SÖZLER – Otuzuncu Söz (724-757)

724

 Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] 
mühim bir tılsımını halleden

Otuzuncu Söz

 Ene ve zerre’den ibaret bir elif, bir nokta’dır.

Şu Söz İki Maksattır. Birinci Maksat ene’nin mahiyet ve neticesinden, İkinci Maksat zerre’nin hareket ve vazifesinden bahseder.

Birinci Maksat

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً * 1

ŞU ÂYETİN büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit [bir çok] vücuhundan [vecihler, yönler] bir ferdi, bir vechi ene’dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar âlem-i insaniyetin [insan âlemi] etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshil [kolaylaştırma] edecek bir mukaddime [başlangıç] beyan ederiz. Şöyle ki:

Ene, [benlik] künûz-u mahfiye [gizli hazineler] olan esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının [anlaşılması zor olan sır] dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, [anlaşılması zor mesele] bir

725

tılsım-ı hayretfezâdır. [hayret verici sır] O ene, [benlik] mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene [benlik] açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun [Allah’ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem] künûzunu [hazineler] dahi açar. Şu meseleye dair, Şemme [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] isminde bir risale-i Arabiyemde [Arapça kitap] şöyle bahsetmişiz ki:

Âlemin miftahı [anahtar] insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah [anahtar] vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın [kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah] künûz-u mahfiyesini [gizli hazineler] onunla keşfeder. Fakat ene, [benlik] kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül [zorluk] bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati [yaratılış sırrı] bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] sıfât ve şuûnâtının [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat [işaretler] ve nümuneleri câmi’ [kapsamlı] bir ene [benlik] vermiştir—tâ ki, o ene [benlik] bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] olup, evsâf-ı Rububiyet [rububiyetin vasıfları, nitelikleri] ve şuûnât-ı Ulûhiyet [ilâhlığın şe’nleri, kutsal özellikleri] bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, [ölçü birimi] bir mevcud-u hakikî [gerçek varlık] olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki [geometri] farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle [kuruntu] bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla [gerçekleşme] hakikî vücudu lâzım değildir.

Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sıfât ve esmâsının marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] enaniyete bağlıdır?

Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün [belirleme] vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.

İşte, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilim ve kudret, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı

726

muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, [gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul edilen rububiyet] bir mâlikiyet, [sahiplik] bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan bir sınır] vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

Meselâ, daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyetiyle, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] daire-i mümkinatta [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] anlar. Ve zâhir mâlikiyetiyle, [sahiplik] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hakikî mâlikiyetini [sahiplik] fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î [ferdî, küçük] ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî [çalışarak elde edilen] san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval [durumlar] ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş]

Demek ene, [benlik] âyine-misal [ayna gibi] ve vahid-i kıyasî [ölçü birimi] ve âlet-i inkişaf [ eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet] ve mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin [insan bedeni] kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin [insanların yapısında bulunan temel özellik] hullesinden [Cennet elbisesi] ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var:

Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil; icaddan eli kısadır.1

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] fiil sahibidir.2

727

Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat [dereceler] ve miktarlarını bildiren mizanülhararet [ölçü] ve mizanülhava [ölçü] gibi mizanlar [ölçü] nev’inden bir mizandır [ölçü] ki, Vâcibü’l- Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.1 [ölçü]

İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’ân [kesin şekilde inanma] eden ve ona göre hareket eden, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 2 beşaretinde [müjde] dahil olur. Emaneti bihakkın [gerçek anlamıyla] eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî [dış dünyaya ait] malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık [tasdik edici, doğrulayıcı] görür; o ulûm, [ilimler] nur ve hikmet olarak kalır, zulmet [karanlık] ve abesiyete [anlamsızlık] inkılâb [değişim, devrim] etmez.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, ene, [benlik] vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî [ölçü birimi] olan mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve farazî mâlikiyetini [sahiplik] terk eder.

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 3 der, hakikî ubûdiyetini [Allah’a kulluk] takınır, makam-ı ahsen-i takvime çıkar.

Eğer o ene, [benlik] hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] unutup vazife-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen görev] terk ederek kendine mânâ-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad [inanç] etse, o vakit emanette hıyanet eder, وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 4 altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tevlid [doğurma] eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz [gökler ve yer] ve cibal [dağlar] tedehhüş [dehşete düşme] etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.

728

Evet, ene [benlik] ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın [insan bedeni] her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı [insan bedeni] bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle [duygular] adeta ene [benlik] olur. Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, [benlik] o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] evâmirine [emirler] karşı mübareze [karşı koyma] eder.1 Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ 2 meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî [devlete ait] malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad [inanç] etmeye mecburdur.

İşte, ene, [benlik] şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. [sonsuz bir cahillik] Binler fünunu [fenler, bilimler] bilse de, cehl-i mürekkeple [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları [fikirler] kâinatın envâr-ı marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma nurları] getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet [hikmetin ta kendisi] gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka [akla ve gerçeğe tamamen aykırılık] suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, [Cenâb-ı Hakkın sıfat ve isimlerini kabul etmeme, reddetme] Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.3 On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] ve mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] enaniyetin, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] cihetiyle ne kadar hassas bir mizan [ölçü] ve doğru bir mikyas [ölçü] ve

729

muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ [kapsamlı] bir âyine [ayna] ve kâinata güzel bir takvim, [program] bir ruznâme olduğu, gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Sözdeki tafsilâta [ayrıntılar] iktifâen [yeterli görerek] kısa keserek mukaddimeye [başlangıç] nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi [başlangıç] anladınsa, gel, hakikate giriyoruz.

