüm] edille-i [deliller, ispat vasıtaları] sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar mâruf-u [bilinen] bikülli ihsan [bağış] olan Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Vahid-i Ehad’e delâlet ettiğini…

Beşinci Fıkra‘da; [bölüm] geçen şehâdet gibi dağlar, zelzele tesirâtından zeminin muhafaza ve sükunetine ve içindeki inkılâbât [büyük değişimler] fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına; [kurtulma] hem havanın muzır [zararlı] gazlarından tasaffisine [saflaşma, arınma] ve suların iddiharına [biriktirme, depolama] ve zîhayatlara [canlı] lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettiğini…

Altıncı Fıkra‘da; [bölüm] geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatâtın, [bitki] yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarâne hareket-i zikriyeleri [zikir hareketi] ve kemâl-i sühûletle giydirilen cihazât ve zînetleri, bil-bedâhe Vücub-u Vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Vahdet-i Bâri’ye delâlet ettiğini…

Yedinci Fıkra‘da; [bölüm] kezâ zîruhun [ruh sahibi] ve hususan nev-i beşerin cisimlerinde mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâ ve cevarih [organlar] ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemâl-i fâaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ispat ettiğini…

Sekizinci Fıkra‘da; [bölüm] kâinatın hülasası olan insan ve insanın zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiyânın hülasaları olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedât [gözlemler] ve keşfiyât [keşifler] ve ilhamât [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve istihracâtıyla [çıkarma] yüzler icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde ve kat’iyetinde Vücub[Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] Vücud ve Vahdet-i İlâhiyeye [Allah’ın birliği] şehadet ettiklerini kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile beyan ve tehaccür etmiş kalbleri ıslâh, hem Cenâb-ı Kibriyâ’ya münacât olan şu yektâ [eşsiz] ravza-i hakikat hatime-i tazarru’ ve niyazını şöyle bağlar ki:

929

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ve Yâ Rabbe’s-Semâvati [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] ve’l-Aradîn! Yâ Hâlıkî [her şeyi yaratan Allah] ve Yâ Hâlık-ı Küll-i Şey! [herşeyin yaratıcısı olan Allah] Gökleri yıldızlarla, zemini müştemilâtıyla, [içindekiler] umum mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla halk ve inşâ ve ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve teshir [boyun eğdirme] eden kudretinin, iradetinin, hikmetinin, hâkimiyetinin, rahmetinin hakkı için nefsimi bana teshir [boyun eğdirme] eyle, âmin. Matlûbumu [talep edilen, istenilen, arzulanılan] musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl, âmin. Kur’ân’a, imana hizmet için insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl, âmin. Hem bana, hem ihvanıma [kardeş] iman-ı kâmil [mükemmel iman] ver, âmin. Ve hüsn-ü hâtime [güzel son] nasip et, âmin. Ve Hazret-i Musâ’ya (a.s.) denizi, ve Hazret-i İbrahim’e (a.s.) ateşi ve Hazret-i Dâvud’a (a.s.) dağ ve demiri ve Hazret-i Süleyman’a (a.s.) cin ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri [ay] teshir [boyun eğdirme] ettiğin gibi, Risale-i Nur’a âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] kalbleri ve akılları müsahhar kıl, âmin. Beni ve Risale-i Nur talebelerini nefs ve şeytan şerlerinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle, âmin. Ve Cennetü’l-Firdevs‘te [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] mes’ud kıl, âmin” kelimât-ı niyâziyeleriyle ihtitâm eden şu Münâcât, [Allah’a yalvarış, dua] ehl-i imanın [Allah’a inanan] lâzıme-i gayr-ı mufarıkı olmaya çok lâyık olduğu âşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.

M. Sabri

(Rahmetullâhi Aleyh)

DÖRDÜNCÜ ŞUÂ:…. 94

Dördüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan âyet-i nûriye-i hasbiyenin başının hulâsasıdır. [özet] Diyor ki:

Bir zaman ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle Risale-i Nur’un teselli verici ve medet edici nurlarına bakmayarak doğrudan doğruya kalbime baktım. Ve ruhumu aradım, gördüm ki: Gayet kuvvetli bir aşk-ı beka [sonsuzluk aşkı, arzusu] ve şedit [çok şiddetli] bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat [hayatı aşk derecesinde istemek] ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fenâ o bekayı söndürüyor. O haletimde [hal, durum] yanık bir şâirin dediği gibi dedim:

Dil bekası, hak fenası istedi mülk-ü tenim [insan vücudu]

Bir devasız derde düştüm âh ki, Lokman bî-haber

Me’yusâne [ümitsiz] başımı eğdim. Birden حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyeti imdadıma geldi, “beni dikkatle oku” dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça yalnız ilme’l-yakîn ile değil, ayne’l-yakîn ile çok kıymettâr envârından [nurlar] dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişâf [açığa çıkma] etti.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 95

Bendeki aşk-ı beka [sonsuzluk aşkı, arzusu] bendeki bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub [sevimli/sevgili] olan kemal-i mutlak sahibi Zât-ı Zülkemalve Zât-ı Zülcemâl’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] varlığına ve kemâline ve bekasına müteveccih [yönelen] olan muhabbet-i fıtriye [yaratılıştan var olan muhabbet, sevgi] gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, aynanın bekasına aşık olmuştu.

930

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyeti geldi, perdeyi kaldırdı, gördüm ve hissettim ve hakka’l-yakîn zevkettim ki, bekanın lezzet ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin [sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah] bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna tasdik ve imanımda ve iz’ânımda [kesin şekilde inanma] vardır. Bunun edillesi [deliller, ispat vasıtaları] zevi’l-ehassı hayrette bırakacak gayet derin ve dakik [derin ve ince] on iki hem.. hem..lerle Risale-i Hasbiye’de beyan edilmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 99

Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] desiseleriyle, [hile, aldatma] casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda [ân, zaman] kalben dedim: “Elleri bağlı zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad [dayanak noktası] yok mu?” diye, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana bu âyet bildirdi ki; intisab-ı imanî [iman ile Allah’a bağlanma] vesikasıyla [belge] Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan öyle bir Sultana intisab edersin ki, zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] nebatat [bitkiler] ve hayvânat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları [esas, öz] gibi, belki o medeni hülâsalardan [esas, öz] yüz derece daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülasalara koyup ve o hülasaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına [genişleme, yayılma] dair kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] tarifeler içinde sarıp muhafaza için küçük sandukçalara [küçük sandık] koyup tevzî eder. O sandukçaların [küçük sandık] icadı “Kün” emrinde bulunan kâf, nûn fabrikasında o kadar çabuk ve kolaylıkla ve çoklukla olur ki, Kur’ân der: “Hâlık [her şeyi yaratan Allah] emreder, meydana gelir.”

Madem sen intisab-ı imâni tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulduğundan, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî [imandan kaynaklanan güç] hisettim. Ve bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 101

Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlûmiyetlerin tazyikıyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedi bir dünyada ve bâki bir memlekette, dâimi bir saadete namzed [aday] olduğumu iman telkin ettiği hengâmda [ân, zaman] tehassür akıtan “Of! Of”dan vazgeçip beşâşet izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden “Oh! Oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayâlin ve hedef-i ruhun [ruhun hedefi] ve netice-i fıtratın [yaratılış neticesi] tahakkuku [gerçekleşme] ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün hareketlerini ve sekenatlarını [durgunluklar, hareketsiz olmalar] ve ahvâl [haller] ve âmâllerini kavlen [söz] ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak [güçsüzlüğü sınırsız olan] nev-i insanı [insan türü, insanlık] kendine dost ve muhatap edip bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada yani böyle bir kudretin faaliyetini ve zâhiren bu

931

ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında, imanın inkişâfını [açığa çıkma] ve kalbin itmi’nanını [huzur bulma] veren bir izah istedim. Yine bu âyete müracaat ettim; dedi ki:

” حَسْبُنَا 1daki 2 نَا ya dikkat et, bak. Senin ile beraber lisan-ı hâl [hal dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile حَسْبُنَا ‘yı kimler sölüyorlar, dinle!” emretti. Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşcuklar olan sinekler ve hesapsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar [bitki] ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hâl [hal dili] ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 3 ‘in mânâsını yâdediyorlar ve bütün şerait-i hayatiyelerini [hayat şartları] tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli [benzer] gibi katrelerden [damla] ve birbirinin aynı gibi habbelerden ve birbirine müşâbih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın [bitki] yüz bin nev’ini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, [karıştırmadan] süslü ve mizan[ölçü] ve intizamlı, birbirinden ayrı, fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar; bir kudretin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rubûbiyete ve bir tasarruf-u hallâkıyete [Allah’ın varlıkları istediği şekilde yaratma faaliyeti] müdâhale ve iştirâk mümkün olmadığını bildirir diye anladım.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 105

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetli alâkadar ve meftun [aşık] olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücutları ademe gidiyor diye düşünmesi bana elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum her mü’minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun aynası ve nihayetsiz bir inbisat [genişleme, yayılma] ile hadsiz vücutları kazanmaya bir vesile ve kendinden daha kıymettar bâki, müteaddit [bir çok] vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet [hikmet ifade eden kelime] bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim. Çünkü, şuur-u iman [iman şuuru, bilinci] ile bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfârakat ve firakların [ayrılık] elemlerinden kurtulup mevcudata, [var edilenler, varlıklar] hususan zihayatlara [canlı] taalluk eden ef’âl [fiiler, davranışlar] ve esma-i [Allah’ın isimleri] İlâhiye adedince uhuvvet [kardeşlik] rabıtalarıyla [bağ] münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata [var edilenler, varlıklar] muvakkat [geçici] bir firak [ayrılık] içinde dâimi bir visâl [kavuşma] var olduğunu bildim.

İşte iman ile ve imandaki intisab [bağlanma, mensup olma] ile, her mü’min gibi bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız [ayrılık] envarını [nurlar] kazanır. Kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.

932

Hulâsa; [özet] ölüm firak [ayrılık] değil, visaldir, [kavuşma] tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği] Bâki bir meyveyi sümbül vermektir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 107

Yine bir vakit hayatım çok ağır şerâit [şartlar] ile sarsıldı. Ve nazar-ı dikkatimi [dikkat içeren bakış] ömre ve hayata çevirdi; gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor; âhirete yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat [baskılar] altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki “Hayy” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faydaları, böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimane [acı çeken] düşünürken yine üstadım olan حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm‘a [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] ait bindir. Şu halde, marziye-i İlahî dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan edilmiştir. Ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler hayatın mahiyetini ve hakikatını ve hakikî hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler.

Bu hakikatın hülasası şudur ki: Hayat Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem bekà bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet [daimîlik, süreklilik] cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakılmaz.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:…. [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] 111

Müfârakat-ı umumiye hengâmı [ân, zaman] olan harab-ı dünyadan [dünyanın sona ermesi, kıyamet] haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfârakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde [olağanüstü duyarlılık] ile fıtratımdaki cemâl-perestlik ve güzellik sevdası ve kemâlata [mükemmellikler, kusur-suzluklar] meftuniyet [düşkünlük] hisleri inkişaf [açığa çıkma] ettikleri bir zamanda daimî tahribatçı olan zeval [geçip gitme] ve fena ve mütemadî [sürekli bir şekilde] tefrik edici olan mevt [ölüm] ve adem, [hiçlik, yokluk] dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalade bir şuur ve teessürle [üzülme, etkilenme] gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecâzi bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli [teselli kaynağı] bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle mânâma bak!” Ben de, Sûre-i Nur’daki 2 اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ilâ âhir[sonuna kadar] âyetinin rasathanesine [büyük dürbün] girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] hurdebini ile en ince esrarına baktım, gördüm: Nasıl ki, aynalar, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvan-ı seb’a [yedi renk] denilen yedi renginin [rengârenk, süslü, parlak] mütenevvi [çeşit çeşit] güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüt [yenileme] ve teharrükleriyle [hareketlenme] ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlariyle [kırılma] o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve in

933

kisaratlariyle güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının [yedi renk] gizli güzelliklerini güzel olarak izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] olan Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] cemâl-i kudsîsine [Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] güzelliği] ve nihayetsiz güzel olan Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsnasının [güzellik] sermedî [daimi, sürekli] güzelliklerine aynadarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnûlar, bu tatlı mahlûklar [varlıklar] ve bu cemâlli mevcudat [var edilenler, varlıklar] hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî [daimi, sürekli] ve mukaddes bir cemâlin ve dâimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret [soyut] ve münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] bir hüsnün [güzellik] işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları [parıltı] ve cilveleri olduğunu, Risale-i Nur pek çok kuvvetli delilleri ile tafsilen izah etmiş. Burada o burhanlardan [delil] üç tanesi kısaca gayet makul bir surette zikredilmiştir, diye beyana başlar.

