SÖZLER – Lemeât -1 (941-974)

941

 Lemeât

مِنْ بَيْنِ هِلاَلِ صَوْمٍ وَهِلاَلِ الْعِيدِ * 1

Çekirdekler Çiçekleri

Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] küçük bir mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] ve imanî bir divandır.

 Müellifi:

Bediüzzaman Said Nursî

 Tenbih

BU Lemeât [Lem’alar isimli eser] namındaki eserin, sair divanlar gibi, bir tarzda, bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi, eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalâta, mizansız [ölçü] hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi [kardeş çocuğu, yeğen] gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî [iman dersi] ve Kur’ânîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki, nazma [diziliş, tertip] ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali [meşgul olma, uğraşma] de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 2 sırrının bir nümunesini gösteriyor.

942

Bu eser, birçok meşâğil [meşguliyetler] ve Dârü’l-Hikmetteki [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] vazife içinde, yirmi gün Ramazan’da, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle, manzum [düzenli] gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum [düzenli] bir sahife on sahife kadar müşkül [zorluk] olduğu cihetle, birden, dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab’edilmiştir. [baskı basma] Bizce Risale-i Nur hesabına bir harikadır. Hiçbir nazım[diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] divan bunun gibi tekellüfsüz, [zahmetsiz] nesren [düz yazı gibi] okunabilir görülmüyor. İnşaallah bu eser bir zaman Risale-i Nur Şâkirdlerine [Allah’a şükreden] bir nevi mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risale-i Nur’un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] nev’inden müjdeli bir fihrist hükmündedir.

Risale-i Nur şakirdlerinden [talebe, öğrenci]

 Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev

 İhtar

اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ * 1

kaidesiyle, ben dahi nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve kafiyeyi [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] bilmediğimden, ona kıymet vermezdim. Safiyeyi [saf, açık ifade] kafiyeye [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] feda etmek tarzında hakikatin suretini nazmın [diziliş, tertip] keyfine göre tağyir [değiştirme] etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] nazımsız [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] kitapta, en âli [yüce] hakikatlere en müşevveş [dağınık, karışık] bir libas [elbise] giydirdim.

Evvelâ, daha iyisini bilmezdim. Yalnız mânâyı düşünüyordum.

Saniyen, [ikinci olarak] cesedi libasa [elbise] göre yontmakla rendeleyen şuarâya [şairler] tenkidimi göstermek istedim.

Salisen, [üçüncü olarak] Ramazan’da kalble beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûp ihtiyar edildi.

Fakat, ey kàri, [okuyucu] ben hata ettim, itiraf ederim; sakın sen hata etme. Yırtık üslûba bakıp, o âli [yüce] hakikatlere karşı dikkatsizlikle hürmetsizlik etme.

943

 İfade-i Meram

Ey kàri! Peşinen bunu itiraf ederim ki, san’at-ı hat [hat, yazı sanatı] ve nazımda [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] istidadımdan [kabiliyet] çok müştekîyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ise, ömrümde bir fıkra [bölüm] yapamamıştım. Birden bire, zihnime, nazma [diziliş, tertip] musırrâne [ısrarlı bir şekilde] bir arzu geldi. Sahabelerin gazevâtına [gazveler, savaşlar] dair Kürtçe Kavl-i Nevâlâ Sîsebân1 namında bir destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] vardı. Onun ilâhi tarzındaki tabiî nazmına [diziliş, tertip] ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus, onun tarz-ı nazmını [şiir tarzı] ihtiyar ettim, nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] için kat’iyen [kesinlikle] tekellüf [külfet, zahmet] yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz, nesren [düz yazı gibi] okuyabilir. Hem nesren [düz yazı gibi] olarak bakmalı, tâ mânâ anlaşılsın. Her kıt’ada [dünyanın kara paçalarından her biri] ittisal-i [bağlanma; bağlantı, ilişki] mânâ vardır; kafiyede [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] tevakkuf [durağan olma] edilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] de kafiyesiz [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] olur; nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] da kaidesiz olur. Zannımca, lâfız [ifade, kelime] ve nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânâdan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.

Şu eserimde üstadım Kur’ân’dır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kàri, [okuyucu] müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur. Beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazan’ın feyziHaşiye olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah [Allah dilerse] din kardeşimin kalbine tesir eder de, lisanı bana bir dua-i mağfiret [Allah’ın bağışlaması için yapılan dua] bahşeder veya bir Fâtiha [başlangıç] okur.

ba

944

 Ed-Dâî

1Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den yetmiş dokuz emvat [ölüler] 2 bâ-âsâm [günahlarla birlikte] âlâma. [elemler, acılar]

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor 3 hüsrân-ı İslâma. [İslâmın maruz kaldığı tehlikeler]

Mezar taşımla pür-emvat [ölülerle dolu] enîndar [iniltili, inleyen] o mezarımla
Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma. [yakın gelecekteki âhiret sahası]

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya
Bâhem [Asya kıtası] olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma. [İslâmın temiz ve pâk eli]

Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir [imanın bereketli eli] emn ü eman [eminlik, korkusuzluk] ile enâma. [halk, insanlar]

ba

945

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 
وَالصَّلٰوةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

 Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı

Şu kâinat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] şehadetle müsebbihtir, [tesbih eden] muvahhiddir. [Allah’ın birliğine inanan] Evet tevhid-i Rahmân’la, büyük bir sesle zâkirdir [zikreden] ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 2

Bütün zerrât [atomlar] hüceyrâtı, [hücrecikler] bütün erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve âzâsı birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O dillerde tenevvü [çeşitlenme] var, o seslerde merâtip [mertebeler] var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı [ses] ki: لاَ اِلٰهَ اِل هُوَ

Bu bir insan-ı ekberdir; [büyük insan] büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerrâtı [atomlar] küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu âlem halka-i zikri [zikir halkası] içinde okuyor aşri, şu Kur’ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh [ruh sahibi] eder fikri ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık [konuşan] burhan, [delil] bütün âyât sadık lisan, şuâât [ışınlar, parıltılar] barika-i iman, beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

946

Kulağı ger [eğer] yapıştırsan şu Furkan‘ın [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] sinesine; derinden tâ derine, sarihan [açık] işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1