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, [insan âlemi] zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, [büyük akım] iki silsile-i efkâr, [fikirler zinciri, fikir halkaları] her tarafta ve her tabaka-i insaniyede [insan tabakası] dal budak salmış iki şecere-i azîme [büyük ağaç] hükmünde;1 biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ve ittihad [birleşme] etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet [sığınma] edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] felsefe silsilesinin etrafına cem [toplama, bir araya gelme] olmuştur. Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] dalında Nemrutları, Firavunları, ŞeddadlarıHaşiye beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri [put] ve ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei [kaynak] ile,

730

silsile-i nübüvvetin—ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin [yerküre] bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselîn [peygamberler] ve evliya ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia [itme gücü (fizik)] dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler [hükümdar] meyvesini veren ve kuvve-i câzibe [çekim gücü] dalında hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve ismetli cemâl-i suret [görünüş güzelliği] ve sehâvet ve keremnamdarlar [cömertlik] meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin [ağaç] menşei [kaynak] ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye [ağaç] menşe ve medar, [kaynak, dayanak] esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini [cihet, yön, taraf] beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Enenin bir vechini [cihet, yön, taraf] nübüvvet [peygamberlik] tutmuş gidiyor; diğer vechini [cihet, yön, taraf] felsefe tutmuş geliyor.

Nübüvvetin [peygamberlik] vechi olan birinci vecih: [yön] Ubûdiyet-i mahzânın menşeidir. [kaynak] Yani, ene [benlik] kendini abd [köle] bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] yani başka birisinin vücuduyla kaim [ayakta duran] ve icadıyla sabittir, itikad [inanç] eder. Mâlikiyeti [sahiplik] vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, [görünüşte] muvakkat [geçici] bir mâlikiyeti [sahiplik] vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; [gölge] yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. [gölge] Vazifesi ise, kendi Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] sıfât ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mikyas [ölçü] ve mizan [ölçü] olarak, şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] bir hizmettir.

İşte, enbiya [nebiler, peygamberler] ve enbiya [nebiler, peygamberler] silsilesindeki asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya, eneye şu vecihle [yön] bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü’l-Mülke teslim etmişler1 ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] ne mülkünde,2 ne

731

rububiyetinde,1 [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ne ulûhiyetinde2 [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] şerik ve naziri [benzer] yoktur;3 muin [yardımcı] ve vezire muhtaç değil;4 herşeyin anahtarı Onun elindedir;5 herşeye Kàdir-i Mutlaktır;6 esbab [sebebler] bir perde-i zâhiriyedir;7 tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar] ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.8 [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet]

İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin [insanlık âlemi] her tarafını nuranî meyvelerle tezyin [süsleme] etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki [geçmiş zaman] zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, [çok büyük mezar] bir ademistan [yokluk ülkesi, yeri] olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih [yön] ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki [anlama, kabul etme] eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var, daire-i tasarrufunda [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] hakikî mâliktir, zu’m eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et [doğma] eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ… Çok esâsât-ı fâsideye

732

mesleklerini bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler’de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat’î ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, [sebeplere tapan] sanemperest, [puta tapan] tabiatperest, nücumperest [yıldızlara tapan] gibi çok envâ-ı şirk [şirk çeşitleri] taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ,1 [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyaç,2 naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur3 kapılarını kapayıp ubûdiyetin [Allah’a kulluk] yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet [peygamberlik] ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, [insanlık görevi] ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber,4 aczini bilip kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] iltica,5 zaafını [zayıflık, güçsüzlük] görüp kuvvet-i İlâhiyeye [ilâhî güç, kuvvet] istinad,6 fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] itimad,7 ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden [Allah’ın sınırsız zenginliği] istimdad,8 [yardım dileme] kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar,9 [af dileme] naksını [eksiklik, noksanlık] görüp kemâl-i İlâhîye [İlâhî mükemmelik] tesbihhân [tesbih eden] olmaktır10 diye, ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] hükmetmişler.

733

İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene [benlik] kendi dizginini eline almış, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki [yön] enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulup âlem-i insaniyetin [insan âlemi] yarısından fazlasını kaplamış.

İşte, o şecerenin [ağaç] kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına [bakışlar] verdiği meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. [güzel görülen, beğenilen] Hattâ “El-hükmü li’l-galib[hüküm galip ve kuvvetli olanındır] bir düsturudur. [kâide, kural]Galebe [üstün gelme] edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der.Haşiye [dipnot] 1 Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları [zorba] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâsına sevk etmiştir.

Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki [işleme] hüsnü, [güzellik] masnua [san’at eseri] ve nakşa mal edip, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Nakkâşın [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] mücerred [bekar] ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der, perestişe [aşırı derece sevme] lâyık bir sanem [put] hükmüne getirir.

Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] gösterici, riyâkâr bir hüsnü [güzellik] istihsan, [beğenme, güzel bulma] ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri [put] kendi âbidlerine âbideHaşiye [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] 2 yapmıştır.

O şecerenin [ağaç] kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında, âlem-i insaniyetin [insan âlemi] dimağına [akıl, beyin] dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikati tenvir [aydınlatma] için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş’et [doğma]

734

eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd [doğma] eden neticelerinin binler muvazenesinden, [karşılaştırma/denge] nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.

Meselâ, nübüvvetin [peygamberlik] hayat-ı şahsiyedeki [kişisel hayat] düsturî [kâide, kural] neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ 1 kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olup Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] teveccüh [ilgi] edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına [Allah’ın yüce katı] abd [köle] olunuz” düsturu [kâide, kural] nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] benzemeye çalışınız” hodfuruşâne [beğenerek] düsturu [kâide, kural] nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, [güçlü, kuvvetli] Ganî ve Müstağnî [çok uzak ve arınmış] olan Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mahiyeti nerede?

İkinci misal: Nübüvvetin [peygamberlik] hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] düsturî [kâide, kural] neticelerinden ve şems ve kamerden [ay] tut, tâ nebâtât [bitkiler] hayvânâtın imdadına ve hayvânât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin [beden hücreleri] imdadına ve muavenetine [yardım] koşturulan düstur-u teâvün, [yardımlaşma kanunu] kanun-u kerem, [cömertlik ve ikram etme kanunu] namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden [kötüye kullanma] neş’et [doğma] eden düstur-u cidal [mücadele prensibi] nerede? Evet, düstur-u cidâli [mücadele prensibi] o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehâne [ahmak] hükmetmişler.

Üçüncü misal: Nübüvvetin [peygamberlik] tevhid-i İlâhî [Allah’ın birliği] hakkındaki netâic-i âliyesinden ve

735

düstur-u gàliyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ 1 yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur [bir şeyden çıkma, olma] edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu [kâide, kural] nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ 2 “Birden bir sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur [bir şeyden çıkma, olma] edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah] ve Kadîr-i Mutlakı [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] âciz vesaite [araçlar, vasıtalar] muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, [araçlar, vasıtalar] rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] “akl-ı evvel”3 namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite [araçlar, vasıtalar] taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd [şirk karışmış] ve dalâlet-pîşe [sapıklık ve inançsızlığı meslek haline getiren] o felsefenin düsturu [kâide, kural] nerede? Hükemanın [âlimler, filozoflar] yüksek kısmı olan işrâkıyyun [bilginin kaynağının manevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan felsefeciler] böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.

Dördüncü misal: Nübüvvetin [peygamberlik] düstur-u hakîmânesinden وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 4 sırrıyla, “Herşeyin, her zîhayatın [canlı] neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ait neticeleri, Fâtırına [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olan düstur-u hikmet [hikmet prensibi] nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın [canlı] neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine aittir’ diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet [anlamsızlık] içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları [kâide, kural] nerede?

736

Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.

İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. “Lemeât“1 [Lem’alar isimli eser] namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından [âlimler, filozoflar] İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun [aşık] olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, [delil] onlara o dereceyi de vermemiş.2 Hem mütekellimînin [konuşan] mütebahhirîn [çok bilgili] ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun [aşık] olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz [edinme, kabullenme] ettiklerinden, ancak fâsık, [günahkâr] mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı [edipler; edebiyatçılar] İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle [karamsarlık] maruf [bilinen] Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf [bir sıfatla nitelenen] Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir [küfürle itham etmek] yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne [azarlama, sakındırma] tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] tokatlarını almışlar.3

Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, [benlik] kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um [kötü] nazarıyla mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene [benlik] temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] sebebiyle güya tasallüb [katılaşıp sağlamlaşma, sertleşme] ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o

737

enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini [şeffaflık] kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın [insan türü, insanlık] efkârıyla [fikirler] şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî [temize çıkarmak, aklamak] ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] evâmirine [emirler] karşı mübareze [karşı koyma] vaziyetini alır, مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ 1 der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] acz ile itham [suçlama] eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] evsâfına [özellikler] müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

Felâsifenin [filozoflar] bir taifesi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]mûcib-i bizzat[her şeyi yapmaya bizzat mecbur olan, Cenâb-ı Hakkın iradesini inkâr eden felsefî görüş] demişler, ihtiyarını nefyetmişler, [gönderilme, sürgün] ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] taayyünatlarıyla, [belirleme] intizamatıyla, [düzenler, dengeler] hikmetleriyle, mizanlarıyla [ölçü] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta [ferdler, küçük şeyler] ilm-i İlâhî [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmiyor”2 diye ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] azametli ihatasını [herşeyi kuşatma] nefyedip, [gönderilme, sürgün] bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şehâdât[şahitlikler ve tanıklıklar] sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye3 [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has, parlak sikkeyi [mühür] görmeyip âciz, câmid, [cansız] şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet [fiillerin asıl kökü] verip, binler hikmet-i âliyeyi [en yüce ve yüksek gaye ve maksat] ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] hükmünde olan mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir kısmını ona mal eder. Hem,