Bu risaleyi gören her bir zevk-i selîm ashabı hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da istifadelerine çalışmayı lüzumlu buluyorlar.

Hususan ikinci burhanda [delil] beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan herhalde takdir, tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasvip ile “mâşâallah, fetebârekallah” diyecek. Fakir ve hakir görülen vücudunu teâli [yücelme] ettirecek harika bir mucize olduğunu derk [anlama, algılama] ve tasdik edecek.

Hafız Hüseyin

ALTINCI ŞUÂ:…. 132

Bu risale, namazdaki teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] bulunan اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ 1 ilâ âhir. [sonuna kadar] Kelimelerinin hem mühim bir nevi tefsiri ve hem onun iki noktasına gelen iki mühim suale gayet güzel ve mühim bir cevaptır.

Birinci sual: “Teşehhüdden [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] mübarek kelimatları [ifadeler, sözler] Mi’râc Gecesinde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ile Resûlünün bir mükâlemeleri [karşılıklı konuşma] olduğu halde namazda okunmasının sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir” demelerine karşı, her mü’minin namazı onun bir nevi mi’racı [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] hükmünde olduğunu ve o huzura lâyık olan kelimeler ise Mi’rac-ı Ekber‘de [büyük mirac] söylenilen kelimeler olduğundan namazda onları zikretmekle o kudsi sohbet tahattur [hatıra gelme] edileceğini ve o tahatturla [hatıra gelme] o kudsi kelimelerin mânâları cüz’iyetten külliyete çıktığını ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı selâm yerine اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demesini ve Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından Resul-i Ekrem”e (a.s.m.) اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ 2 demesi gelecek ümmetinin her biri her günde lâ-akal on

934

defa olsun اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ 1 demelerine âmirâne iş’âr olduğunu ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) o selâma karşı اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ 2 demesi, muazzam ümmetinin selâm-i İlâhiyi temsil eden İslâmiyete mazhar [erişme, nail olma] olmasını ve mü’minler ortasında اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ – وَعَلَيْكَ السَّلاَمُ 3 demelerini râciyâne, [ait] dâiyâne Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istediğini ifade ve ihtar olduğunu ve o sohbette Cibril-i Emin tarafından şehadet getirildiğinden bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini mübeşşirâne [müjdeleyerek] işaret edip, müjde verir.

İkinci sual: Teşehhüd [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] âhirinde

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهِيمَ * 4

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır. “Bunun sırrı nedir? Hem bu salâvatın [namazlar, dualar] teşehhüde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] tahsisinin hikmeti nedir? Hem aynı duâyı eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmelerinin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir?” suallerine karşı üç cihetle gayet mühim ve nurânî bir cevap verir.

Birinci cihet: Gerçi Hazret-i İbrahim (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) yetişmiyorsa da, fakat Onun âli [yüce] enbiyâ [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âli [yüce] ise evliyâ olduğunu, evliyâ ise enbiyâya [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] yetişmediğini ve âl [aile, soy] hakkında bu duanın parlak bir surette kabul olduğunu ve Âl-i Muhammed‘den [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] (a.s.m.) yalnız iki zâtın, yani Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) nesillerinden gelen ve عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَۤاءِ بَنِى اِسْرَۤائِيلَ 5 hadisine mazhar [erişme, nail olma] olan ve ekser tarîklerin reisleri bulunan büyük zâtlar hakkındaki bu dâimî duânın makbul olduğunu gösterir.

İkinci cihet: Bu tarzdaki salavâtın vech-i tahsisi [tahsis yönü, has kılma sebebi] ve hikmeti ise, insanın en mükemmeli ve en nurânisi olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyâ kâfile-i kübrâsının açtıkları yolda ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı azimeye o sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] iltihak [karışma, katılma] ve refakat ettiğini tahattur [hatıra gelme] etmekle şübehât-ı [şüpheler, tereddütler] şeytâniyeden kurtulacağını ve bu kafilenin, bu kâinat sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] en mükemmel masnûu ve makbul dostları olduklarına şâhid, dâima mu’cizeler ile onlara muâvenet-i [yardım] gaybiye gelmesi ve muârızlarına [karşı çıkan, muhalif] her vakit musibet-i semâviye [gökten gelen musibetler, belâlar] inmesi olduğunu ve Fatiha‘da [açılış kısmı, baş, baş kısım]

935

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 o kafile-i nûrâniyeye baktığı gibi غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ 2 mûarızlarına baktığını parlak bir surette gösterir.

Üçüncü cihet: Verilmesi va’dolunan Makam-ı Mahmud gibi birşeyin mükerreren [defalarca] duâ ile istenilmesi ise, istenilen Makam-ı Mahmud olduğuna göre, o bir uç olup, onun istenilmesiyle âlem-i bekâ ve haşirden sonra Cennet gibi mühim şeylerin verilmesine sebep olduğunu ve o bekâ âleminin gelmesiyle haşr-i ekberde [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma verilecek Makam-ı Mahmud’un umum ümmete şefâatkâr olacağına bir işaret ve bir müjde olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ümmetinin saadetiyle pek alâkadar olduğundan, ümmetinin, salavât ve rahmet ve duâlarına ihtiyaç gösterdiğini parlak bir surette beyan eder.

Bu risale, ehl-i imanın [Allah’a inanan] muttaki [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler] kısmına mi’rac-ı asğar olan namazda Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yakışır bir tarzı gösterdiğinden, her vakit mütâlaa edip o tarzı bulmaya gayret etmeleri lâzım olduğunu bildirir büyük bir hazine-i esrardır. [sırlar hazinesi]

Küçük Ali

YEDİNCİ ŞUÂ:…. 139

Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Asâ-yı Mûsa ve otuz üç mertebeli bir mirkât-ı hakikat namlarını alan ve Risale-i Nur hakikatlerinin bir hülâsa[esas, öz] ve bir fihristesi ve şu Kur’ân-ı mücessem-i kâinatın gayet parlak tevhid burhanlarının [delil] bir küçük mecmuası, hem âlem-i şehadet [görünen alem] künûzünün [hazineler] gayet büyük bir dürbünü ve bir projektörü, hem âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] âlem-i şehadette [görünen alem] gayet mükemmel bir rasathânesi; [büyük dürbün] hem Nakkaş-ı Ezelinin kâinat içinde esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtının mazhar-ı etemmi halkettiği, hem küçüklüğü ve hakaretiyle beraber mahlûkat üstünde en yüksek bir mevki ve en mümtaz [seçkin] bir makam verdiği, hem bütün kâinatı istiâb edecek bir kabiliyette olarak yarattığı şu acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] ve fakr-ı mutlak [sınırsız fakirlik] içinde çırpınan bîçare insanın vazife-i fıtriye-i hakikiyesini öğreten ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ulaştıran bir mecmua-i hakâikı; hem dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve zulümât içinde yakîn-i imâniyi kazandıran bir vesile-i hidayeti; hem kulûb-u ehl-i imanı nur-u imanla [iman aydınlığı] dolduran bir hazâin-i nimeti; hem kulûb-u ehl-i kemali şükûfe-i gûnâ-gûn ile süsleyip tezyin [süsleme] eden bî-nazir bir keşşâf-ı hakâiki olan bu kıymettar risale kıymet ve ehemmiyetini gösteren bir ifade-i meramla [maksadı ifade etme] başlayarak (bir Mukaddeme) [evvel, önce] ve (iki makama) inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiştir. Mukaddemesi [evvel, önce] dört mesele-i mühimmedir. [önemli mesele] Birinci Makamı Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Arapça tefsiridir. İkinci Makamı Birinci Makamın burhanlarının [delil] bir tercümesinin ve meâlinin beyanıdır.

Mukaddeme: [evvel, önce]

936

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ 1 âyetini tefsir eder. İns ve cinnin dünyaya gelmelerindeki hikmet ve gayenin üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] Hâlık-ı Zülcemâl’i bilmek ve Ona ubûdiyet [Allah’a kulluk] edip, muhabbet etmek olduğunu beyanla, yakîn-i imanîyi sarsan iki varta[tehlike] (Dört Mesele) içinde izah eder.

Birinci Vartanın [tehlike] Birinci Meselesi: Nefiy [inkâr] ve ispat mesâilini, [meseleler] ikincisi imanın mâhiyeti ile küfrün [inançsızlık, inkâr] mahiyetini ve itikâdât-ı küfriyenin iki kısım olduğunu ve ikincisinin de iki kısım olduğunu ve bu ikinci kısmın da nefy [gönderilme, sürgün] meselesinin iki kısma ayrıldığını, pek inceliklerle ve çok güzelliklerle iknâ eder bir surette izah eder.

İkinci Vartanın [tehlike] Birinci Meselesi: Azamet-i Kibriyâ [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] ve nihayetsizlik cihetiyle gelen cehl [cahillik, bilgisizlik] ve gurur içindeki dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gayr-ı mâkuliyetini [akla aykırı] ve imandaki mâkuliyeti; [akla uygunluk] hem Azamet-i Kibriyâ‘nın [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] imanda hadsiz mertebeler bulunmasına sebep, hem bir vesile-i ihticab olduğunu; ikinci meselesi, imânî mesâilin [meseleler] fevkalâde azametini çok kolay kabul ettiren burhanları [delil] zikreder.

Birinci Makam: تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ 2 ilâ âhir. [sonuna kadar] Âyet-i Kübrâ‘nın [en büyük delil] Arapça olarak tefsiri olup, ikinci makamın mertebelerinin nihayetlerine kısmen dercedilmiş [yerleştirme] olmakla müstakil [bağımsız] yazılmamıştır.

İkinci Makam: İki Bâb‘a [kapı] ayrılan otuz üç mertebedir.

BİRİNCİ BAB:…. 147

Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcûdiyetine delâlet eden on dokuz mertebedeki berahin-i ulûhiyeti gösterir.

Birinci Mertebede, semâvâttaki burhanlardan; [delil] ikincide cevv-i âsumânda; üçüncüde, küre-i arzda; [yer küre, dünya] dördüncüde, deniz ve nehirlerde; beşincide, dağ ve sahralarda; altıncıda, üç büyük külli hakikatı gösteren eşcar [ağaçlar] ve nebatâtta; [bitki] yedincide, üç muazzam hakikat müşahade edilen hayvanât ve tuyûr [kuşlar] âleminde; sekizincide, hak olduklarına dair dokuz hüccet [delil] serdedilen enbiyaların [nebiler, peygamberler] meclislerinde; dokuzuncuda, hadsiz muhakkiklerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] dershanelerinde; onuncuda, milyonlar mürşidlerin zikirhanelerinde; on birincide, bînihaye melâikelerin [melekler] lisanında; on ikincide ve on üçüncüde, âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] giden hadsiz ukul-ü müstakime ve kulûb-u münevvere ashabının ittifakında; on dört ve on beşincide, beş hakikatle sübût ve hakikatı ifade edilmiş vahiylerde ve vahiyden farklı olup mahiyeti ve neticesi dört nurdan terekküp [birleşme] ettiği izah edilen sadık ilhamlarda; [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] on altıncıda, Muhammed-i Arabi’nin (a.s.m.) kıymet ve hakkâniyetini ve ihbârâtının [haber vermeler] doğruluğunu gösteren hadsiz delillerden dokuz küllî delilinde ve dokuzuncu delilin aldatmaz ve aldanmaz üç icmâ’ında; on yedincide, Kelâmullah [Allah kelâmı] olan

937

Kur’ân’ın azametine şehadet eden altı noktasında; on sekizincide, kâinatın heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] görülen azametine münasip iki büyük hakikatında; on dokuzuncuda; Esmâ-yı Hüsnâ’da zahir ve bariz görülen iki büyük hakikatla, pek geniş bir surette berahin-i ulûhiyyeti izah eder.