O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis [cana yakın] ve mukni [ikna edici] ve burhanla [delil] mücehhezdir. [cihazlanmış, donanmış] Mükerrer der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu burhan-ı münevverde, [nurlu, parlak delil] cihât-ı sittesi [altı yön] şeffaf ki üstünde münakkâştır müzehher [çiçeklerle bezenmiş] sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] içinde parlayan nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, altında nesc [dokuma] olmuş mühefhef [narin, ince, nazik] mantık ve burhan, [delil] sağında aklı istintak, [konuşturma] mürefref [dalları sallanan nazik, lâtif ağaç gibi] her taraf, ezhan [zihinler]Sadakte[“doğru söyledin”] der ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Yemîn [sağ taraf] olan şimalinde [kuzey] eder vicdanı istişhad. [şahid gösterme] Emâmında [ön taraf] hüsn-ü hayırdır, [hayrın güzelliği] hedefinde saadettir. Onun miftahıdır [anahtar] her dem [an, vakit] ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Emâm [ön taraf] olan verâsında [arka taraf] ona mesned [dayanak] semâvîdir ki vahy-i mahz[Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] Rabbânî. Bu şeş [altı] cihet ziyadardır, [ışıklı] burûcunda [burçlar] tecellîdar ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, vesvese-i sârık, [hırsız vesvese] bâvehim [vehim ve korku ile, şüpheyle] şüphe-i târık, [hırsız şüphe] ne haddi var ki o mârık [dinsiz, hak dinden çıkan] girebilsin bu bârık [parıltılı] kasra. [köşk, saray] Hem şârık [parlayan] ki sur sûreler şâhık, [yüce, yüksek yapı] her kelime bir melek-i nâtık [konuşan melek] ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] nasıl bir bahr-i tevhiddir. [tevhid denizi] Birtek katre, [damla] misal için birtek Sûre-i İhlâs; fakat kısa birtek remzi, [ince işaret] nihayetsiz rumuzundan… [ince işaretler] Bütün envâ-ı şirki [şirk çeşitleri]

947

reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, [isbat edilmiş, sabit] şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ 1 karinesiz [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün [belirleme] var. Ey, لاَ هُوَ اِلاَّ هُوَ 2

Şu, tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn [doğru görüşlü] nazar tevhide müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olursa der ki: لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 3

İkinci cümle: اَللهُ اَحَدٌ 4 dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. [açık şekilde bildirme] Hakikat, hak lisanı der ki: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ 5

Üçüncü cümle: اَللهُ الصَّمَدُ 6 dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. [içinde inci bulunan kabuk] Birinci dürrü: [inci] tevhid-i rububiyet. [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ 7

İkinci dürrü: [inci] tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser [yer, dünya] kâinatta, vücut ve hem bekâda, müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] ihtiyaç lisanı der ki: لاَ قَيُّومَ اِلاَّ هُوَ 8

Dördüncü: لَمْ يَلِدْ 9 dir. Bir tevhid-i celâli müstetirdir. [gizli, örtülü] Envâ-ı şirki [şirk çeşitleri] reddeder, küfrü [inançsızlık, inkâr] keser bîiştibah.

948

Yani tagayyür, [başkalaşım, değişme] ya tenasül, [üreme] ya tecezzî [bölünme, parçalanma] eden elbet ne hâlıktır, [her şeyi yaratan Allah] ne kayyumdur, ne ilâh.

Veled [çocuk] fikri, tevellüd [doğma] küfrünü [inançsızlık, inkâr] لَمْ 1 reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah. [yolunu şaşırmış]

Ki İsâ (a.s.), ya Üzeyr’in, ya melâik, [melekler] ya ukûlün [akıllar] tevellüd [doğma] şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh. [zaman zaman]

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ 2 Bir tevhid-i sermedî [sürekli var olan yaratıcının birliği] işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, [eski] ezelî olmazsa olmaz İlâh.

Yâni, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, [doğma] ya bir asıldan münfasıl [ayrılmış] olsa, elbette olmaz şu kâinata penah. [sığınak, dayanak]

Esbabperesti, [sebeplere tapan] nücumperestlik, [yıldızlar] sanem-peresti, [put] tabiatperestlik şirkin birer nev’idir; dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] birer çâh. [kuyu, çukur]

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ 3 Bir tevhid-i câmi‘dir. [çok kapsamlı ve herşeyi içine alan tevhid anlayışı] Ne zâtında nazîri, [benzer] ne ef’âlinde [fiiler, davranışlar] şerîki, ne sıfâtında şebîhi [benzer] لَمْ lâfzına [ifade, kelime] nazargâh. [bakılacak yer]

Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, [delil] müselseldir [silsile halinde, zincirleme] berâhin, [deliller] müretteptir [bağlantılı, dizili] netâic [neticeler] şu sûrede karargâh.

Demek şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde [boy ölçüsü] müselsel, [silsile halinde, zincirleme] hem mürettep [bağlantılı, dizili] otuz sûre münderiç; [içine konulmuş, yerleştirilmiş] bu bunlara sehergâh. [seher vakti; toplanma yeri] لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 4

• • •

949

Sebep sırf zâhirîdir

İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i [etek] tesir-i hakikî [gerçek tesir] olaHaşiye kudret eserinde.

• • •

Vücut âlem-i cismanîde [maddî âlem] münhasır değil

Vücudun hasra gelmez [sayılamayan] muhtelif envâını, [tür] münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

Âlem-i cismanî [maddî âlem] bir tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] perde gibi şule-feşan [gür ışık/alev] gaybî avâlim [âlemler] üzerinde.

• • •

Kalem-i kudrette [Allah’ın kudret kalemi] ittihad, [birleşme] tevhidi îlân eder

Eser-i itkan-ı san’at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe [açık bir şekilde] reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; [kudretin kendisi] hilkatin [yaratılış] her noktasında bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] reddeder vesaitin [araçlar, vasıtalar] vücudunu.

• • •

Birşey herşeysiz olmaz

Kâinatta serbeser [baştan başa] sırr-ı tesanüd müstetir, [gizli, örtülü] hem münteşir. [yaygın olan] Hem cevânibde tecavüb, [birbirine cevap verme] hem teâvün [yardımlaşma] gösterir.

Ki yalnız bir kudret-i âlemşümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] her satırıyla her harfi hayy; [diri, canlı] ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.

950

Her nereden gelirse gelsin, nidâ-i hâcete [ihtiyaç sesi] lebbeyk-zendir; [“buyurun, emredin efendim”] sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] namına etrafı görüştürür.