738

Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla [araştırma, inceleme] ve kütüb-ü semâviye [vahye dayanan kutsal kitaplar] bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, [gönderilme, sürgün] ervahlara [ruhlar] bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, [benlik] büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır. [ibadet edilen bâtıl şey, put]

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ * 1

Geçen hakikati tenvir [aydınlatma] edecek bir seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] suretinde, nim-manzum olarak Lemeat‘ta [parıltılar] yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden [kaleme alma] sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb [değişim, devrim] edeceği bir hengâmdadır [ân, zaman] ki, Fâtiha-i [başlangıç] Şerifenin âhirinde

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ * 2

ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:

Kendimi bir sahrâ-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm [hoş ve hafif rüzgâr] var, ne ziya, ne âb-ı hayat [hayat suyu]

739

—hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır [zararlı] ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] mahlûklarla [varlıklar] dolu olduğunu tevehhüm [kuruntu] ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] âb-ı hayat [hayat suyu] var, oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyarsız [irade dışı] sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvâri bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtel’arz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.

Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme [hayalî yolculuk] iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] Tünel ise, ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] efkârıyla [fikirler] hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve AristoHaşiye gibi meşahirlerindir. [meşhurlar, ünlüler] İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtel’arz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal [dağ gibi] taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrikle o âlet Kur’ân’ın hazinesinden size verilmiştir.”

Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. “Elhamdü lillâh” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.

740

Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik [sevk eden, sürükleyen] beni sevk ediyordu. Bu defa tahtezzemin [yeraltı] değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’ [aşma, yükselme] edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acaip ve garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, herşey bana müşkülât peydâ eder. Fakat yine Kur’ân’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe [üstün gelme] çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.

Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efzâ nesîmi [hoş ve hafif rüzgâr] teneffüs ederek “Elhamdü lillâh” dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine [üstüne] beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası dağın yarısına kadar gelmemişti. En lâtif [berrak, şirin, hoş] bir nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] en leziz bir âb-ı hayat, [hayat suyu] en şirin bir ziya her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.

İşte, وَلاَ الضَّۤالِّينَ 1 ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ 2 ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin [sebeplere tapan] ve vesaite [araçlar, vasıtalar] icad

741

ve tesir verenlerin, meşâiyyun [Aristo geleneğini izleyen felsefeciler] hükema[âlimler, filozoflar] gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] yol açanların mesleğidir.

اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] ehli olan ehl-i Kur’ân‘ın [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] cadde-i nuraniyesidir [nurlu, aydınlık cadde] ki, en kısa, en rahat, en selâmet [huzur] ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

ba

742

İkinci Maksat

 Tahavvülât-ı zerrâta dair şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَرَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1

ŞU ÂYETİN pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında [küçük sandık] olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu Maksat bir Mukaddime [başlangıç] ile Üç Noktadan ibarettir.

MUKADDİME

Tahavvülât-ı zerrât, [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] Nakkâş-ı Ezelînin [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] kalem-i kudreti, [Allah’ın kudret kalemi] kitab-ı kâinatta [kâinat kitabı] yazdığı âyât-ı tekvîniyenin [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] hengâmındaki [ân, zaman] ihtizâzâtı [titreşim, sarsıntı] ve cevelânıdır. [akma, dolaşma] Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] tevehhüm [kuruntu] ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] gibi, zerreler ve herbir zerre, mebde-i hareketinde [hareketin başlangıcı] “Bismillâh” der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitâmında [son] “Elhamdü lillâh” der. Çünkü, bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san’at, [Allah’ın san’atının güzelliği] faideli bir hüsn-ü nakış

743

göstererek, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] medâyihine [övgüye lâyık iş ve hareketler] bir kaside-i medhiye [övgü kasidesi] gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.

Evet, tahavvülât-ı zerrât,Haşiye [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] olan herşeyin geçmiş aslında ve

744

gelecek neslindeki intizamata [düzenler, dengeler] medar [kaynak, dayanak] ve ilim ve emr-i İlâhînin [Allah’ın emri] bir ünvanı olan İmam-ı Mübînin düsturları [kâide, kural] ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hazır [şimdiki zaman] ve âlem-i şehadetten [görünen alem] teşkil ve icad-ı eşyada [eşyaya vücut vermek] tasarrufa medar [kaynak, dayanak] ve kudret ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] bir ünvanı olan Kitab-ı Mübînden [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] istinsah [kopyasını çıkarma] ile ve seyyal [akıcı] zamanın hakikati ve sahife-i misaliyesi [misalî, görüntüden ibaret sayfa] olan Levh-i Mahv, İsbatta [bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası] kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizazattır. [deprenme, titreşim, lerze]

745

BİRİNCİ NOKTA

İki Mebhastır. [bahis, kısım]

BİRİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] Her zerrede, hem hareketinde, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmâlen [özet] ve Yirmi İkinci Sözde tafsilen ispat edildiği gibi, herbir zerre, eğer memur-u İlâhî [Allah’ın memuru] olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etmezse, o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü, anâsırın [kâinattaki unsurlar, elementler] herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta [canlı bedeni] muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı [düzenler, dengeler] ve kavânin-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse işlenilmez, işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar; veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.