İKİNCİ BAB:…. 204

Berahin-i vahdâniyete dâir “Üç Menzil” olup, herbir menzil üç-dört hakikatı muhtevîdir.

Birinci Menzil: Kâinatı baştan başa istilâ eden “Dört Hakikat”tır.

Birincisi: Şirk ve küfrü [inançsızlık, inkâr] reddeden ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] hakikatıdır.

İkinci Hakikat: Şirk ve küfrü [inançsızlık, inkâr] tardeden [kovma] Rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] hakikatıdır.

Üçüncü Hakikat: Hiçe vücud veren ve şirkin amansızlığını gösteren kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] hakikatıdır.

Dördüncü Hakikat; şirkin vücudunu hiçlik ve yokluk vadilerine atan hakimiyet-i mutlaka hakikatıdır.

İkinci Menzil: Azamet-i Kibriya ve âsâr-ı İlâhiye [Allah’ın eserleri] menzili olup, “Beş Hakikat”ı muhittir.

Birincisi: Şirki kökünden kesip, imha eden azamet-i kibriyâ [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] hakikatıdır.

İkincisi: Hikmet ve irade, mazharların adem-i kabiliyetlerinden başka tahdit altına alınmayan ve berâhin-i vahdâniyetin [Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri] hadsiz nüktelerinden [derin anlamlı söz] üç âyetin üç nüktesiyle [derin anlamlı söz] ispat ve izah edilen ef’âl-i Rabbâniyeyi muhit hakikatıdır.

Üçüncüsü: Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] icatlarında görülen bu sürat içindeki kesret [çokluk] ve bu mükemmel intizam içindeki suhûlet [kolaylık] ve bu hüsn-ü san’at [güzel san’at] içindeki maharet; ve bu ihtilât [birbirine karışma] içindeki kıymettarlık; [değerli olma] ve bu mebzuliyet [bolluk] içindeki imtiyaz hakikat-ı mutlakasıdır ki, ehemmiyetine binâen on üç basamakla on üç sırrına işaret edilecek iken iki kuvvetli mücbir mani sebebiyle birinci ve ikinci sırlarından başka yazılmamıştır.

Birinci sırrı: Zati olan birşeyin zıddiyetinin müdahalesinin muhaliyetidir. [imkansızlık]

İkinci sır: Nuraniyet ve şeffafiyet [şeffaflık] ve itaat sırlarının izahıdır.

Dördüncüsü: Saniin vahdaniyetini [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ilân eden zuhur ve vücud-u ispatda görülen cihet-i uluhiyet hakikatidir.

Beşincisi: Kâinatın mecmuunda ve herbir mevcudunda müşahade edilen intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] hakikatidir.

Bu beşinci hakikattan sonra âhirzamanda gelen mütekellimînden [konuşan] ve ilm-i Kelâm ulemasından bir zâtın hakâik-ı imaniyeyi delâil-i akliye [aklî deliller] ile hem kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile ispat edeceğine dair ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ihbârâtını, [haber vermeler] hem “Bütün tarikatların müntehâ[bir şeyin en uç noktası] hakâik-i imaniyenin inkişafıdır” [açığa çıkma] diyen Müceddid-i Elf-i Sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farukî’nin (r.a.) bu kelâmını, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ 1 hadis-i şerifinin meâlini ifade ve ispat eden üç hakikat-ı mühimme derc [yerleştirme] edilmiştir.

938

Üçüncü Menzil: Bu menzil tevhid hakikatlarından “Dört Hakikat-ı Muazzama-i Muhita” ile ışıklandırılmıştır.

Birincisi: Bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] hadsiz muntazam suretler ile basit bir maddeden açan fettâhiyet [Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması] hakikatıdır.

İkincisi: Zemin yüzünü rahmetin had ve hesaba gelmeyen hediyeleriyle dolduran Rahmâniyet hakikatıdır.

Üçüncüsü: Gayet muazzam ve pek süratli ecram-ı semâviyeden tutun, gayet karıştırıcı unsurlara varıncaya kadar herşeyde hükmünü yürüten müdebbiriyet [idare eden, çekip çeviren] ve idare hakikatıdır.

Dördüncüsü: Zeminin yüzünü istilâ eden zîhayata [canlı] ve denizlerin içlerini dolduran zîruha [ruh sahibi] ve semâvâtın yüzünü şenlendiren tuyûra [kuşlar] varıncaya kadar bütün mahlûkatın rızıklarını basit bir kuru topraktan veren ve herbirine şefkat edip, merhamet eden Rahimiyet ve Rezzâkıyet [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] hakikatıdır.Haşiye [dipnot]

DOKUZUNCU ŞUÂ:…. 241

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * 1

ilâ âhir.. [sonuna kadar] âyetine, otuz sene evvel başlanıp, görülen lüzum üzerine ve haşri inkâr eden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ilhadın [dinsizlik, inkâr] çoğalmasıyla ve tevfik-i Rabbâni ile otuz sene sonra semavi âyât-ı kübrânın âyâtından birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

ferman-ı İlâhinin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri [delil] ve tefsirleri bulunan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Söz‘lerle [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] münkirleri [Allah’a inanmayan] susturdu.

939

Hem o iki risale iman-ı haşrînin [haşre iman] hücum edilmez iki metin [sağlam] kal’a[kale] olduğunu mukaddemesiyle [evvel, önce] te’yid etmekle beraber, iki noktadan birinci noktada dört delil ile iman-ı haşrînin [haşre iman] vücudiyle Cenneti tebşir [müjdeleme] eder. Ve yine iman-ı haşrîyi [haşre iman] inkâr edenlerle Cehennemin vücudunun hakkaniyetini bildirir.

İkinci Nokta: Hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] hadsiz burhanlarından [delil] ve sâir erkân-ı imâniyeden [imanın şartları, esasları] gelen şehadetlerin hülâsasından [esas, öz] çıkan bir burhanı [delil] gayet muhtasar [kısa] bir surette beyan etmekle, bütün enbiyâ [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] ve asfiyâ ve evliyâlarla ve kütüb-ü mukaddese [kutsal kitaplar] ile hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] mevcudiyetini ve beka-i ruhun kat’iyetini ve mahz-ı hak [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] ve hakikat olduklarını izah eder ve güneş gibi izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

Bu Dokuzuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] haşrin ispatında o kadar harika ve kat’i ve kuvvetlidir ki, en muannidi [inatçı] dahi tasdike mecbur eder ve etmiş ve ediyor ve edecek inşaallah. [Allah dilerse]

Risale-i Nur Talebelerinden

Tâhirî ve Abdullah Çavuş

ONUNCU ŞUÂ:…. 257

Fihrist risalesinin ikinci kısmıdır

Risale-i Nur’un umum fihristesi iki risalede cem [toplama, bir araya gelme] olunmuştur. Bunlardan birincisi “On Beşinci Lem’a“dır [parıltı] ki; Risale-i Nur’un Sözler’i, Mektubat’ı ve On Beşinci Lem’a‘ya [parıltı] kadar olan risalelerin fihristeleri olup, bu lem’ada [parıltı] toplanmıştır. On Beşinci Lem’a‘dan [parıltı] itibaren Lem’alar [parıltılar] ve Şuâlar’ın fihristeleri ise bu Onuncu Şuâ’dadır.

On Beşinci Lem’a [parıltı] namındaki Risale-i Nur’un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risale-i Nur eczalarının mevzularına ve kısmen gayelerine işaret ederek telif [kaleme alma] etmiştir. Âdeta hülâsa [esas, öz] edilse haplar nev’inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.

İkinci kısım fihristte ise yine Onuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] nâmıyla Risale-i Nur’un Isparta havalisindeki hâlis şakirtleri [öğrenci] tarafından kaleme alınmış ve herbir Nur şakirdi [talebe, öğrenci] kendi aynalarının kabiliyet ve renklerine göre o risalelerden tecellî eden envârını [nurlar] satırlara aksettirmeye çalışmışlardır. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz [seçkin] nur şakirtleri [öğrenci] bu Fihriste ile nesl-i âtî için en kıymettar eserlerden birisini bırakmışlardır.

Bu Fihriste Risalesi gayet ehemmiyetlidir. Çünkü çeşit çeşit ve mânevî marazlara müptelâ [bağımlı] bu asır insanlarına lûtfedilen ve kevser-i Kur’ânîden [Kur’ânî kevser; Kur’ân’a ait hayırlar, güzellikler] akan muslukların adedi ve eczahâne-i Kur’âniyedeki tiryak [derman, ilaç] ve panzehir dolaplarının sayısı yüz otuza bâlîğ olmaktadır. Herbir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani herbir Risale bir eczâ dolabı ve o risalelerdeki “Nokta, Nükte, [derin anlamlı söz] İşaret, Reşha, [sızıntı] Pencere, Basamak, Hakikat, Mevkıf [bölüm, kısım] ve Meseleler” diye verilen isimler, o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.

Hakikate susamış ve bu zamanın dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın

940

türlü türlü iğfâlâtlarına kapılmış mânevî hastalar, bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasip ilacı almak için ya bütün eczahâne-i Kur’âniyenin dolaplarını ve o dolapların içindeki kavanozları birer birer arayacaklar, bulacaklar; veyahut eczahane-i Kur’âniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz adetlerini ve o kavanozların içindeki tiryak [derman, ilaç] ve macun ve panzehiri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymettâr Fihriste’nin gördüğü vazifeden birisi budur.

ON BİRİNCİ ŞUÂ:…. 258

Denizli hapsinin bir meyvesi ve bir hatırası ve o hapsin beş gününün mahsulü olan bu risale on bir meseleyi ihtiva edip, bu parlak mesele-i imanî, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karanlıklarından kurtarıp ahlâkı tam düzeltmekte ve herbir mesele bir kitabın hakikatlarını tazammun [içerme, içine alma] etmektedir.

Birinci mesele:…. 259

Mahpuslara gayet büyük bir teselli verip, farz namazlarını kılmakla ve diğer günahlardan tevbe etmekle o hapis, hapse sebebiyet veren hatâlara bir keffâret olup, o hataları affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ve hapislerin hapishanede geçen bütün saatlerinin ibadet hükmüne geçmesi hakikatını bildirmekle tam teselli verir.

İkinci mesele:…. 261

Bu dünyanın fani olduğunu ve bütün zîhayatın [canlı] kafile kafile arkasında kabre sevkedildiklerini ve bu sevkiyatın ya idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] veyahut saadet âlemine giden bir terhis tezkeresi olduğunu gayet parlak misâllerle Medrese-i Yusufiye‘deki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] mahpuslara ispat ettiği gibi, bütün âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ilân edip, ispat etmiştir.