Zîhayat [canlı] her harfi, herbir cümleye müteveccih [yönelen] birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.

• • •

Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi [sistemin istikrarı, kararlılığı] içindir

Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin müncezip [cezbedilmiş, çekilmiş] seyyar olan yemişleri.

Ger [eğer] sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada [uzay] muntazam meczupları. [cezbedilmiş, çekilmiş]

• • •

Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur [bağlı]

Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka güneşi, hem kehkeşi [samanyolu galaksisi] halk eylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] nazm [diziliş, tertip] eylemiş.

Gözde rü’yet, [görme] midede hem ihtiyacı derc [yerleştirme] edendir mutlaka semâ gözüne ziya sürmesi çekmiş,

Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

• • •

Kâinatın nazmında [diziliş, tertip] büyük bir i’caz [mu’cize oluş] var

Kâinatın gör ki telifinde [kaleme alma] bir i’caz [mu’cize oluş] var. Ger [eğer] bütün esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] bi’l-farzı’l-muhal [imkansız olan bir şeyin olduğunu varsayarak]

Ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar, [dilediğini yapmakta serbest olan]

O i’câza [mu’cize oluş] karşı nihayet acz ile bil’imtisal [uygulayarak]

Ederek secde ki:

سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ فِينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدِيرُ اْلاَزَلِىُّ ذُوالْجَلاَلِ * 1

• • •

Kudrete nisbet herşey müsavidir [eşit]

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 2

951

Bir kudret-i zâtiyedir, [iktidar; temel, öznel kudret] hem ezelî; acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez.

Onda merâtip [mertebeler] olmayıp, mevâni [maniler, engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez. İsterse küll, [bütün] isterse cüz, nisbet tefavüt eylemez.

Çünkü herşey bağlıdır herşey ile. Herşeyi yapamayan birşeyi de yapamaz.

• • •

Kâinatı elinde tutamayan zerreyi halk edemez

Tesbih gibi nazmeyleyip [diziliş, tertip] kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücumu, [yıldızlar] hasra gelmez, [sayılamayan]

Şu fezanın [uzay] başına, hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.

Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-yı halk [yaratma iddiası] edip iddia-yı icad edemez.

• • •

İhya-yı nev’, ihya-yı [diriltme] fert gibidir

Mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir nevm [uyku] ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihya[diriltme] kudrete ağır gelmez.

Şu dünyanın mevti de, ihya[diriltme] da öyledir. Bütün zîruh [ruh sahibi] ihya[diriltme] onda fazla nazlanmaz.1

• • •

Tabiat bir san’at-ı İlâhiyedir [Allah’ın san’atı]

Değil tâbi’ [tab eden, yapan] tabiat, belki matba’. Değil nakkâş, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] o belki bir nakıştır. [işleme] Değil fâil, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] o kabildir. Değil masdar, [fiillerin asıl kökü] o mistardır. [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet]

Değil nâzım, [düzenleyen] o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattir, değil haric-i hakikattar.

• • •

Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır

Vicdanda mündemiçtir [içinde bulunan] bir incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizap. [bir şeyin çekiciliğine kapılma]

952

Cezbe düşer zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] ger [eğer] Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] görünse, etse tecellî daim pürşâşaa bîhicap.

Bir Vâcibü’l-Vücuda, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Sahib-i Celâl ve Cemâl, şu fıtrat-ı zîşuur [şuurlu yaratılış] kat’î şehadet-meab.

Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap. [bir şeyin çekiciliğine kapılma]

• • •

Fıtratın şehadeti sadıkadır

Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,

Meyl-i nümüv der: “Ben sünbüllenip [başak] meyvedar…” Doğru çıkar beyanı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı [meyil, eğilim]

Ki, “Ben piliç olurum, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ola.” Sadık olur lisanı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, [donma] bürudetin [soğukluk] zamanı.

İçindeki inbisat [genişleme, yayılma] meyli der: “Genişlen, bana lâzım fazla yer.” Bir emr-i bîemânî…

Metin [sağlam] demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî,

O demiri parçalar. Şu meyelânlar [meyil, eğilim] bütün birer emr-i tekvinî, [yaratılışa dair emir] birer hükm-ü Yezdânî,

Birer fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] şeriat, birer cilve-i irade. [Cenâb-ı Hakkın iradesinin bir yansıması, izi] İrade-i İlâhî, idare-i ekvânî,

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, [meyil, eğilim] birer birer imtisal, [bağlanma, boyun eğme] evâmir-i Rabbânî. [herşeyin Rabbi olan Allah’ın emirleri]

Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe iki musaffâ [arınmış, safileşmiş] cânı,

İki mücellâ [parlatılmış, parlak] camdır. Akseder içinde cemâl-i lâyezâlî, [son bulmayan güzellik] hem de nur-u imanî. [iman aydınlığı]

• • •

Nübüvvet [peygamberlik] beşerde zaruriyedir

Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz [arı beyi] bırakmayan kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] elbette,

Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. [peygamber] Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.

953

Meleklerde Mirac, [Allah’ın huzuruna yükselme] insanlarda şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibidir

Bir mirac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] bir nübüvvette [peygamberlik] muazzam bir velâyet [velilik] var.

O parlak zât, burâka binmiş de berk [şimşek] olmuş, kamervâri [ay] serâser [yer, dünya] âlem-i nuru [nur âlemi] da görmüştür.

Şu şehadet âleminde münteşir [yaygın olan] insanlara hissî büyük bir mu’cize nasıl ki وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 dir.2

Bu Miracdır [Allah’ın huzuruna yükselme] âlem-i ervahtaki [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] sakinlere en büyük bir mu’cize ki سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى 3 dır.

• • •

Kelime-i şehadetin burhanı [delil] içindedir

Kelime-i şehadet: Vardır iki kelâmı. Birbirine şahittir, hem delil ve burhandır. [delil]

Birincisi, sânîye bir burhan-ı lümmîdir. İkincisi, evvele bir burhan-ı innîdir. [tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)]

• • •

Hayat bir çeşit tecellî-i vahdettir [Allah’ın birlik tecellisi]

Hayat bir nur-u vahdettir; şu kesrette [çokluk] eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet [Allah’ın birliğinin yansıması, görünmesi] eder kesretleri [çokluk] tevhid ve yektâ. [eşsiz]

Hayat birşeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.