Evet, havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın [canlı] cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza, çuha makinesi gibi olsa, bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır. Ve hâkezâ, o binaların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi, şu zerre-i havaiye bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve üstadâne, yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar, gider.

İşte, müteharrik [hareket eden] havanın müteharrik [hareket eden] zerresi, ya nebâtâta [bitkiler] ve hayvânâta, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, miktarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği; veyahut onlar bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi:

Sakin toprak, sakin olan herbir zerresi, bütün çiçekli nebâtâtın [bitkiler] ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar [kaynak, dayanak] ve menşe olmak kabil [mümkün] olduğundan, hangi tohum gelse ve o zerrede, yani misliyet [benzer] itibarıyla bir zerre hükmünde olan bir avuç

746

toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan, o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta, eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] ve çiçekler ve meyveler envâı [tür] adedince muntazam mânevî makine ve fabrikaları bulunması; veyahut mu’cizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır; veyahut bir Kadîr-i Mutlak,1 [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] bir Alîm-i Külli Şeyin2 [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] emir3 ve izniyle,4 havl [güç] ve kuvvetiyle5 o vazifeler gördürülür.

Evet, nasıl ki bir acemî, [Arap milletinden olmayan başka milletler] ham, âmi, [basit, sıradan] âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse, bütün fabrikalara, destgâhlara [iş yeri] girse, üstadâne kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki, nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki, o adam kendi başıyla işlemiyor; belki bir üstad-ı küll [bütün zamanlarda herkesin üstadı] ona ders verir, işlettirir.

Hem nasıl ki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, [kıymetli taşlar] gayet san’atlı, murassaatlı [süslenmiş] libaslar, [elbise] lezzetli taamlar çıkıp gelse, zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki, “O adam, gayet mu’cizekâr bir zâtın menşe-i mu’cizâtı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır”?

Aynen öyle de, havanın zerreleri, herbiri birer mektubât-ı Samedâniye, [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] birer antika-i san’at-ı Rabbâniye, birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer hârika-i hikmet olan nebâtât [bitkiler] ve eşcar, [ağaçlar] ezhar [çiçekler] ve esmardaki [Allah’ın isimleri] harekât ve hidematları, [hizmetler] bir Sâni-i Hakîm-i Zülcelâlin, [herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah]  

747

bir Fâtır-ı Kerîm-i [sonsuz kerem [cömertlik] ve lütuf sahibi olan ve varlıkları benzersiz olarak yoktan yaratan Allah] Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] emir ve iradesiyle hareket ettiğini; ve toprağın zerreleri dahi, herbiri birer ayrı makine ve destgâh, [iş yeri] birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsını ilân eden birer ayrı ilânnâme ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söyleyen birer ayrı kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, [başak] ağaçlarına menşe ve medar [kaynak, dayanak] olmaları, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘a mâlik, herşey emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] bir Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması, iki kere iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ. [“iman ettik”]

İKİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] Zerrâtın [atomlar] harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.

Evet, akılları gözlerine sukut [alçalış, düşüş] etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet [anlamsızlık] esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerrâtı [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] bütün düsturlarına [kâide, kural] üssül’esas [temel esas] tutup, masnuat-ı İlâhiyeye [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] masdar [fiillerin asıl kökü] göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] masnua[san’at eseri] hikmetsiz, mânâsız, karma karışık birşeye isnad etmeleri ne kadar hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] olduğunu, zerre miktar şuuru bulunan bilir.

Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hikmeti nokta-i nazarında [bakış açısı] tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.

  وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2 gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Numune olarak birkaçına işaret ediyoruz.

Birincisi: Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücudun [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] tecelliyât-ı icadiyesini tecdid [yenileme] ve tazelendirmek için, her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizât-ı kudretinden [Allah’ın kudret mu’cizeleri] taze birer ceset giydirmek ve her birtek kitaptan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı,

748

hikmetiyle istinsah [kopyasını çıkarma] etmek ve birtek hakikati başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların [var edilenler, varlıklar] taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için, Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] kudretiyle zerrâtı [atomlar] tahrik ve tavzif [görevlendirme] etmiştir.

İkincisi: Mâlikü’l-Mülki Zülcelâl, [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] şu dünyayı, bahusus [hususan, özellikle] rû-yi zemin [yeryüzü] tarlasını bir mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] suretinde yaratmıştır. Yani, neşvünemâya, [büyüyüp gelişme] taze taze mahsulât vermeye kabil [mümkün] bir surette müheyyâ [hazır] etmiştir-tâ ki, nihayetsiz mu’cizât-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] orada ekip biçsin. İşte, şu zemin yüzündeki tarlasında zerrâtı [atomlar] hikmetle tahrik ederek intizam dairesinde tavzif [görevlendirme] edip her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde, belki her saatte mu’cizât-ı kudretinden [Allah’ın kudret mu’cizeleri] yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin [Allah’ın rahmet hazinesi] hedâyâsını, [hediyeler] nihayetsiz kudretinin mu’cizâtının numunelerini harekât-ı zerrâtla [atomların hareketi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] nakışlarını [işleme] göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için, mahdut [sınırlanmış] bir zeminde hadsiz nukuş [işlemeler] göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri [mânâlar] ifade edecek olan hadsiz âyatları yazmak için, Nakkâş-ı Ezelî, [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] zerrâtı [atomlar] kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] tahrik edip kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tavzif [görevlendirme] etmiştir.

Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat maânîleri [mânâlar] başka başkadır. Taayyünât-ı itibariyeyi [farazî taayyünler; muhtemel şekil ve keyfiyetler] değiştirmekle maânîleri [mânâlar] değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibariye [farazî taayyünler; muhtemel şekil ve keyfiyetler] ve teşahhusât-ı muvakkate, [varlıkların geçici olarak belli bir şekil ve görünüm almaları] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edildikleri ve zâhiren fâni oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri [güzel mânâlar, anlamlar] muhafaza olunup sabit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin hakikatçe aynılarıdır.

749

Yalnız teşahhusât-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini [mânâlar] ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] onların yerine geldiler.

Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] gibi gayet geniş âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve gayr-ı mahdut [sınırsız] sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat [süslemeler] veya levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] gibi onlara münasip şeyleri yetiştirmek için, şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün destgâhında [iş yeri] ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] zerrâtı [atomlar] tahrik edip kâinatı seyyale [akıcı] ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] seyyare [gezegen] ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı mâneviye [mânevî ürünler] yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli [sel, akıntı] dünyadan akıttırıp âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.

Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, [Allah’a ait mükemmellikler] hadsiz celevât[cilveler, yansımalar] cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi [Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar] ve gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] tesbihat-ı Rabbâniyeyi [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler] şu dar ve mahdut [sınırlanmış] zeminde ve mütenâhi [sınırlı] ve az bir zamanda göstermek için, zerrâtı [atomlar] kemâl-i hikmetle, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tavzif [görevlendirme] ederek, mütenâhi [sınırlı] bir zamanda, mahdut [sınırlanmış] bir zeminde, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] tesbihat yaptırıyor, gayr-ı mahdut [sınırsız] tecelliyât-ı cemâliye [Allah’ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri] ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakaik-i gaybiye [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] ve çok semerât-ı uhreviye [âhirete ait meyveler] ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pek çok nukuş-u misaliye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makàsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i [hikmetler] cesîmeyi gösteren bir Zâttır. Yoksa, herbir zerrede güneş gibi bir dimağ [akıl, beyin] bulunması lâzım gelir.

750

Daha bu beş numune gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın [atomlar] tahavvülâtını, [başka bir hâle geçme, dönüşme] o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler. Ve hakikatte biri enfüsî, [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] diğeri âfâkî [dış dünyaya ait] iki hareket-i cezbekârânede [kendinden geçer bir şekilde hareket] zikir ve tesbih-i İlâhî [Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma] ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’m etmişler. İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. [bilgisizlik] Hikmetleri, hikmetsizliktir.

Üçüncü Noktada altıncı, uzun bir hikmet daha söylenecektir.

İKİNCİ NOKTA

Herbir zerrede, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] iki şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye [genel düzen ve kanun] tevfik-i hareket [uygun hareket] edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat [gözetme, riayet etme] etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] ve mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtun [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] mâliki olan Zâtın ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.

Demek zerre—çünkü âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur—bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ismiyle, emriyle kaim [ayakta duran] ve müteharrik [hareket eden] olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini [büyük ve kapsamlı düzen] bilir bir tarzda tevfik-i hareket [uygun hareket] etmesi ve her yere mânisiz girmesi, tek bir Alîm-i Mutlakın [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.

Evet, nasıl ki bir nefer, [asker] takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ve hâkezâ, herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu

751

ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket [uygun hareket] etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle, bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-ı âzamın [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] emrine ve kanununa tebaiyetle [tabi olma, uyma] oluyor. Öyle de, herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta [yazı için kullanılan sıvı] birer münasip vaziyeti, ayrı ayrı maslahat[amaç, yarar] birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan, elbette o zerreyi, o mürekkebatta [yazı için kullanılan sıvı] bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] olan bir Zâta mahsustur. Meselâ, Tevfik‘inHaşiye [başarı] gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün âsâb-ı muharrike ve hassâse [hissetme duygusu] ve şerâyin ve evride [toplardamar] gibi damarlara karşı münasip vaziyet alması; ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i [birşeyin geneli, bütün] insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faidesi kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] bulunması gösteriyor ki, bütün o cismin bütün âzâsını icad eden bir Zât o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhassa rızık için gelen zerreler, rızık kafilesinde seyrüsefer [gidiş geliş, yolculuk] eden o zerreler, o kadar hayretfezâ [hayret verici] bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverâne [düzenliliğe düşkün şekilde] geçip gelirler ve öyle şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç âzâ ve hüceyrâtın [hücrecikler] imdadına yetişmek için kandaki küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] yüklenip bir kanun-u keremle [cömertlik ve ikram etme kanunu] imdada yetişirler. Ondan bilbedâhe [açık bir şekilde] anlaşılır ki, şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden, elbette ve elbette bir Rezzâk-ı Kerîm, [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] bir Hallâk-ı Rahîmdir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler. [eşit]