Üçüncü mesele:…. 265

Üstadımız, Eskişehir hapsi Medrese-i Yusufiyesinin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] penceresinden, bir cumhuriyet bayramında oturup bakarken, karşısındaki lise mektebinin kızlarının gülerek raksettiklerini görmüş, o zaman mânevî bir sinema ile o rakseden kızların elli sene sonraki vaziyetlerini müşâhede [görülen, seyredilen] ederek, onların kırk-ellisinin elli sene sonra kabirde toprak olarak azap çektiklerini ve on tanesinin yetmiş-seksen yaşında çirkinleşerek, gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden, herkesin nefret nazarlarını kendi üzerlerine çektiklerini Üstadımız görmüş, onların o acınacak hallerine gözlerinden yaşlar akıtarak ağlar ve bu ağlayışını bir kısım hapis arkadaşları merak edip sorarlar. Üstadımız da gayet açık deliller ve kuvvetli misâllerle ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] şimdiki şu gayr-ı meşrû keyiflerini ve eğlencelerini, elli sene sonraki istikbâl hadisâtını gösteren bir sinema bulunsa, onların bu gülmelerine ve bu gayr-ı meşrû keyiflerine nefretler ve teellümlerle [elem çekme] ağlayacaklarını izah etmiş. Ve karşısına çıkan ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâleti tervic eden insî bir şeytan gibi olan şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] çok cihetlerle ilzam [susturma] ederek başını dağıtmış. Bu hususu merak edenler bu üçüncü meseleyi dikkatle okumalıdırlar.

Dördüncü mesele:…. 269

Bu meselenin Gençlik Rehberinde gayet güzel izahı var. Bazı talebeler siyaseti perde ederek, Üstadımızın yüksek fikirlerinden istifade etmek için dediler: “Küre-i

941

arzı herc ü merc [karışıklık, dağınıklık] eden ve İslâm mukadderâtıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] alâkadar olan harb-i umumîden, [Birinci Dünya Savaşı] aylar seneler geçtiği halde, senin merak edip alâkadar olmadığının sebebi nedir?

Üstadımız onlara gayet parlak deliller ve misâllerle izah etmiş ve demiş: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil [birbiri içinde] dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz [yer küre, dünya] ve nev’i beşer [insan türü, insanlık] dairesinden tut, tâ zîhayat [canlı] ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî bir vazifenin olduğunu, en büyük dairede ise en küçük bir vazifenin muvakkat [geçici] ve ara sıra bulunabildiğini bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] [ters orantılı] vazifeler bulunabildiğini o talebelere daha birçok misâllerle izah ederek merak edilecek şeyin yalnız âhirete ve imana ve Allah’a hizmet yolu olduğunu bildirmiştir. Daha fazla merak edenler Dördüncü Meseleye mürâcaat edebilirler.

Beşinci mesele:…. 271

Gençlik Rehberi’nde izah edilmiştir. Gençlik, hiç şüphe yok ki, gidecek. Yaz güze ve kışa, gündüz akşama ve geceye dönmesi gibi, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fani ve geçici gençliğini iffetle istikamet [doğru] dâiresinde hayrata sarfetse onunla ebedî ve bâkî bir gençliği kazanacağını bütün semâvi fermanların müjde verdiklerini, aksi takdirde sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden gençlik, âhiret mesuliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalinden [geçip gitme] gelen teessüfleri [eseflenme, üzülme] ve günahları ve dünyevî mücâzatları [cezalandırma] çektireceğini; ve ayn-ı lezzet [lezzetin tâ kendisi] içinde ziyade elemler ve belâlar bulunduğunu aklı başında her gence tasdik ettirecek derecede ayne’l-yakîn gösterip, tasdik ettirir.

Altıncı mesele:…. 272

Risale-i Nur’un her trafında kat’î ve hadsiz hüccetleri [delil] bulunan imân-ı billâh rüknünü, [esas, şart] lise talebelerinden bir kısmı, Üstadımızın yanına gelerek soruyorlar: “Bize Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] tanıttır” diyorlar. Üstadımız da o gençlere; “Sizin okuduğunuz her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle [kendine özel dil] mütemadiyen Allah’tan bahsediyor, size Hâlık‘ı [her şeyi yaratan Allah] tanıttırıyor. Siz muallimleri değil, onları dinleyiniz” diyerek, aklî ve kat’î bir çok misâl ve delilleri ele alarak gayet hârika bir şekilde o mektep talebelerine izah etmiştir ki, herkesin bu bahsi mutlaka iştiyakla [arzu, istek] okumaları lâzım ve zarurîdir.

Yedinci mesele:…. 277

Kastamonu’da lise talebelerinin “Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bize tanıttır” diye suallerine karşı Üstadımız, sâbık [önceki, geçmiş] Altıncı Meselede mekteb-i fünûnun delilleriyle verdiği dersi Denizli hapsindeki mahpuslar okumalarıyla o hapisler tam bir kanaat-ı imaniye aldıklarını Üstadımıza bildirmişler ve “âhiretimizi de tam öğrenelim ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarıp, daha böyle hapislere girmeyelim” demelerine karşı Üstadımız, gayet mufassal [ayrıntılı] olarak Risale-i Nur’dan derin hakikatları hülâsa [esas, öz] ederek, Altıncı Meselede “Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] arzdan ve semâvâttan sorduk. Onlar, fenlerin delilleriyle Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] güneş gibi tanıttırdılar. Aynen şimdi de âhiretimizi, başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden (a.s.m.),

942

sonra Kur’ân’ımızdan ve mukaddes kitaplardan ve melâikelerden, [melekler] sonra kâinattan sorup, herbirinden aldığı mânevî cevaplarla tam bir dersi o hapislere, bu Yedinci Meselede gayet güzel olarak bildirmiş ve tam izah etmiştir.

Sekizinci mesele:…. 294

Bu meselenin üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] âhirete imandır. Bu meseleyi, Üstadımız, daire daire içinde gayet güzel misâllerle izah etmiş ki, buna karşı hiçbir dinsizin ve hiçbir filozofun itirazına meydan bırakmamıştır. Hülâsa [esas, öz] olarak, gayet kısa işaretlerle bu hakikatların hakikatını şu Fihriste’ye bir nebzecik yazıyoruz.

Bu meselenin birinci meyvesi: İnsan sâir hayvanâta muhalif olarak, hanesiyle alakadar [zigot; döllenmiş hücre] olduğu gibi, dünya ile alakadardır [zigot; döllenmiş hücre] ve akàribiyle münasebettâr olduğu gibi nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ile de ciddî ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olarak münâsebettârdır. Ve dünyada muvakkat [geçici] bekàsını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekàsını aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur. Ve öyle arzuları ve matlabları [doğuş yeri] var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] bakan bir faydası: Her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giden kendi dostları ve akrabaları gibi kendisinin de o idamhâneye girmesi keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o biçare insanın binler, belki milyonlar, belki milyarlar dostlarının ebedî bir müfarakat [ayrılık] içinde idam [hiçlik, yokluk] olduklarını tevehhüm [kuruntu] edip, Cehennem azabından beter bir elemi düşünürken, birden âhirete iman geldi, o insanın gözünü açtırdı ve perdeyi gözünden kaldırdı, baktırdı. O da o imanla baktı. O dostlarını ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulmuş, mesrûrâne ve nûrânî bir âlemde onu bekliyorlar vaziyetinde müşahede etti. Ve Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i nurâniyeyi o müşâhede [görülen, seyredilen] ile aldı.

Üçüncü faydası: İnsanın sâir zîhayatlar [canlı] üstündeki tefevvuku [üstün gelme] ve yüksek seciyeleri [huy, karakter] ve cem’iyetli [bir araya gelme] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve küllî ubudiyetleri [Allah’a kulluk] ve geniş vücûdî dâireleri itibariyle üstünlüğüdür. Halbuki o insan hem mâdum, [yok] hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış ve gayet kısa bir zaman olan hazır zamanın [şimdiki zaman] mikyasıyla [ölçü] ve ölçüsüyle; hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] muhabbeti, kardeşliği ve insaniyeti gibi seciyeler [huy, karakter] alır.

Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini, vatanını sever, hizmet eder. Ve bu hususta tam sadâkate ve ihlâsa nâdiren muvaffak olabilir. Ve o nispette kemâlatı [mükemmellikler, kusur-suzluklar] ve seciyeleri [huy, karakter] küçülür. Değil hayvanların en ulvisi, belki akıl cihetiyle baş aşağı en biçaresi ve en aşağısı olmak gibi bir vaziyete düşeceği sırada âhirete iman imdadına yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir dâire-i vücud gösterir. Babasını dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini [kardeşlik] düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi

943

en güzel bir refika-i hayatı [hayat arkadaşı, eş] olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever ve onlara merhamet eder, hürmet eder, yardım eder.

Dördüncü faydası: İnsanın hayat-ı içtimâiyesine [sosyal hayat] bakar.

Nev-i insanın [insan türü, insanlık] dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] taşıyabilirler. Yoksa, elim endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle o çocuğun ve ileride uzun arzuları taşıyan küçük dimağında [akıl, beyin] ve zayıf kalbinde ve mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o biçâreye âlet-i azap [azap âleti, sıkıntı veren unsur] ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: “Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyif eder, gezer. Ve vâlidem [baba] öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub’unu [dörtte bir] teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak âhirete imanda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vâveylâ-i [çığlık, feryad] rûhî ve öyle bir dağdağa-i kalbi çekeceklerdi ki, dünya onlara me’yusane [ümitsiz] bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olacaktı. Fakat, âhirete iman onlara der: “Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve gayet parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Zâyi ettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz” diye iman-ı âhiret [âhirete iman] onlara öyle bir teselli ve inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] verir ki; herbirinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları me’yus [ümitsiz] etmez.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] üçden birisini teşkil eden gençler, galeyanda olan hevesatlarına mağlûp ve her vakit başlarına alamadıkları cür’etkâr akıllarıyla âhirete imanı kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur [hatıra gelme] etmezlerse, hayat-ı içtimâiyede, [sosyal hayat] ehl-i namusun [namus sahibi] malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti bozulur. Bazan, bir dakika lezzet için mes’ud bir hanenin saadetini mahveder. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.

Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri [gizli çalışan, casus] beni görmüyorlar, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâl‘in [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] melâikeleri [melekler] beni görüyorlar, fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim, vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” der, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat ve bir merhamet beslemeye başlar.

Hülâsa, [esas, öz] bu hakikatların hayat-ı içtimâiyeye [sosyal hayat] âit bir nümunesi şudur ki: Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] bir şehirde ve o büyük aile efradında [bireyler] hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedakârlık, rızâ-yı İlâhi, sevâb-ı uhrevî [âhiret mükâfatı, sevabı] yerine; garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, [bencil] tasannû, riyâ, [gösteriş] rüşvet, al

944

datmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler [söz, görüş] zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyâsen, memleket dahi bir hânedir ve vatan dahi bir millî ailenin hânesidir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] bu geniş hânelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet [yardım] ve hilesiz hizmet ve muaşeret [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] ve riyâsız ihsan [bağış] ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişâfa [açığa çıkma] başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] verir. Gençlere der: “Cehennem var sarhoşluğu bırak.” Akıllarına başlarına getirir. Zâlime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış” deyip ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyâsen cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî herbir tâifede hüsn-ü tesirini [güzel etki] gösterir, ışıklandırır.

Dokuzuncu mesele:…. 311

Üstadımızın mânen ruhuna gelen iman hakkında bir sualin cevabıdır. Şöyle ki:

“Neden cüz’î [ferdî, küçük] bir hakikat-ı imaniyeyi [iman hakikatı, gerçeği] inkâr eden kâfir oluyor ve kabul etmeyen Müslüman olmaz. Halbuki, Allah’a ve âhirete iman bir güneş gibidir, o karanlığı izale [giderme] etmesi lâzımdır. Hem neden bir rükün [esas, şart] ve hakikat-ı imâniyeyi inkâr eden mürted [dinden çıkan] olur, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki, sâir erkân-ı imaniyeye [iman esasları] imanı varsa onu küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] kurtarmak lâzım geliyor” suallerine cevaplarını Üstadımız

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَۤا اُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ * 1

ilâ âhir.. [sonuna kadar] âyetine müracaatla, gayet muhtasar, [kısa] fakat şümul[kapsam] bir şekilde “Üç Nokta”da beyan etmiştir.