• • •

954

Ruh, vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirilmiş bir kanundur

Ruh bir nuranî kanundur; vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giymiş bir namustur, şuuru başına takmış.1

Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

Sabit ve hem daim fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] hem irade vas-fından gelir.

Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi [akıcı özelliğe sahip mânevî varlık] o cevhere sadef [içinde inci bulunan kabuk] eder.

Eğer envâdaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirirse, herbiri bir ruh olur.

Ger [eğer] vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut [ölümsüz] kanun olur.

• • •

Hayatsız vücut adem [hiçlik, yokluk] gibidir

Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] birer keşşafıdır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Bak: Nur-u hayat [hayat ışığı] olmazsa,

Vücut adem-âlûddur, [yoklukla karışık] belki adem gibidir. Evet, garip, yetimdir, hayatsız ger [eğer] kamer‘se. [ay]

• • •

Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur

Ger [eğer] mizanü’l-vücutla [ölçü] karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

Bence küre hayevândır, başkaların zannınca meyyit [ölü] olan küreyi ger [eğer] getirip koyarsan,

Karıncanın karşısına, o zîşuur [akıl ve şuur sahibi] başının nısfı [yarısı] bile olamaz.

• • •

Nasrâniyet İslâmiyete teslim olacak

Nasrâniyet intıfâ, [yok olma, sönme] ya ıstıfâ bulacak. İslâma karşı teslim olup terk-i silâh [teslim olma] edecek.

955

Mükerreren [defalarca] yırtıldı, Purutluğa tâ geldi, Purutlukta görmedi ona salâh [düzelme] verecek.

Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.

Hazırlanır şimdidenHaşiye yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet [arılık, berraklık] bulup İslâma mal olacak.

Bu bir sırr-ı azîmdir. [büyük sır] Ona remz [ince işaret] ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir, “İsâ, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”1

• • •

Tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] nazar, muhali mümkün görür

Meşhurdur ki, îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse birşey görmedi.

Zevâlî [batış, kayboluş] bir ihtiyar yemin etti ki, “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir kılı idi.

O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer [ay] nerede? Ger [eğer] anladın şu remzi, [ince işaret]

Zerrattaki [atomlar] harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.

Teşkil-i cümle envâ [tür] fâilini [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] göremez, düşer başına dalâl.

O hareket nerede, Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek muhal [bâtıl, boş söz] ender muhal!

• • •

Kur’ân âyine [ayna] ister, vekil istemez

Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan [delil] ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale. [bağlanma, boyun eğme]  

956

Şeriat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer’î, [dinin herkesçe kabul edilmiş esasları] zaruriyât-ı dinî [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] birer elmas sütundur.

İçtihadî, hilâfî, fer’î olan mesâil, [meseleler] yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi

Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni, Kur’ân ve hem hadistir. Onun malı; oradan her zaman istemeli.

Kitaplar, içtihadlar Kur’ân’ın âyinesi, [aynası] yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’cizbeyan.

• • •

Mubtıl, bâtılı hak nazarıyla alır

İnsandaki fıtratı mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olduğundan, kasten hakkı arıyor. Bazan gelir eline, bâtılı hak zanneder; koynunda saklıyor.

Hakikati kazarken, ihtiyarı olmadan dalâl [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.

• • •

Kudretin âyineleri çoktur

Kudret-i Zülcelâlin pek çoktur mir’atları. [ayna] Herbiri ötekinden daha eşeff [çok parlak, çok şeffaf] ve eltaf [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] pencereler açıyor bir âlem-i misale. [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem]

Sudan havaya kadar, havadan tâ esire, esirden tâ misale, misalden tâ ervâha, [ruhlar] ervahtan [ruhlar] tâ zamana, zamandan tâ hayale,

Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnât-ı seyyâle.

Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vahide, [bir tek kelime] olur milyon kelimat. [ifadeler, sözler]

Acip istinsah [kopyasını çıkarma] eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülât. [çoğalma, üreme sırrı]

• • •

957

Temessülün [belirme, görünme] aksâmı muhtelifedir [çeşit çeşit]

Âyinede temessül, [belirme, görünme] münkasım [kısımlara ayrılmış] dört surete: Ya yalnız hüviyet, ya beraber hâsiyet, [özellik] ya hüviyet hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.

Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin [katı] timsalleri, [görüntü] âyinede oluyor birer müteharrik [hareket eden] meyyit. [ölü]

Bir ruh-u nuranînin, [nuranî ruh; maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış varlığın ruhu] kendi mir’atlarında [ayna] timsalleri [görüntü] oluyor birer hayy-ı murtabıt. [hayata bağlı, hayat ile irtibatlı] Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp,

birer nur-u münbasıt.

Ger [eğer] şems hayevân olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru. Şu havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] mâliktir âyinede timsali. [görüntü]

İşte budur şu esrarın miftahı: [anahtar] Cebrail hem Sidrede,1 hem suret-i Dıhye’de, meclis-i Nebevîde,2 [Peygamberimizin (a.s.m.) bulunduğu meclis]

Hem kim bilir kaç yerde! Azrail’in bir anda

Allah bilir kaç yerde ruhları kabz ediyor. Peygamberin bir anda,3

Hem keşf-i evliyada, hem sadık rüyalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.

Velilerin abdalı, [Allah’a yönelmiş kimse, derviş] çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

• • •

Müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz

İçtihadın şartını hâiz olan her müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam [susturma] edemez.

958

Ümmeti davetle teşri’ [yasama, kanun koyma] edemez. Fehmi, şeriatten olur, lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.

İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şer’î görür. Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor.

Yoksa davet bid’attır, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.

• • •

Nur-u akıl kalbden gelir

Zulmetli münevverler [aydın] bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz [kalp ışığı] olmaz nur-u fikir [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] münevver. [aydın]

O nur ile bu ziya mezc [karışma, bütünleşme] olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını [elbise] giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar [gündüz] var; lâkin ebyaz ve muzlim. [karanlık] İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] göz olmaz, sende birşey göremez. Basiretsiz basar [görme] da para etmez.

Ger [eğer] fikret-i beyzâda [parlak fikir] süveydâ-i kalb [kalbin ortasındaki siyah nokta] olmazsa, halita-i [karışık halde olan, karışık] dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

• • •

Dimağda [akıl, beyin] merâtib-i ilim muhtelifedir, [çeşit çeşit] mültebise

Dimağda [akıl, beyin] merâtip [mertebeler] var, birbiriyle mültebis, ahkâmları [hükümler] muhtelif. Evvel tahayyül [hayal etme] olur, sonra tasavvur gelir.