Hem herbir zerre öyle bir nakş-ı san’atta [san’at işlemesi] işler ki, ya bütün zerrâtla [atomlar] münasebettar, [alâkalı, ilgili] herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ [hayret verici] san’atlı nakşı ve hikmetnümâ [hikmetli, anlamlı]

752

nakış[işleme] san’atı bilir ve icad eder—bu ise binler defa muhaldir—veya bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kanun-u kader ve kalem-i kudretinden [Allah’ın kudret kalemi] çıkan harekete memur birer noktadır. Nasıl ki, meselâ Ayasofya kubbesindeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi olmazlarsa, herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik [yapı ustası] san’atında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani, “Geliniz, düşmemek, sukut [alçalış, düşüş] etmemek için baş başa vereceğiz” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden [yarım küre şeklinde olan çatı] daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki [san’at eseri] zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, herbirine Sâni-i Kâinatın [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] evsâfı [özellikler] kadar evsâf-ı kemâl [mükemmel sıfatlar] verilmesi lâzım gelir.

Feyâ sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar, bir Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] kabul etmediklerinden, zerrât [atomlar] adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye, mezheplerine göre muztar [çaresiz] kalıyorlar. İşte, şu cihette münkir [Allah’a inanmayan] kâfir ne kadar feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] âlim de olsa, nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i [çok cahil] mutlaktır.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Şu Nokta, Birinci Noktanın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:

Yirmi Sekizinci Sözün ikinci sualinin cevabındaki haşiyede [dipnot] denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] ve zîhayat [canlı] cisimlerde zerrât [atomlar] harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için hayattar ve mânidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî [canlı bedeni] ve insa-nî, hattâ nebatî, [bitkisel] terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid [cansız] zerreler ona girerler, nurlanırlar. Adeta bir talim ve talimata mazhar [erişme, nail olma] olurlar, letâfet [hoşluk, gözellik] peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle,

753

âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete [âhiret âlemi] zerrât [atomlar] olmak için liyakat kesb [elde etme, kazanma] ederler.

Sual: Zerrâtın [atomlar] harekâtında şu hikmetin bulunması neyle bilinir?

Elcevap: Evvelâ, bütün masnuatın [san’at eseri] bütün intizamatıyla [düzenler, dengeler] ve hikmetleriyle sabit olan Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hikmetiyle bilinir. Çünkü, en cüz’î [ferdî, küçük] bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet, seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara [işleme] medar [kaynak, dayanak] olan harekât-ı zerrâtı [atomların hareketi] hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlûkatı vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemâlsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet, en kesretli [çokluk] ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.

Saniyen: [ikinci olarak] Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] tahrik edip tavzif [görevlendirme] ederek, onlara bir ücret-i kemâl hükmünde madeniyat [madenler] derecesine çıkarmasıyla ve madeniyâta mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyâtı tahrik ve tavzif [görevlendirme] edip nebâtât [bitkiler] mertebe-i hayatiyesinin [hayat mertebesi] makamını vermesiyle ve nebâtâtı [bitkiler] rızık ederek tahrik ve tavzif [görevlendirme] ile hayvânât mertebe-i letâfetini onlara ihsan [bağış] etmesiyle ve hayvânâttaki zerrâtı [atomlar] tavzif [görevlendirme] edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerrâtı [atomlar] süze süze tasfiye ve taltif [güzellikle muamele etmek] ederek tâ dimağın [akıl, beyin] ve kalbin en nazik ve lâtif [berrak, şirin, hoş] yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât [atomların hareketi] hikmetsiz değil; belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] koşturuluyor.

Salisen: [üçüncü olarak] Zîhayat [canlı] cisimlerin zerrâtı [atomlar] içinde, çekirdek ve tohumdaki gibi, bir kısım zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, [hoşluk, gözellik] bir meziyete mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte, azîm bir ağacın bütün zerrâtı [atomlar] içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında [hayat tabakası] çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan, gösteriyor ki, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] emriyle vazife-i fıtrat [yaratılış görevi] içinde zerrâtın [atomlar] envâ-ı harekâtına

754

göre onlara tecellî eden esmânın hesabına ve şerefine olarak birer mânevî letâfet, [hoşluk, gözellik] birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarını gösteriyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] herşey için o şeye münasip bir nokta-i kemâl [mükemmellik ve olgunluk noktası] ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücut tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemâle [mükemmellik ve olgunluk noktası] sa’y [çalışma] edip gitmek için bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebâtât [bitkiler] ve hayvânâtta şu kanun-u rububiyet [rububiyet kanunu] câri olmakla beraber, cemâdatta [cansız varlıklar] dahi câridir ki, âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i [cevherler] âliye mertebesine bir terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] veriyor. Ve şu hakikatte muazzam bir kanun-u rububiyetin [rububiyet kanunu] ucu görünüyor.