Onuncu mesele:…. 319

Tekrarât-ı Kur’âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gafletini ve zehirli evhamlarını izale [giderme] eden bu küçücük, nurlu çiçeği, Üstadımız gayet hasta ve perişan ve gıdasız bir halde iken, iki gün içinde Ramazan’da, mecburiyetle gayet mücmel [kısa, kısaca] ve kısa bir cümlede, pek çok hakikatler ve müteaddit [bir çok] hüccetleri [delil] dercetmişlerdir. [yerleştirme] Şöyle ki:

Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın, her asra, her tabakaya hitap ederek taze nazil olmuş gibi bir hususiyeti olduğunu ve bilhassa çok tekrar ile اَلظَّالِمِينَ.. اَلظَّالِمِينَ .. deyip zalimleri tehditleri ve o zalimlerin zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye [gökten gelen musibetler, belâlar] ve arziyeyi şiddetle beyanı ile, bu asrın emsalsiz zulümlerine kavm-i Âd ve Nemrud ve Firâvun’un başlarına gelen azaplar ile baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, [Allah’a inanan] İbrahim ve Musâ Aleyhisselâmlar gibi enbiyânın [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] necâtlarıyla tesellî veriyor.

945

Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] elbette her harfinde on, bazan yüz, bazan bin ve binler sevap bulunması ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini [benzer] getirememesi ve bütün beni-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevk ile yazılması ve çok tekrarla ve kesretli [çokluk] tekraratiyle [tekrarlar] usandırmaması ve çok iltibas [karıştırma] yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur’ân hâfızı çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan ve sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanların kulağında mâ-i zemzem [zemzem suyu] misilli [benzer] hoş gelmesi gibi, Kur’ân-ı Azimüşşân [şânı yüce Kur’ân] çok cihetlerle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanır. Ve Sâni-i Kâinatın [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] mu’cizât-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve manidar sütûr-u hikmetini ders vermekle lütf-u irşadda [doğru yola eriştirme nimeti] güzel bir i’câz [mu’cize oluş] gösterir. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine [öğrenci] kazandırır. Tekrarı iktiza [bir şeyin gereği] eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi o olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla [tekrarlar] bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim [anlatma] etmekte ve cüz’i ve âdi bir hâdisede, en cüz’i ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde [merhamet bakışı] ve dâire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] ve tedvin-i şeriatta [İslâmî hükümlerin bir araya gelmesi, toplanması] sahabelerin cüz’i hâdiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında; hem küllî düsturların [kâide, kural] bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’i hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev’i i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. Evet, ihtiyacın tekrarıyla tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyâmette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan [atomlar] yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine mukâbil, kâinatın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] hesabına azab-ı İlâhiyi ve hiddet-i rabbaniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın [değişim, devrim] tesisinde, binler netice kuvvetinde, bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’câz [mu’cize oluş] ve gayet yüksek bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mukteza-yı hâle [hâlin gereği] gayet mutâbık bir cezâlettir, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] bir fesâhattir. [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması]

Biz burada, bu kıymetli meselenin başından bazı yerlerine işaretle ehemmiyetini göstermek istedik. Fakat tamamiyle göstermeye imkân olmadığı için, tam görmek isteyenler bahçenin içine girsin ve yalnız bu kadarla kalmasın. Bu meselenin hatimesinin iki haşiyesini [dipnot] ve nûrun kahramanı Hüsrev’in mektubunu da okusun.

On birinci mesele:…. 337

Meyve’nin On Birinci Meselesinin bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve biri rü’yetullahtır. [görme] Bu şecere-i kudsiyenin [kutsal ağaç] hadsiz küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] meyvelerinden yüzer nümunelerini Risale-i Nur’da gayet parlak bir şekilde Üstadımız beyan etmiştir. Bu meseledeki beyanatın fihristesinin yalnız hangi mevzûa âit olduğunu kısaca bildirmek istedik. Merak edenler Sirâcü’n-Nûr’a ve Meyve’nin on birinci meselesine dikkatle baksınlar.

Bu mesele, meleklere iman meyvesinin bir cüz’üdür. Üstadımız diyor ki:

946

“Birgün duada, ‘Yâ Rabbî! Cebrâil, Mikâil, Azrâil, İsrâfil hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle’ meâlinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrâil nâmını zikrettiğim vakit gayet tesellidâr [teselli veren] ve sevimli bir hâlet [durum] hissettim. “Elhamdülillâh” dedim. Azrâil’i cidden sevmeye başladım ve çünkü insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu ziyandan ve fenâdan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim etmek derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim. Ve o anda insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. Her insan kıymetli fiilini bâkileştirmek için iştiyakla [arzu, istek] kitâbet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kirâmen Kâtibin insanın omuzlarında durup onları yazması, ebedî manzaralarda göstermek için muhafaza etmesi ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırması bana o kadar şirin geldi ki, tarif edemem” diye, Üstadımızın şu meseledeki derin görüşlerinin kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] göstermek için ellerine Fihriste anahtarını takdim ediyoruz.

Emirdağ

Nur Talebeleri

Her asırda, her devirde imana ve Kur’ân’a ve İslâmiyete hizmet eden nurânî, mübarek şahsiyetler gelmişler. Bunların karşısına Nemrudlardan, Firavunlardan, Ebu Cehillerden [bilgisizlik] birer tanesi çıkmış, musallat olmuşlar. Vazife-i diniyelerine [dini görev] set çekmeye çalışmışlar. Bu asırda da Nur’ların ve şakirtlerinin [öğrenci] takip ettikleri kudsi hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyeye mason ve komünist ve zındıka güruhları sistemli bir şekilde gayet dessâsâne [hileli ve aldatıcı bir şekilde] hilelerle bütün maddî ve mânevî kuvvetlerini ortaya dökerek çalışmışlar. Risale-i Nur’un müellifi olan ve mübarek ve iman ve Kur’ân abidesi olan Üstadımızı, talebeleriyle birlikte hapislere, zindanlara, menfâlara atarak, onlara, hiçbir asırda emsali görülmemiş işkenceleri, hatta vahşi ve canavarca zulümleri hiç çekinmeyerek yapagelmişler. Üstadımıza,—hayatına son vermek için—defalarca zehir vermişler. İhtilâttan men ederek, şahsî nüfuzunu kırmak için çeşitli yalan ve iftiralar, bir çok kulp takmakla hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek, hem Üstadımızı, hem Nur talebelerini zindanlara sokturmuşlar. Ellerindeki risaleleri mahzenlere [depo] attırmışlarHaşiye Hattâ hapishane içerisinde bile rahat bırakmamışlar. Hususi planlarla içlerine hafiyeler [gizli çalışan, casus] bırakılarak Üstaddan ve Risale-i Nur’dan soğutmaya çalışmışlar. Bilhassa Afyon hapsinde, Üstadımızı kışın en şiddetli günlerinde gayr-ı muntazam bir odada, taban tahtalarının birbirinden bir-iki santim ayrılıklı olan ve pencereleri de tam kavuşmadığı için açık kalan yerlerinde camların bir buçuk-iki milim buz tutmasıyla beraber, bazen de yağan karlar, tipi ve yağmurlar içeriye dolan bir odada birkaç gün sobasız, mangalsız [küçük askerî birlik] ve bazı zamanlarda da gıdasız bırakıldığı gibi zehir de verilerek ölümü beklenilmiştir. Gayet ihtiyar, zayıf ve hasta olan mübarek Üstadın yanına hiçbir talebesi ve hizmetçileri bırkılmamış, saklı ve gizli olarak yanına çıkan

947

talebeleri ve hizmetçileri dövülmüş, işkencelerin en vahşisi tatbik edilmiş, öyle bir ân gelmiş ki, mübarek Üstadın mahkemeye vereceği müdâfaaları talebeleri tarafından yazılmasına izin verilmemiş, gizli olarak yazmak isteyen talebeler de müdür tarafından hakarete uğramışlardır.

Bu işkencelerin ve bu zulüm ve hile prensiplerinin karşısında Kur’ân’ın hakiki hâdimleri olan Nur’un kıymettâr talebeleri, hiç çekinmeyerek, Üstadlarının takip ettiği iman ve Kur’ân yolunda, rızâ-yı İlâhi uğrunda çalışmışlar. İşte bu ağır şerâit [şartlar] altında Denizli Medrese-i Yusufiyesinde [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Meyve Risalesi; [On Birinci Şuâ] Afyon Medrese-i Yusufiyesinde [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] de El-Hüccetü’z-Zehra [güzel ve parlak delil; On Beşinci Şuâ] gibi mühim risaleler yazılmıştır. Ehl-i imana, [Allah’a inanan] bilhassa bu risaleleri okumaları tavsiye olunur.

BEŞİNCİ ŞUÂ:…. 708

Risale-i Nur’un şuâlarının telifinden [kaleme alma] otuz beş sene evvel tab [basma] edilmiş olan Muhakemât-ı Bediiyye’ye tetimme [ek] olmak üzere bir kısım müsveddesi yazılmış olan ve eşrât-ı sâatten bahseden bu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ihtiva ettiği hakikatleriyle çok münkirlerin [Allah’a inanmayan] ağızlarını tıkamakta ve çok mülhidlerin [dinsiz] kulaklarını çınlatmakta ve bir kısım ehl-i inkârın asırlardan beri İslâmın mazisine istihkârâne gönderdikleri nazarlarına mukabil, mazi-i İslâma hayretkârâne [hayret ederek] baktırmakta ve 1300 seneden beri her asırda yaşamış milyonlarla Müslümanların lisanlarında ve meclislerinde mütemadiyen medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] olmuş eşrât-ı sâatten haber veren ihbârât-ı gaybiyeyi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] bu zamanda tebellür ettirerek istihsankârâne [beğenerek] göstermekte ve çok insanların eğrilmiş akidelerini [inanç] düzeltmekte ve istikbal hadisâtını hakikatıyla ve gayet ciddi ve latif bir üslup ile ve gayet doğru olarak hem pek ciddi bir surette ihbar etmekte ve yalnız, yanlış telakki edilmek ihtimalinden dolayı herkese gösterilmesine müsaade edilmeyerek mahrem tutulmakta olan gayet feyyaz bir risaledir.

Bu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] فَقَدْ جَۤاءَ اَشْرَاطُهَا 1 âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] olmakla beraber, bu zamanda akide-i müslîmini vikâye ve şübehattan [şüpheler, tereddütler] muhafaza için yazılmış olup, âhirzamanda vukua gelecek hadisata dair rivayet edilen hadislerin bir kısmının, müteşâbihât-ı [benzer] Kur’âniye gibi derin mânâları bulunduğundan, bu gibi hadislerle ihbar edilen hadisat vukûa geldikten sonra وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۤ إِلاَّ اللهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ 2 âyetinin beşaretiyle [müjde] ilimde rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] sahibi olanlar te’vil ile anlarlar ve ızhar ederler. O vakit mânâ-yı hadisin ihbar ettiği vak’a bilinebilir. Ve maksat ne olduğu anlaşılabilir.

Bu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] bir mukaddime [başlangıç] ile yirmi üç meseledir. Mukaddime [başlangıç] beş noktadır.

Birinci Nokta: İman ve sırr-ı teklif, [imtihan sırrı] ihtiyar dairesinde bir imtihan ve bir tecrübe olduğu için perdeli ve derin ve dakîk [çok ince] ve tecrübeye muhtaç olan nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] me

948

seleler, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] bozulmamak; hem bir seviyede olmayan Ebu Bekir’lerle Ebu Cehil‘ler [bilgisizlik] birbirinden ayrılmak için elbette bedihî [açık, aşikâr] olamaz.