Sonra gelir taakkul, [akıl erdirme] sonra tasdik ediyor, sonra iz’an [kesin şekilde inanma] oluyor, sonra gelir iltizam, [kabul etme, taraftarlık] sonra itikad [inanç] gelir.

İtikadın başkadır, iltizamın [kabul etme, taraftarlık] başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. [durum] Salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] itikaddan, [inanç]

959

Taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] iltizamdan, [kabul etme, taraftarlık] imtisal [bağlanma, boyun eğme] iz’andan, [kesin şekilde inanma] tasdikten iltizam, [kabul etme, taraftarlık] taakkulde [akıl erdirme] bîtaraf, bîbehre [ehliyetsiz, bir konuda söz sahibi olmayan] tasavvurda,

Tahayyülde [hayal etme] safsata hâsıl olur, mezcine [karışma, bütünleşme] eğer olmaz muktedir.

Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde,

Sâfi olan zihinleri cerhtir, [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] hem idlâli. [hak yoldan çıkarma, saptırma]

• • •

Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli

Hakikî mürşid-i âlim, [yol gösterici âlim] koyun olur, kuş olmaz; hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ [arınmış, safileşmiş] sütünü.

Kuş veriyor ferhine [yavru] lüab-âlûd [tükrükle karışık] kayyını.

• • •

Tahrip esheldir; [daha kolay] zayıf tahripçi olur

Vücud-u cümle ecza, [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] şart-ı vücud-u külldür. [bütünün varlığının şartı] Adem [hiçlik, yokluk] ise oluyor bir cüz’ün ademiyle; tahrip eshel [daha kolay] oluyor.

Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete [olumlu iş ve icraatı meydana çıkarma sebebi] hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, [hareket eden] daim tahripkâr olur.

• • •

Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

Hikmetteki desâtir, [düsturlar, kanunlar] hükûmette nevâmis, [kanunlar] hakta olan kavânin, [kanunlar] kuvvetteki kavâid [kurallar] birbiriyle olmazsa müstenid [dayanan] ve müstemid, [bir şeyden yardım alan, beslenen]

Cumhur-u nasta [halkın çoğunluğu] olmaz ne müsmir [meyveli] ve müessir. Şeriatte şeâir [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] kalır mühmel, [başıboş, ihmal edilmiş] muattal; [boş, hareketsiz] umur-u nasta [insanlara ait işler] olmaz müstenid [dayanan] ve mu’temid. [itimad eden, güvenen]

• • •

960

Bazan zıd, zıddını tazammun [içerme, içine alma] eder

Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette [siyaset dili] lâfz [ifade, kelime] mânânın zıddıdır. Adalet külâhınıHaşiye 1

Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] libasını, [elbise] hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy [isyan] ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, [hayvanî duygulara esir olma]

istibdad-ı şeytanî, [şeytanca baskı, zulüm] hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, [yer değiştirme] isimlerde tekabül, [birbirine karşılık olma, yerini tutma] makamlarda becâyiş-i mekânî. [karşılıklı yer değiştirme]

• • •

Menfaati esas tutan siyaset canavardır

Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra [şimdiki siyaset] müfterisdir, [yırtıcı, parçalayıcı] canavar.

Aç olan canavara karşı tahabbüp [sevgi gösterme] etsen, merhametini değil, iştihasını [arzu, istek] açar.

Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.

• • •

Kuvâ-yı insaniye [insandaki duygular] tahdit edilmediğinden cinayâtı büyük olur

Hayvanın hilâfına, insandaki kuvveler fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü er, lâyetenâhî [son bulmaz] gider.

Onda olan hodgâmlık, [bencil] bundan çıkan hodbinlik, [bencil] gurur, inat birleşse, öyle günah oluyorHaşiye 2 ki beşer şimdiye kadar

Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Hem meselâ, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâmın felâketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

• • •

Bazan hayır, şerre vasıta olur

Havastaki meziyet, filhakika [gerçekte, doğrusu] sebeptir tevazu, [alçakgönüllülük] mahviyete; [alçakgönüllülük] olmuş maatteessüf [ne yazık ki] sebeb-i tahakküme, [baskı ve zorbalık sebebi]

961

Tekebbüre; [büyüklenme] hem illet. [asıl sebep] Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı, filhakika [gerçekte, doğrusu] sebeptir ihsan [bağış] ve merhamete.

Lâkin maatteessüf [ne yazık ki] müncer olmuştur şimdi zillet [alçaklık] ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehâsin [güzellikler] ve şerefse,

Havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve rüesâya [reisler, başkanlar] o şey peşkeş edilir. O şeyden neş’et [doğma] eden seyyiat [günahlar] ve şer ise, efrad [bireyler] ve hem avâma,

Taksim, tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilir. Aşiret-i galipte [galip gelen, kazanan aşiret] hasıl olan şerefse, “Hasan Ağa, aferin!” Hasıl olan şer ise,

Efrada [bireyler] olur nefrin. [beddua] Beşerde şerr-i hazin! [hüzünlü, üzücü kötülük]

• • •

Gaye-i hayal [hayal edilen gaye] olmazsa enaniyet kuvvetleşir

Bir gaye-i hayal [hayal edilen gaye] olmazsa, yahut nisyan [unutkanlık] basarsa, [görme] ya tenâsi [unutmaya çalışma] edilse; elbette zihinler enelere dönerler,

Etrafında gezerler.

Ene [benlik] kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü[biz] olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.

• • •

Hayat-ı ihtilâl [karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi] mevt-i zekât, [zekâtın ölümü] hayat-ı ribâdan [faizin canlanması] çıkmış

Bilcümle ihtilâlât, [ihtilaller, karışıklıklar] bütün herc ü fesâdat, [karışıklıklar ve bozukluklar] hem asıl, hem madeni, rezâil [rezillikler] ve seyyiat, [günahlar] bütün fâsit [bozuk] hasletler, [huy, karakter]

Muharrik [harekete geçirici] ve menbaı [kaynak] iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar,

Acından ölse neme lâzım.” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler.”

Birinci kelimede olan semm-i kàtili, [öldürücü zehir] hem kökünü kesecek, şâfi [şifa verici] devâ olacak tek bir devâsı vardır.