İkinci Nokta: Peygamber Aleyhissalatü Vesselâma bildirilen umûr-u gaybiyenin [gayba ait, bilinmeyen işler] bir kısmı tafsîl iledir. Peygamber-i Zişan Aleyhissalâtü Vesselâm onlara karışamaz, Kur’ân ve hadis-i kudsîler gibi aynen tebliğ eder. Diğer kısmı icmâl [özet] iledir. Tafsilât [ayrıntılar] ve tasviratı [tasvirler, anlatımlar] Peygamber-i Zişana (a.s.m.) aittir. Hem hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] girmeyen cüz’i hâdisât-ı istikbaliye [gelecekteki olaylar] nazar-ı Nübüvvette [Peygamberlik bakışı] ehemmiyetli değildir.

Üçüncü Nokta: İki nüktedir: [derin anlamlı söz]

Birincisi: Avam [halk] nazarında hakikat telâkki [anlama, kabul etme] edilen ve vâkıaya mutabık zuhur etmeyen ve teşbihler ve temsiller suretinde vürûd eden [söylenen, ifade edilen] hamele-i arş [Arş’ın taşıyıcıları] ve hamele-i arz gibi hadislere dâirdir.

İkincisi: Bir cihette hususi bulunduğu halde küllî ve âmm [genel] telakki edilen (meselâ; “Bir zaman gelecek, ‘Allah, Allah’ diyen kalmayacak” diye varid [söylenen, gelen] olan) hadisler hakkındadır.

Dördüncü Nokta: Çok hikmetler ve maslahatlar [amaç, yarar] için Rahmânürrahîmin gizlediği mevt [ölüm] ve ecel muayyen olsa idi, yarı ömr-ü beşer [insan ömrü] gaflet-i mutlaka [bütünüyle umursamazlık, [emirler] âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma] içinde ve daha sonraki ömrü dehşet-i mutlaka [sınırsız bir dehşet hali] içinde geçecek idi. Hem başa gelen musibetlerin vakitleri muayyen olsa idi daha o musibetler gelmeden, gelip geçinceye kadar elem ve ızdıraplarını çektirecekti. Hem muayyen olmayan dünyanın eceli ve bilcümle mahlukatın mevtleri [ölüm] muayyen olsa idi, kurûn-u ulâ ve vustâ büsbütün gaflet içinde, kurûn-u uhrâ [son çağ, dünya hayatının kıyamete yakın son devresi] mezbahaya gider gibi, pek dehşetli bir endişe ve pek müthiş bir elem içinde kalacaktı.

İşte zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zevi’l-idrakin [düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri] bu dehşetlerden kurtulması, hem dünya ve ukbâ[ahiret, öbür dünya] imar etmeleri, hem havf [korku] ve recâ [ümit] ortasında hayatlarını idame etmeleri gibi daha bir çok hikmetler ve maslahatlar [amaç, yarar] için rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] mevt [ölüm] ve eceli ve musibetlerin vakitlerini gizli bırakmıştır.

Hem izn-i Rabbânî [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın izni] ile gaipten haber veren bir kısım ehl-i keşf [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلاَّ اللهُ 1 yasağına karşı hürmetsizlik etmemek için, keşfen müşâhede [görülen, seyredilen] ettikleri hadisât-ı istikbâliyeyi perdeli ve bir derece müphem [belirsiz] olarak işaretlerle ihbar etmişler, hattâ kütüb-ü semâviye [vahye dayanan kutsal kitaplar] Peygamberimizden (a.s.m.) bahsettiği halde, bir derece perdeli olduğu için bir kısım ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] te’vil edip, iman etmemişler.

Fakat itikadât-ı imaniye [imanla bağlantılı inanışlar] böyle değildir. İtikadât-ı imaniyeye giren mesâil-i imaniyeyi [imana dair meseleler] tasrih [açık şekilde bildirme] ile tekrar ile ihbar etmek, hikmet-i teklifin [insanın vazife ve sorumluluğunun hikmeti] muktezasından [bir şeyin gereği] bulunduğu içindir ki, Kur’ân ve Tercüman-ı Zîşanı (a.s.m.) umur-u uhreviyeyi [âhirete ait işler] vâzıhan [açık] ve tekrar ile bildirmişlerdir.

Beşinci Nokta: Deccal asırlarına ait harikalardır. Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) Efendimiz ferman etmişler ki: “Deccal kırk günde dünyayı gezecek.” Bu haber ile, deccal asrında tayyare ve şimendifer [tren] gibi sür’atli nakil vasıtalarının çıkacağını ve yine ferman etmişler ki: “Deccal öldüğü zaman şeytan İstanbul’da Dikilitaş’ta

949

‘öldü’ diye bağıracak, bütün dünya işitecek.” Bu ihbar-ı Nebevi ile o zamanda radyo gibi ses nakleden gayet sür’atli nakil vasıtalarının keşfedileceği bildirilmiş.

Hem yine ferman etmişler ki: Deccalın yırtıcı rejiminin ve teşkil ettiği komitesinin ve kurduğu hükûmetinin ve şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] dehşetli icraâtının, İsevîlerde zuhur edecek hakikî bir dinin hakikat-ı Kur’ân’a iktidâ [tabi olma, uyma] edip ittihad [birleşme] etmesiyle ve Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzul etmesiyle parçalanıp, mahvolacağını ihbar etmişler. Hem her iki deccalın asırlarındaki hadisât-ı acîbeler, onların bahisleriyle alakadar [zigot; döllenmiş hücre] olmasından onlardan sudûr [ortaya çıkma, meydana gelme] edecek zannedilmiş. Hem bir kısım râvilerin [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] yanlış ve hatâ içtihadları metn-i hadise [hadisin metni, sözel kısım] karışmakla hadis zannedilerek, zuhur eden bir kısım vukuât-ı süfyaniye rivâyât-ı hadise muhalif gibi görünmüş. Hem her iki deccalın evsafları [vasıflar, nitelikler] ayrı ayrı iken rivayetlerde iltibas [karıştırma] olmuş. Hem büyük mehdinin vasıfları sabık [daha önceden geçen] mehdilere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadisler müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hükmüne geçmiş olmasından ibarettir.

İkinci Makam: Bu makamın ihtiva ettiği yirmi üç mesele, istikbalden haber veren hadislere âittir. Bu hadislerin mânâları kısmen tefsir, kısmen te’vil, kısmen tabir edilmekle anlaşılır.

Yirmi üç meseleden Birincisi: Bu risale yazıldıktan hayli zaman sonra te’vilini göstermiştir. “Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] bir su içecek, eli delinecek.” Yani, bir nevi su olan rakı içecek ve çok israfâta girecek.

İkincisi: Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfir[“Bu kafirdir”] yazılmış bulunur.

Üçüncüsü: Âhirzamanın müstebid [baskıcı, despot] hâkimleri, hususan deccalın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.

Dördüncüsü: “Âhirzamanda ‘Allah, Allah’ diyecek kalmaz.” Bu hadis-i şerif iki suretle tevil edilmiştir.

Beşincisi: Âhirzamanda deccal gibi bir kısım şahıslar ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâ edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.

Altıncısı: Fitne-i âhirzaman [âhirzaman fitnesi] o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hakim olamaz. Bütün ümmet emr-i Peygamberî [Peygamber Efendimizin emri] (a.s.m.) ile bin üç yüz seneden beri

مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ.. مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ * 1

diyerek duâ etmişler.

Yedincisi: Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] büyük bir âlim olacak, ilmi ile dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşecek ve çok âlimler ona tabi olacak.

Sekizincisi: Deccalın dehşetli mânevî fitnesi İslâmlar içinde olacak ve o fitneden bütün ümmet istiâze [Allah’a sığınma] edecek ve etmiş olacak.

Dokuzuncusu: Süfyanın [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] vukûatı ve istikbale âit hadisâtı Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. Ravilerin yanlış tevillerinin sebebi olduğu izah edilmiş.

950

Onuncusu: Eşhas-ı âhirzamanın [âhirzamanda etkin olan şahıslar] tahribatçı olmalarıyla fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.

On birincisi: “Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret edeck” denilmiş. Bu hadis-i şerifin bir kısım tevili Rusya’da görülmüş.

On ikincisi: Deccalın birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür, denilmiş. Bu, deccalın, altı ayı gündüz, altı ayı gece olan, yani bir günü bir sene olan kutb-u şimâliden çıkacağına, hem bir senede yapılacak icrââtı bir günde yapacağına işaret edilmiş.

On üçüncüsü: İsâ’nın (a.s.) deccalı öldüreceği haber verilmiş.

On dördüncüsü: Deccalın mühim bir kuvveti Yahudilerdir, deccala seve seve tabi olurlar. Bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış.

On beşincisi: Rivayet-i hadiste [Peygamberimizden rivayet edilen söz, emir veya davranışlar] bir kısım tafsilâtı [ayrıntılar] bulunan ve Kur’ân’da icmâlen [özet] bahsi geçen Ye’cüc ve Me’cüc hakkında olup, bu hadis müteşâbih [benzer] olan hadislerden sayılmasıyla mânâsı hem tevil, hem tabir ile bilindiği ve onlar acâib-i seb’a-i âlemden olan Sedd-i Çin’e yakın, mukaddesâtı [kutsal değerler] tanımayan anarşist Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ve Tatar kabileleri olduğu bildirilmiş.

On altıncısı: İsâ Aleyhisselâm, fevkalâde büyük bir minareden daha yüksek bir azamet ve heykelde bulunan deccalı öldürdüğü vakit, kendisi deccala nisbeten çok küçük bulunmasıdır. Bu hadis-i şerifin meâli, deccalın şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ile hakiki din-i İsevi’nin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olarak tefsir edilmiş.

On yedincisi: Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer, fevkalâde bir eşeği vardır.

On sekizincisi: “Ümmetim istikametle [doğru] giderse ona bir gün var. Eğer istikametten [doğru] ayrılsa ona yarım gün var” diye varid [söylenen, gelen] olan ve çok medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] olmuş olan bu hadis-i şerif, âhiret günlerinin bir günü dünyanın bin senesi olması cihetiyle İslâmiyetin yeryüzünde bin sene galibâne devam edeceğine mânâ verilmiştir. Ki, beş yüz sene Abbâsilerin sonuna kadar, beş yüz sene Osmanlıların sonuna kadar devam etmekle bin sene tamam olmuş. Hem Abbâsilerin, hem Osmanlıların siyâsiyyûnları istikameti [doğru] tam muhafaza edemedikleri için, her ikisi de beş yüz sene sonunda kendi vefatlarıyla bu hadis-i şerifin meâlini tasdik etmişlerdir, diye tefsir edilmiş.

On dokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup, Âl-i Beyt-i Nebevî‘den [Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler] çıkacak olan Hazret-i Mehdi (r.a.) hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivâyâtın [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] te’vili ile beraber büyük Mehdi’nin dört ehemmiyetli vazifesinin ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdiler büyük Mehdinin bir kısım vazifelerini bir cihette icra ettiklerini ve Al-i Beyt kadar Şeriat-ı Muhammediye‘yi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) ve hakâik-ı Kur’âniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] (a.s.m.) ihyâ [diriltme, hayat verme] ve ilân ve icrâ eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdinin Al-i Beyt’e mensup kumandanların başında İslâmiyetin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek, âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.

Yirmincisi: Güneşin mağripten [akşam/batı] çıkacağı ihbar edilmiş. Hem zeminde zuhur edecek dâbbetü’l-arz [bir çeşit yerde yaşayan hayvan] garip tabir ile tabir edilmiş.

951

Bu geçen yirmi meseleye ilâve edilmiş üç meseleden;

Birincisi: Hem Hazret-i İsa (a.s.), hem her iki deccala ‘Mesih’ namı verilmesinin ve bütün rivayetlerde

مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ.. مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ * 1

denilmesinin hikmeti izah edilmiş.

İkinci Mesele: “Her iki deccalın harika icraatlarından ve fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden ve bir kısım bedbaht insanların onlara bir nevi ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] isnat etmesinden bahsedilmesinin sebebi nedir?” sualine dört vecihle [yön] verilen cevabın;

Birinci vechi: [cihet, yön, taraf] Haksız olarak muhabbet-i âmmeye mazhar [erişme, nail olma] olan o şahısların nefret-i âmmeye [umumun, genelin nefreti] lâyık oldukları;

İkinci vecih: [yön] Her iki deccalın istibdat [baskı, zulüm] ve zulümde en büyük bir şiddet ve dehşetle hareket edecekleri, hem öyle bir zulüm ki, bir adamın yüzünden yüz köyü birden harap ve binler masumu tecziye [cezalandırma] ve tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ile perişan edecekleri beyan edilmiş.

Üçüncü cihet: Her iki deccal gizli zındıka komünist komitesinin muâvenetini [yardım] ve kadın hürriyeti perdesi altındaki bir komitenin yardımını ve daha başka aldatmak suretiyle elde edecekleri komitelerin müzâheretlerini kazanarak yapacakları gayet kolay tahripkârâne icraâtlarıyla şahıslarında harika bir iktidar görülmesinin sırları izah edilmiş.

Dördüncü cihet: İstidraca mazhar [erişme, nail olma] olan deccalın bütün bütün münkir [Allah’a inanmayan] olduğunu ve bu inkâr-ı mutlakadan [her yönüyle inkârcılıkta bulunma] çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum edeceğini ve yapacağı tahribatın fevkalâde bir iktidar ve bir dehâ eseri zannedileceğini ihbar edip, kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman [iman aydınlığı] ve meş’ale-i Kur’ân’la hakikat-ı hali [bir durumun gerçek yönü] göreceğini ve o çok dehşetli tahribatı tamire çalışacağını tebşir [müjdeleme] eder.

Üçüncü Mesele: Medar-ı ibret [ibret kaynağı] üç hadisedir.

Birincisi: Hazret-i Ömer’in (r.a.) deccalın suretine karşı gösterdiği hiddet ve adavete [düşmanlık] mukabil, deccalın Hazret-i Ömer’i (r.a.) senâkârane medh etmesidir.

İkincisi: İslâm deccalı kendisiyle alâkadar zannettiği ve içerisinde

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فىِۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * 2

âyeti bulunmasından وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ 3 sûresinin mânâsını tekrar tekrar soracağını, halbuki bu sûrenin komşusu olan İkrâ sûresinde اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى 4 cümlesi

952

mânâsıyla o deccalın harekâtına ve cifrî makamıyla o deccalın tam tarihine baktığını ve insan ism-i umumiyesiyle de şahsından haber verdiğini ihbar etmiştir.

Üçüncü hadise: “İslâm deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş. Bu rivayet, tefsir ile anlaşılmakla beraber, hem bu rivayet zamanında Türklerin vatanı Horasan olduğunu haber verir. Hem de medar-ı şükran [şükrü gerektiren] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ihbar eder ki, o İslâm deccalı İslâmiyetin bir kısım şeâirine [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] karşı yedi yüz sene müddet zarfında İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şerefşiâr, bârikaasâ bir elmas kılıç olan Türk milletini ve Türkçülüğü muvakkaten [geçici] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edeceğini ve fakat tam muvaffak olmayarak, geri çekileceğini ve kahraman ordu, dizginlerini onun elinden kurtaracağını rivayetler haber veriyor diye beşaret [müjde] verir.

Hüsrev

ON BEŞİNCİ ŞUA:…. 733

El-Hüccetü’z-Zehra‘nın [güzel ve parlak delil; On Beşinci Şuâ] kısa bir fihristesi:

İman hakikatlerinden bir cihette mahrum kalan hapislerin imanlarını kurtarmak için Üstad Hazretleri, Eskişehir’de Otuzuncu Lem’a [parıltı] ve İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] gibi beş-altı mühim risaleleri; Denizli’de Meyve Risalesini; [On Birinci Şuâ] Afyon Medrese-i Yusufiyesinde [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] de el-Hüccetü’z-Zehra‘yı [güzel ve parlak delil; On Beşinci Şuâ] telif [kaleme alma] etmişlerdir. Bu risale zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve pek geniş olmakla beraber iki makamdır.

BİRİNCİ MAKAMI:…. 733

Üç kısımdır.

Birinci kısmı: Dehşetli bir şekilde Allah’ı ve âhireti inkâr eden ve unutan cereyanların nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı olan gazeteleri okuyan biçare gençlerin ve ihtiyarların ve Medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bulunan hapislerin iman-ı Billahtan [Allah’a iman] mevcudiyet ve vahdâniyet-i İlahiyeye dair gayet kat’i ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları olduğundan, her sabah namazından sonra okunan ve bir rivayette İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mertebesini taşıyan, tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ve tevhid-i âzam olan

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَيَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 1

şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tevhidin on bir kelimesi olup, herbir kelimesinde bir bürhan-ı Vücub-u Vücud ve Vahdet-i Rabbaniye; hem on bir müjde gayet parlak, güneş gibi tafsilâtıyla [ayrıntılar] gösterilmektedir.

İkinci kısım: Bu kısım da birinci kısım tarzında yazılmıştır ki, Fâtiha-i [başlangıç] Şerife denizinden bir katre [damla] ve güneşin elvân-ı seb’asından [yedi renk] bir tek lem’a [parıltı] olarak muhta

953

sar bir şekilde beyan olunmaktadır. نَعْبُدُ 1 nûn’undaki seyahat-ı hayaliye ve Rümuzât-ı [ince işaretler] Semâniye’de ve İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinde ve Nûr eczâlarında bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hazinenin pek çok tatlı ve gayet güzel nükteleri [derin anlamlı söz] yazıldığı gibi, Hüccetü’z-Zehrâ’nın [delil] ikinci kısmını teşkil eden bu risalede yalnız imanın rükünlerine [esas, şart] ve hüccetlerine [delil] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 2 ilâ âhir.. [sonuna kadar] âyetinin sekiz kelimesi ile ve herbir kelimesinde bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] kadar mânâ ve hüccet [delil] taşıyan ve küfrün [inançsızlık, inkâr] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ejderlerinden imanı kurtaran ve ehl-i imana [Allah’a inanan] ebedi saadeti kazandıran gayet hayattâr bir tiryâk ve ebedî ve sönmez bir nûr-u dâimi olarak yazılmıştır.

Üçüncü kısım: Namazdaki Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] mânevî emriyle ve اَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ 3 hakikatının feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namaz içindeki teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] dahi وَأَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 4 cümlesinin delâletiyle ve mânevî ihtarıyla ve Sûre-i Feth’in âhirinde

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ * 5

ilâ âhir.. [sonuna kadar] olan ve beş mucize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla Üçüncü Kısım yazılmıştır. Bu kısmın tafsilâtı [ayrıntılar] ve senetli hüccetleri [delil] Zülfikâr Mecmuasında ve Arabi Hızbü’n-Nûriyye’de mevcuttur. Bu risale dahi yalnız muhtasar [kısa] üç işaretle, nev-i beşerin Üstad-ı Âzamı (a.s.m.) ve en büyük Peygamberi (a.s.m.) ve kâinatın Fahr-i Âlemi [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 6 hitabına mazhar [erişme, nail olma] ve hakikat-ı Muhammediyesi (a.s.m.), sebeb-i hilkat-i âlem [âlemin yaratılış nedeni] olan Peygamberimiz Efendimizden (a.s.m.) bahisle yazılmıştır.

İKİNCİ MAKAM:…. 780

Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] âhirinde ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] ve istikamet [doğru] ile ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyânın muvazenesine [karşılaştırma/denge] işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin [karşılaştırma/denge] menbaı [kaynak] olan

954

âyetin bir hakikatını ve Sûre-i Nur’dan اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 ilâ âhir.. [sonuna kadar] ve اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ 2 ilâ âhir.. [sonuna kadar] âyetiyle beraber o muvazeneyi [karşılaştırma/denge] نَعْبُدُ 3 mu’cizesinin beyanında dünya seyyâhı Halıkını [her şeyi yaratan Allah] aramak, bulmak, tanımak için kâinatın bütün envâından [tür] ve mevcudâtından [varlıklar] otuz üç yol ile ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinde kat’i ve gayet parlak burhanlarla [delil] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bulduğu gibi, o ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve bir temsil mânâsında olan seyâhat-ı hayâliye ile girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan üç tabakasının kuvve-i akliye [akıl duygusu] cihetinde bir misali, gayet muhtasar [kısa] beyan edilmiştir.

اَللهُ اَكْبَرُ cümlesinin otuz üç mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelecek Arabî fıkranın [bölüm] bir nevi tercümesi içinde kısa işaretlerle ulemâyı ilm-i kelâmı ve akîde [inanç] ulemâsını pek çok meşgul eden “ilim ve irâde ve kudret-i İlâhiye“nin [Allah’ın güç ve iktidarı] kâinattaki cilveleriyle, onları aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] imanla tasdik ve onlarla Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcudiyetini ve vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] bedâhetle [açıklık] ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile tasdik edip, tam iman etmekle yol açan bu Arabî fıkradır. [bölüm]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا * 4

اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا إِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَىْءٍ

ilâ âhir[sonuna kadar]

Emirdağlı

Nur Talebeleri

BİRİNCİ ŞUÂ:…. 837

1350 tarihinden sonra gözleri kamaştıran ziyâ-i fâaliyetle nev-i beşerin mühim bir kısmını kendine teshir [boyun eğdirme] eden ve edecek olan Risale-i Nur Külliyatından Otuz Birinci Lem’a‘nın [parıltı] Birinci Şuâ’ı işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] olup, bu Şuâ’ın fevkaladeliğini gösteren ve sisli bir asırda semlenmekte olan nev-i beşeri idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] alıp hayat-ı bakiyeye ve boğucu bir zulmetten çıkarıp, halaskâr bir nura atlatan

955

ve “Risale-i Nur” ismiyle müsemma kılınan Külliyat-ı Nuriye’ye mânen ve makamen [makam yönünden] ve cifren bakan ve böyle müşevveş [dağınık, karışık] bir zamanda o Nurun intişarını [açığa çıkma, yayılma] ve kıymetini sarahat [açıklık] derecesinde haber veren 33 âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] bu risalede münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Yalnız beş âyet nümune olarak bu fihristede dercedildi. [yerleştirme]

Birincisi: …. 839

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۤ إِلاَّ اللهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ 1 ilâ âhir [sonuna kadar] âyeti olup, mânen Risale-i Nur’u gösterdiği gibi, makam-ı cifrisi dahi 1344 olmakla bu tarihte Risale-i Nur’dan daha ziyade bu vazife-i kudsiyeyi [kutsal vazife] müşkil [zor] şerait içinde ve ağır tazyikat [baskılar] altında sebatkarâne [kalıcı olma, sabit kalma] ifâ eden başkası görülmediğinden; ve Kur’ân’ın müteşâbihlerini [benzer] ehl-i ilhad [dinsizler] hilaf-ı hakikat te’vilât ile tahrife başladığı hengâmda, [ân, zaman] hakiki bir taife Kur’ân’ın müteşabihatını [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] vaktinde ve yerinde tefsir ve tabir ettiklerinden Kur’ân onlara birkaç cihetlerden hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eder.

İkincisi:…. 845

اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ 2 şu âyet 1350 olan makam-ı cifrisiyle ve gayet mu’ciz ve mûciz olan mânâsıyla o tarihleri muteâkip ehl-i ilhad [dinsizler] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tecavüzatlarından [tecavüzler, saldırılar] ârız [ortaya çıkma] olacak yılgınlığı ref’ [kaldırma] ve izale [giderme] ve Risale-i Nur nâşirinin [neşreden, yayan, yayınlayan] galibiyetiyle neticeleneceğini, çok hakikatdârâne, hoş bir eda ile nazargâh-ı âmmeye vaz’ [koyma, yerleştirme] eder.