962

O da zekât-ı şer’î [şeriatın emrettiği zekât] ki bir rükn-ü İslâmdır. [İslâmın şartı] İkinci kelimede, zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] şecer [ağaç] münderiç. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Onun ırkını kesecek, ribânın [faiz] Beşer salâh [düzelme] isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ [koyma, yerleştirme] etmeli, ribâ[faiz] kaldırmalı.

• • •

Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâ[faiz çeşitleri] öldürmeli

Tabaka-i havastan [zenginler, seçkinler tabakası] tabaka-i avâma [halk tabakası] sıla-i rahm [akraba bağı, ziyareti] kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

Sadâ-yı ihtilâlî, [başkaldırma sâdası] vâveylâ-yı intikamî, [intikam feryadı] kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir [aşağılama] ateşi, tekebbürün [büyüklenme] sıkleti, tahakküm [baskı] saıkası. [şiddet sesi] Aşağıdan çıkmalı

Tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve itaat, hürmet ve hem imtisal. [bağlanma, boyun eğme] Fakat merhamet ve Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâ[faiz] tard [kovma] etmeli.

Kur’ân’ın adaleti bâb-ı âlemde [âlemin kapısı] durup ribâya [faiz] der “Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli.”

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille.Haşiye [tokat] [dipnot] Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.

• • •

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin [insan grupları] şedid [şiddetli] olan harbine terk-i mevki [yerini terk etme] ediyor.

Zira beşer, edvarda [devirler, asırlar] esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi [beş devir] var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, [Allah’ın kulu olma] esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

• • •

963

Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] tarik, [mânevî yol] zıdd-ı maksuda gider

اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ 1 bir düstur-u azîmdir. [büyük ve önemli düstur, prensip] Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] tarik [mânevî yol] ile bir maksada giden zât, galiben [çoğunlukla] maksudunun zıddıyla görür mücazat. [ceza]

Avrupa muhabbeti gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] muhabbet, hem taklit ve hem ülfet.

Âkıbeti mükâfat: mahbubun gaddârâne [acımasızca] adâveti, [düşmanlık] cinâyat.

Fâsık-ı mahrum bulmaz ne lezzet ve ne necat. [kurtuluş]

• • •

Cebir [Cebriye mezhebi] ve İtizalde [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] birer dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] bulunur

Ey talib-i hakikat! [gerçeği arayan, doğruyu isteyen] Maziye, hem musibet; müstakbel [gelecek] ve mâsiyet [günah] ayrı görür şeriat. Maziye, mesâibe [musibetler, belâlar] nazar olur kadere.

Söz olur Cebrîye. Müstakbel [gelecek] ve maâsi, nazar olur teklife. Söz olur İtizâle. İtizal [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] ile Cebir [Cebriye mezhebi]

Şurada barışırlar.

Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] mevcut, münderiçtir; [içine konulmuş, yerleştirilmiş] mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir. [genelleştirme, yayma]

• • •

Acz ve ceza’ biçarelerin kârıdır

Ger [eğer] istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

Ger [eğer] istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza’a sarılma.

• • •

Bazan küçük birşey büyük bir iş yapar

Öyle şerâit [şartlar] oluyor, tahtında az bir hareket sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn. [yücelerin en yücesi]

Öyle hâlât [durumlar, haller] oluyor ki, küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn. [aşağıların aşağısı]

964

Bazılara bir an bir senedir

Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, [aşamalı, derece derece] şey’en şey’en [yavaş yavaş, ağır ağır] kalkıyor. Tabiat-ı insanî [insanın tabiatı, karakteri] ikisine de benziyor.

Şerâite [şartlar] bakıyor, ona göre değişir. Bazan tedricî [aşamalı, derece derece] gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmanî; birden bire fışkırıyor.

Nuranî bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi [kömür] elmas ediyor. Bazı olur, bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber [peygamberin bakışı]

Birden bire kalb eder bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver. [irfan sahibi aydın]

Eğer mizan [ölçü] istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.

Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. [ağaç] Def’aten [âni, birden bire] verdi semer, [meyve] o nazar-ı Ahmedî, [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bakışı] o himmet-i Peygamber. [Peygamberimizin himmeti, yardımı]

Cezîretü’l-Arabda, fahm [kömür] olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser, [yer, dünya]

Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver. [parlak, aydınlanmış nur]

• • •

Yalan bir lâfz-ı kâfirdir [inkârcı söz, hakkı örten söz]

Bir dane sıdk, [doğruluk] yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, [hakikat çekirdeği, tanesi] yıkar kasr-ı hayali. [hayal sarayı] Sıdk [doğruluk] büyük esastır, bir cevher-i ziyalı. [parlayan, ışıldayan cevher]

Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan [gerçi] olsa faideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. “Huz mâ safâ, [gönül hoşnutluğu] da’ mâ keder“1 [“güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak”] kendine düstur [kâide, kural] etmeli.

Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda [güzel düşünce] emeli. Sûizanla [kötü düşünce] yeistir [ümitsizlik] saadet muharribi, [tahrip eden, yıkan] hem de hayatın kàtili.

• • •

965

Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer’î muvazeneleri [karşılaştırma/denge]

Birinci Harbin Mütareke [ateşkes] başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] misalî âleminde, bir meclis-i azîmde benden sual ettiler:

“Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?” Asr-ı hazır meb’usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekâsı, hem kelimetullahın [Allah’ın sözü; Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim] i’lâsı için, farz-ı kifâye-i [bir kısım Müslümanların yapması halinde diğerlerinin günahtan kurtuldukları farzlar—Cenaze namazı gibi] cihâdı, o lâzıme-i diyanet,

Deruhte [üstüne almak] ile, kendini yekvücud-u [tek vücud] vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâmın [İslâm milleti] felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet

İstikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. [zarar] Halini istikbale tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder zîhimmet.

Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi [asıl, esas, maya] olan şefkat, uhuvvet, [kardeşlik]

Tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,

Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit

İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene [karşılaştırma/denge] istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet,

Esaslara dikkat et, âsarlara [eserler/asırlar] nazar et. Şimdiki medeniyet esâsâtı [esaslar] menfidir. Menfi olan beş esas ona temel, hem kıymet.