Üçüncü âyet:…. 846

وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰۤى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ 3 ilâ âhir[sonuna kadar] Şu âyet ahkâm-ı zahiresiyle Şeriat-ı Garrâ-i [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] Ahmediyenin (a.s.m.) taharete [temizlik] müteallik [alakalı, ilgili] bir meselesini beyan etmekte olup, makam-ı cifrisi de bid’at ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hemen tekemmül [mükemmelleşme] etmekte olduğu 1357 tarihine tevafuk ile, kemâlin zevali [geçip gitme] sırrına, mazhariyetle beraber, şimdiye kadar ne görülmüş, ne işitilmiş, ne bilinmiş-tabir hata değilse-bâkir bir mânâsını yâr ve ağyârın bilâ-itiraz şu zamanda itiraf edecekleri ve kat’iyen [kesinlikle] inkâra mahal bulamayacakları gayet hikmettâr ve kıymettâr bir mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olarak çok ehemmiyetli, şu asrın bir vechini [cihet, yön, taraf] açar. Ve gayet merakâver [merak uyandıran] olmakla mütâlaâya lâyık ve sezâdır. [layık] Hem şu devirde bir cihette mânâ-yı işâriyle [işaretlerle ifade edilen mânâ] nazar-ı Kur’ân Risale-i Nur’a tam bakar gibidir” demek, mübâlağa değildir. Belki hak ve ayn-ı hakikattır. [hakkın ta kendisi]

Dördüncüsü:…. 847

Beşinci mertebedeki

956

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ… * 1

âyetidir ki, pek zahir bir işaretle hem cifir, hem mânâca Risale-i Nur’a ve tercümanına bakar.

Beşincisi:…. 847

Birinci mertebedeki Âyetü’n-Nur [Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti] olan

مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ * 2

ilâ âhir [sonuna kadar] ki, cifri ve mânâ cihetinde on vecihle [yön] Risale-i Nur’a bakar ve baktırır. Diğer üç-dört âyet de, Risale-i Nur’un sâdık şakirtleri [öğrenci] ehl-i cennet olacaklarını ve imanlarını kurtaracaklarını ve imanla kabre gireceklerini müjdeli işaret veriyorlar.

Bu Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] risalesi bir derece setredilmesi [örtme] ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmemesi tavsiye edildiğinden, bu kısacık nümune ile iktifa [yetinme] edildi.

M. Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

SEKİZİNCİ ŞUÂ:…. 885

Bu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] İmam-ı Ali’nin (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye’sinde üçüncü bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak Risale-i Nur’un en nâmdar risalelerini sekiz remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ile gösterdiğine dairdir.

Birinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Risale-i Nur’u tasrih [açık şekilde bildirme] eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً 3 fıkrasından [bölüm] sonra Süryâni lisanıyla Esmâ-i Hüsnâ‘dan [Allah’ın en güzel isimleri] istimdât ve suver-i Kur’âniye [Kur’ân’ın sûreleri] ile Münâcâtta [Allah’a yalvarış, dua] tam otuz üç sûre ile Risale-i Nur’un mebdei [başlangıç] ve çekirdeği olan Otuz Üç Söz’ün adedine garip ve manidar işaret ettiğini ve yirmi dokuzuncu mertebede وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile kıyamet ve haşri ispat eden ve harika hüccetleriyle [delil] iştihar eden [meşhur olan] ve gözle görünen bir kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] meydana çıkan Yirmi Dokuzuncu Söz‘e [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] makam ve mânâ itibariyle kuvvetli bir tarzda ve hiçbir itiraza ve vesveseye meydan bırakmayarak parmak bastığını; hem otuzuncu mertebede وَ بِا لذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kısmıyla, Otuzuncu Söz nâmındaki Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.)

957

meslek ve ahvâl-i ruhiyesinin [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] rûhu olan ahkâm-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hükümleri] ve kudret-i Rabbâniyeyi [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] ispat ve maddiyyûnları susturan Zerrât [atomlar] Risalesine kuvvetli bir müşâbehet-i mânâ ile işaretini ispat eder. Hem Otuz Birinci Mertebede وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى 1 cümlesiyle sarahata [açıklık] yakın bir tarzda Mirac-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] (a.s.m.) delail-i akliye ile gayet makul ve kat’i bir surette ispat eden Otuz Birinci Söze hem sûre-i 2 اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas [alıntı] ederek Otuz Birinci Mertebenin akabinde tekrar edilen وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ 3 fıkrasiyle [bölüm] Otuz Birinci Sözün zeyli [ek] olan Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] risalesine sarahata [açıklık] yakın işaretini gösterir.

Hem Otuz İkinci Mertebede وَبِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَاٰيَةً 4 kısmıyla zerreden şemse kadar âlem-i asğar ve âlem-i ekberden [en büyük âlem] şirki tard [kovma] edip tesis-i ahkâm-ı Kur’âniyeyi ve rabıta-i Muhammediyeyi (a.s.m.) bina eden ve kuvvetli bir i’câz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın mu’cize oluşu; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü] olan Otuz İkinci Söze işaretini ispat eder.

Hem Otuz Üçüncü Mertebede

وَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى * عَلٰى كُلِّ مَااَنْزَلْتَ كُتُبًا تَفَضَّلَتْ * 5

kelamıyla Otuz Üç adet Mektubat’a işaret eder.

İkinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alara [parıltı] işareti içinde Şuâlar’a da bakarak وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ 6 deyip Kur’ân’ın Âyetü’l- Kübrası olan

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 7

âyetinin hakikat-ı kübrâsını [büyük hakikat] ve tefsir-i ekberini [büyük tefsir] gösteren tevhid ve vahdet-i İlâhiyeyi [Allah’ın birliği] kat’i burhanlarla [delil] ilân eder. Ve bütün Risale-i Nur’un mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] aynasında gösterip o cihette Risale-i Nur’un fihriste-i ekberi olan ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i fennin [bilim adamları] son ve en büyük bildikleri ve buldukları çok müşkilat [zor] içinde ve dâr [yer] bir mevkide eflâkı [felekler, âlemler] seyreden dürbünlerine mukabil çok geniş mevkilere müşkilatsız [zor] bir tefekkürle seyr-i eflak ettiren bir mânevî dürbün-ü Kur’âniye ve her yerde su

958

çıkarıp içiren Âsâ-yı Mûsa namını alan ve Âyetü’l-Kübra risalesi olan Yedinci Şuâ’ya işaretini ispat edip gösterir.

Hem üçüncü mertebe-i tâdâdında [sayı saymadaki sıra] kıyamet ve leyle-i Beraete bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ 1 deyip mânâ-yı işarisiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izâle eden ve leyle-i Beraet’in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söze işaretini gösterir.

Hem on dokuzuncu sûre olan Suretü’n-Nur’a bakıp

بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا * عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ * 2

fıkrasıyla [bölüm] Risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) dair olan On Dokuzuncu Söze ve Mucizat-ı Ahmediyeyi [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizelerin anlatıldığı risale olan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yakinen, belki bilmüşâhede sikke-i i’câziyle [mu’cizelik damgası] gösteren On Dokuzuncu Mektub’a; Sûre-i Nur’daki âyet-i nurun [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] Zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] ile (a.s.m.) hususiyeti münasebetiyle o mertebelerde o risalelere baktığını gösterir.

Üçüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ * 3

بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ * بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ * 4

fıkralarıyla [bölüm] Risale-i Nur’un üç mühim sırrını beyan ile Risale-i Nur’un başında mührünü gösterir.

Dördüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Yirmi beşinci mertebede بِتَمْلِيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ deyip, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzlarını [mu’cize oluş] beyan ve Kur’ân’ın kırk vecihle [yön] mu’cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz’e işaretini, hem yirmi altı ve yirmi yedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا deyip, Yirmi Yedinci Söz’ü ve Sahabeler hakkındaki mühim zeylini [ek] irade ettiğini ve işaretini gösterir.

Beşinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ اِنْطَوَتْ

der. Sözler’in fatiha[açılış kısmı, baş, baş kısım] olan Birinci Söz nâmında Bismillah Risalesine, hem

959

بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla [bölüm] fütuhât[fetihler, yayılmalar] İslâmiyeden gaybî haber veren ve bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’âniyeyi [Kur’ân harflerinde gizli olan sırlar] beyan eden “Rumuzât-ı Sermâniye” namındaki sekiz küçük risalelere işaretini ispat eder.

Altıncı Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] On iki Süryani isimlerle, bidâyette [başlangıç] iştihar ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eden ve On İki Söz namında on iki küçük risalelere, sâir sarih [açık] ve kat’i işaret ve delil ve emare ve karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] delâletiyle bu süryani isimlerin bu küçük risalelere işaretini gösterir.

Yedinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ * وَبِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا * وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ * 1 ….

cümlesiyle Otuzuncu Lem’a [parıltı] olan altı Nükte-i Esmâ risalesine; [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] hem حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ 2 kelimesiyle Otuz Birinci Lem’a‘nın [parıltı] birinci Şuâı olan ve otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin Risale-i Nur’a işaretini ispat eden ve birer mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] hükmünde bulunan risaleye işaretlerini gösterip, ispat eder.

Sekizinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Evvelâ iki sual-cevap ile mühim bir hakikatı beyan eder. Şöyle ki:

Bütün kıymettâr kitaplar içinde Risale-i Nur’un Kur’ân’ın işârât [işaretler] ve iltifatına ve evliyâ-i izâm’ın takdir ve tebşir [müjdeleme] ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] vech-i ihtisasını; [özel mazhariyetin sebebi] hem Risale-i Nur’un bilfiil harikulâde olarak bu asr-ı zulmet ve vahşet ve dehşette düşmanlarına karşı mukavemeti ve resâneti ve mü’minlere karşı şefkat ve himayeti ve talebelerine iksir-i nûr ve veraset-i nübüvvetle [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] harika bir surette hakikat tedrisi [öğrenim, eğitim] ve ilim ihdâsı ve Muhyi ismine mazhariyetle ölü kalblerin dirilmesi Risale-i Nur’un bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve bizlere ehl-i imana [Allah’a inanan] bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve bir in’âm-ı Rabbanî olduğundan izharı [açığa çıkarma, gösterme] tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olduğunu delilleriyle ispat ve beyan edip, hususi kanâatinden tevellüd [doğma] eden çok emareler ve karinelerden [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] üçünü zikirle keramet-i Aleviyeyi tasdik ve teshir [boyun eğdirme] edip, hâtime [son] verir.

Otuz Birinci Mektup’un Otuz Birinci Lem’a‘sının [parıltı] otuz bir meselesinden Birinci Meselesi:

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً 3 hadis-i şerifinin ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’inden tarihçe musaddak [doğrulanan] beş lem’a-i i’câziyesini [mu’cizelik parıltısı] beyan etmekle, Lisânü’l-Gayb Habib-i Rabbi’l-Âlemin ve Seyyidi’l-Murselin ve Fahrü’l-Âleminin [gurur, övünme] kısacık bir kelâmında

960

beş lem’a-i i’câzı [mu’cizelik parıltısı] bir mirsad-ı tefekkür [tefekkür ve gözlemleme aracı] olarak göstermekle, sâir cevâmiü’l-kelâm olan hadislere nazarı çeviren mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir meseledir.

رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ مِنَّا بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ، وَبِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ، وَبِحَقِّ اَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى، وَبِحُرْمَةِ اَسْمَۤائِكَ اْلاَعْظَمِ، وَبِحَقِّ رِسَالَةِ النُّورِ يَا اِلٰهَنَا يَا رَبَّنَا يَا خَالِقَنَا فَاعْفُ عَنَّا كَمَا يَلِيقُ بِعَفْوِكَ بِكَرَمِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اٰمِينَ

Hafız Ali

(Rahmetullâhi Aleyhî

Rahmeten Vâsiaten) [geniş]