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: [dayanak noktası] Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir [belirleyici özellik] tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

966

Hedef-i kastı, [kastedilen hedef] fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir [belirleyici özellik] tezâhum [izdiham meydana getirme, sıkışma] ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu teâvün [yardımlaşma] bedeline bir düstur-u cidaldir. [mücadele prensibi] Cidâlin şe’ni [belirleyici özellik] budur: tenâzu[çekişme, çatışma] ve tedâfü‘. [müdafaa etme, savunma] Bundan çıkar sefalet.

Akvamların [kavimler] beyninde [arasında] rabıta-i esası: âharın zararına müntebih unsuriyet. [ırkçılık] Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, [ırkçılık] milliyet; şe’ni [belirleyici özellik] olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket. [mahvolma]

Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] hevesi teşci, [cesaretlendirme] teshil; [kolaylaştırma] hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahet. [ahmaklık, beyinsizlik]

O hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] hem heves, şe’ni [belirleyici özellik] budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti [ahlâk, karakter] değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğu eğer içi dışına çevirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; [domuz] sîreti [ahlâk, karakter] olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. [eserler/asırlar] Zemindeki mevâzin, mizanıdır [ölçü] şeriat.

Şeriatteki rahmet, semâ-i Kur’ân‘dandır. [Kur’an’ın semâsı, yüceliği] Medeniyet-i Kur’ân esasları müsbettir. [isbat edilmiş, sabit] Beş müsbet [isbat edilmiş, sabit] esas üzere döner çarh-ı saadet.

Nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir [belirleyici özellik] adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, [huzur] zâil [geçici, yok olucu] olur şekavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir [belirleyici özellik] muhabbet ve tecazüb. [birbirini cezbetme, çekme] Bundan çıkar saadet; zâil [geçici, yok olucu] olur adâvet. [düşmanlık]

Hayattaki düsturu, [kâide, kural] cidal [mücadele] kıtal yerine düstur-u teâvündür. [yardımlaşma kanunu] O düsturun şe’nidir [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüd; [dayanışma] hayatlanır cemaat.

967

Suret-i hizmetinde, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] heves yerine hüdâ-yı hidayettir. O hüdânın şe’nidir [belirleyici özellik] insana lâyık tarzda terakki [ilerleme] ve refahet, [bolluk, zenginlik, rahatlık]

Ruha lâzım surette tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tekâmül. [ilerleme, mükemmelleşme] Kitlelerin içinde cihetü’l-vahdeti [birlik yönü] de: Tard [kovma] eder unsuriyet, [ırkçılık] hem de menfi milliyet. [ırkçılık]

Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i îmânî. Şu rabıtanın şe’nidir [belirleyici özellik] samimî bir uhuvvet, [kardeşlik]

Umumî bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

Belki nev-i beşere tiryak [derman, ilaç] iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.

Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zalim ekallin [azınlık] olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.

Lâakal [en az] ekseriyete olsa medar-ı necat. [kurtuluş sebebi] Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.

Heves tahakküm [baskı] eder. Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] da müstebittir. [baskıcı, diktatör] Gayr-ı zarurî [zorunlu olmayan] hâcâtı havâic-i [hoppa, uçarı] zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, [helâl çalışma] masrafa etmemiştir kifayet. [yeterli olma]

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev’e vermiştir servet, haşmet.

968

Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr [zulüm, acımasızlık] ve hem hıyanet,

Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. MidesiHaşiye daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] istinkâf[çekimser kalma, uzak durma] mânidar, hem de bir câ-yı dikkat. [dikkat çekici]

Kabulde muztariptir, [çaresiz] soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-i Garrâda olan nur-u İlâhî, [Allah’ın nuru] hassa-i mümtazıdır istiğnâ-yı istiklâliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm [baskı] etsin. Onda olan hidâyet,

Bundaki felsefe ile mezc [karışma, bütünleşme] olmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman beslediği şeriat,

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] tutmuş yed-i beyzâda [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] hakaik-i şeriat. [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] O yemîn-i [sağ taraf] beyzâda birer asâ-yı Mûsâdır. [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Sahhar medeniyet

İstikbalde edecek ona secde-i hayret. [hayret secdesi]

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev’emdi. Biri hayal-âlûddu, [hayalle karışmış] biri maddeperestti.

Su içinde yağ gibi imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] olamadı. Mürur-u zaman [zaman aşımı, zamanın geçmesi] istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklâlini filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] hıfzeyledi. Hattâ el’an [şimdi] âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasuh [reenkarnasyon] başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide [ilerleme] yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.

969

Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı [doğuş yeri] başka çeşit olmuştu. Kur’ân’da olan nuru, şeriat hidayeti,

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu [karışma, bütünleşme] ittihadı. [birleşme]

O dehâ ile bu hüdâ [Allah] menşeleri ayrıdır. Hüdâ [Allah] semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ [Allah] kalbde işliyor; dimağı [akıl, beyin] da işletir.

Dehâ dimağda [akıl, beyin] işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ [Allah] ruhu eder tenvir, [aydınlatma] taneleri sünbüllettirir. [başak] Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver.

Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ [büyüyüp gelişme] buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, [Allah] hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor

İnsanı yükseltiyor.

Deccal-misalHaşiye dehâ-yı a’ver, bir dâr [yer] ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ [Allah] şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ zemine küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] perdesi çeker. Hüdâ, [Allah] şükran nurunu serper.

Bu sırdandır, dehâ a’mâ-i asam; hüdâ [Allah] semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasp ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.

Hüdânın nazarında, zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde

970

Serpilmiş olan niam, [nimetler] rahmetin semerâtı. [meyve] Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı,

Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, [düşünce ve tecrübelerin birikimi] semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî,

İslâmî inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] neş’et [doğma] eden bir maldır. Kimse temellük [sahiplenme] etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Musibet olur her dem [an, vakit] hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille [tokat] vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi ef’âlinizle [fiiler, davranışlar] kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] İlâhî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. [büyük ve genel musibet] Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, [fikir sapkınlığı] Nemrudâne inadı,

Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. [yaratılış sırrı]

Semâvâttan indirdi

Tufan, tâun [salgın ve ölümcül hastalık] misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. [tokat] Demek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] gelen dalâlet-i fikri [fikir sapkınlığı] idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı. [baskı ve zulüm]

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.

971

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterâkim [birikmiş, yığılmış] zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

Biri müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve ihtiyarî; [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] biri menfi, ıztırarî. [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] Bütün âlâm, [elemler, acılar] mesâib, [musibetler, belâlar] a’mâl-i salihadır; [Allah için yapılan iyi işler] lâkin menfidir, ıztırarî. [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu [beşte bir] dört milyonu çıkardı,

Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî bu sözü tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etti.

Ben de birden uyandım, belki yakaza [uyanıklık hali] ile yeni yattım. Bence yakaza [uyanıklık hali] rüyadır.

Rüya bir nevi yakazadır. [uyanıklık hali] Orada asrın vekili, burada Said Nursî.

• • •

Cehil, [bilgisizlik] mecazı eline alsa hakikat yapar

İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] eder inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hakikate. Hem açar hurâfâta kapılar.

Küçüklüğümde gördüm ki, hasf olmuştu kamer. [ay] Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”

Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf [yarı şeffaf] olur.” İşte böyle bir mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] hakikat zannedilmiş. Medar-ı şems ve kamer [ay] tekatu noktaları olan re’s ve zenebde [baş ve kuyruk] arzın haylûletiyle, [araya girme] bir emr-i İlâhiyle [Allah’ın emri] münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] olur kamer. [ay]

972

İki kavs[yay] mevhûme tinnîneyn [büyük yılan] yad edilmiş, hayalî bir teşbihle isim müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olmuş. Tinnîn [büyük yılan] ise yılandır.

• • •

Mübalâğa zemm-i [ayıplama, kötüleme] zımnîdir [iç]

Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i [ayıplama, kötüleme] zımnîdir. [iç]

İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, [bağış] ihsan [bağış] değildir.

• • •

Şöhret zalimedir

Şöhret bir müstebittir; [baskıcı, diktatör] sahibine mal eder başkasının malını.

Meşhur Hoca Nasreddin letâifi [duygular] içinde, zekâtı, asıl malı.1

Rüstem-i Sistanî, onun hayal-i şanı garet [gasp, yağma] etti bir asır mefâhir-i İran’ı.

Gasb ve garetle şişti o namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] hayali, hurâfâta karıştı, attı nev-i insanı. [insan türü, insanlık]

• • •

Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler

Şu Jön Türkün hatası: Bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, [devamlı, kararlı] müstevlî [istila eden, bir alanı ele geçiren] vehmeyledi. Saadet-i hayatı [hayatın mutluluğu] içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemiHaşiye bozuktu, hem muzırdı. [zararlı] Tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı din [dinin diriltilmesi] ile olur şu milletin ihyâsı. [diriltme, hayat verme] İslâm bunu anladı.

Başka dinin aksine, dinimize temessük [sarılma] derecesi nisbeten milletin terakkisi. [ilerleme] İhmali nisbetinde idi

Milletin tedennîsi. [alçalma, gerileme] Tarihî bir hakikat; ondan olmuş tenâsi. [unutmaya çalışma]

973

Mevt, [ölüm] tevehhüm [kuruntu] edildiği gibi dehşetli değil

Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, [elbise değiştirme] ya tahvil-i mekândır. [yer değiştirme] Sicinden [hapishane, zindan] bostana çıkar.

Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’ân işaret eder.1 Sekerâtı [can çekişme/ölüm anı] tatmamış, herbir şehid kendini

Hayy [diri, canlı] biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih [temiz] buluyor.

Zanneder ki ölmemiş.2 Meyyitlere [ölü] nisbeti, dikkat et, şuna benzer:

İki adam rüyada lezâiz [lezzetler] envâına [tür] câmi’ [kapsamlı] güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir; lezzet almıyor.

Onu müferrah [ferah duyan, huzurlu] etmez; belki teessüf [eseflenme, üzülme] eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; [uyanıklık âlemi] hakikî lezzet alır, ona hakikî olur.

Rüya misalin zılli, [gölge] misal ise berzahın [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] zılli [gölge] olmuştur. Ondan, onların düsturları [kâide, kural] birbirine benziyor.

• • •

Siyaset, efkârın [fikirler] âleminde bir şeytandır; istiâze [Allah’a sığınma] edilmeli.

Siyaset-i medenî, [günümüz medeniyetinin siyaseti] ekserin rahatına feda eder ekalli. [azınlık] Belki ekall-i zalim, [zalim azınlık] kendine kurban [yakın] eder ekserîn-i avâmı. [halkın çoğunluğu]

Adalet-i Kur’ânî, [Kur’ân’ın adaleti] tek mâsumun hayatı, kanı heder [boş yere, faydasız] göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu. [türün bütünü, insanlığın tamamı]

Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ 3 iki sırr-ı azîmi [büyük sır] vaz ediyor nazara. Biri mahz-ı adalet. [tam anlamıyla adalet] Bu düstur-u azîmi [büyük ve önemli düstur, prensip] ki

Fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] kudret nasıl bir görür; adalet-i İlâhî [Allah’ın adaleti] ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî. [bitmeyen, devamlı ve doğru işleyen kanun]

974

Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,

Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev’in, hem ismet-i beşerin mislidir, [benzer] hem naziri. [benzer] İkinci sırrı budur: Hodgâmî [bencil] bir âdemî [insanoğluna ait, insan]

Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harap eder dünyayı, imhâ eder benî Âdemi. [Âdemoğlu, insan]

• • •

Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] hasmı teşci [cesaretlendirme] eder; Allah abdini tecrübe eder, abd Allah’ını tecrübe edemez

Ey hâif ve hem zaif! Havf [korku] ve za’fın beyhude, hem senin aleyhinde tesirât-ı haricî teşcî [cesaretlendirme] eder, celb [çekme] eder.

Ey vesveseli vehham! [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] Muhakkak bir maslahat, [amaç, yarar] mazarrat[zarar] mevhume [gerçekte olmadığı halde var sayılan] için feda edilmez. Sana lâzım hareket; netice Allah’ındır.

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. [imtihan meydanı] “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım” der.

Abd [köle] ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabbim muvaffak etsin; ben de bunu işlerim” dese tecavüz eder.

İsâ’ya demiş şeytan: “Madem herşeyi O yapar. Kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?” İsâ dedi: “Ey mel’un! Abd [köle] edemez Rabbini tecrübe ve imtihan.”

• • •

Beğendiğin şeyde ifrat [aşırılık] etme

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

• • •

İnadın gözü, meleği şeytan görür

İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse, libasını [elbise] değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, [düşmanlık] lânet eder.