Hem madem o Hâlık-ı Kerîm, [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] tenasül [üreme] kanun-u azîminde istihdam [çalıştırma] ettiği hayvânâta ücret olarak, birer maaş gibi, birer lezzet-i cüz’iye [sınırlı lezzet] veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemât-ı Rabbâniyede istihdam [çalıştırma] olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir; şevk ve lezzete medar [kaynak, dayanak] birer makam veriyor. Ve şunda bir muazzam kanun-u keremin [cömertlik ve ikram etme kanunu] ucu görünüyor.

Hem madem herşeyin hakikati, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet, hakikat nazarında matluptur. [istek] Ve şu hakikatten, gayet muazzam bir kanun-u tahsin ve cemâlin ucu görünüyor.

Hem madem Fâtır-ı Kerîm, [sonsuz kerem [cömertlik] ve lütuf sahibi olan ve varlıkları benzersiz olarak yoktan yaratan Allah] düstur-u kerem iktizasıyla, [bir şeyin gereği] birşeye verdiği makamı ve kemâli, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almıyor. Belki, o zîkemâlin [kemâl ve olgunluk sahibi] meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyetini ve mânâsını, ruhlu ise ruhunu ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ediyor. Meselâ, dünyada insanı mazhar [erişme, nail olma] ettiği kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mânâlarını, meyvelerini ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ediyor. Hattâ, müteşekkir [şükreden] bir mü’minin yediği zâil [geçici, yok olucu] meyvelerin şükrünü, hamdini, mücessem [cisimleşmiş] bir meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatte, muazzam bir kanun-u rahmetin ucu görünüyor.

755

Hem madem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlûkların [varlıklar] enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında [san’at eseri] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyor, onların binalarında derc [yerleştirme] ediyor. Elbette, يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ 1 sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ 2 işaretiyle, şu dünyada câmid, [cansız] şuursuz, ve mühim vazifeler gören zerrât-ı arziyenin, elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat [canlı] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olan âhiretin bazı binalarında derc [yerleştirme] ve istimali [çalıştırma, vazifelendirme] mukteza-yı hikmettir. [Allah’ın hikmetinin gereği] Çünkü, harap olmuş dünyanın zerrâtını [atomlar] dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikatten, pek muazzam bir kanun-u hikmetin [hikmetli ve bilimsel kanun] ucu görünüyor.

Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı [eserler/asırlar] ve mâneviyâtı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin [mükellef olanlar, yükümlüler] mensucat-ı amelleri, sahâif-i ef’alleri, ruhları, cesetleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerâta [meyve] ve mânâlara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrât-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül [mükemmelleşme] ettikten sonra, yani nur-u hayata [hayat ışığı] çok defa hizmet ve mazhar [erişme, nail olma] olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar [kaynak, dayanak] olduktan sonra, şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerrâtı [atomlar] dahi öteki âlemin binasında derc [yerleştirme] etmek, mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikatten, pek muazzam bir kanun-u adlin ucu görünüyor.

Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi, câmid [cansız] maddelerde dahi, kaderin yazdığı evâmir-i tekvîniye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin mânevî yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ, yumurtaların envâında [tür] ve nutfelerin [memelilerin yaratıldığı su] aksamında ve çekirdeklerin esnafında [sınıflar] ve tohumların ecnâsında [cinsler, türler] kaderin ayrı ayrı yazdığı evâmir-i tekvîniye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibarıyla mahiyetleriHaşiye bir hükmünde olan o maddeler,

756

hadsiz muhtelif mevcudata [var edilenler, varlıklar] menşe oluyorlar, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette, hidemât-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbâniyede [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler] defaatle bir zerre bulunmuşsa ve hizmet etmişse, o zerrenin mânevî alnında o mânâların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi, mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir kanun-u ilm-i muhitin ucu görünüyor.

Öyle ise, zerrelerHaşiye 1 başıboş değiller.

Netice-i kelâm: [sözün neticesi, özü] Geçmiş yedi kanun, yani kanun-u rububiyet, [rububiyet kanunu] kanun-u kerem, [cömertlik ve ikram etme kanunu] kanun-u cemâl, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, [hikmetli ve bilimsel kanun] kanun-u adl, kanun-u ihata-i ilmî gibi pek çok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve o İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tecellî-i âzamını [en büyük tecelli, görünüm] gösteriyorlar. Ve o tecellîden anlaşılıyor ki, sair mevcudat [var edilenler, varlıklar] gibi, şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrât [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] dahi, gayet âli [yüce] hikmetler için kaderin çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evâmir-i tekvîniyeye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelân [akma, dolaşma] ediyorlar. Adeta başka, yüksek bir âlemeHaşiye 2 gitmeye hazırlanıyorlar. Öyle ise, zîhayat [canlı] cisimler, o seyyah zerrelere

757

güya birer mektep, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna, bir hads-i sâdıkla hükmedilebilir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Birinci Sözde denildiği ve ispat edildiği gibi, herşey Bismillâh der. İşte, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] gibi, herbir zerre ve zerrâtın [atomlar] herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hâl [hal dili] ile Bismillâh der, hareket eder.1

Evet, geçmiş Üç Nokta sırrıyla, herbir zerre, mebde-i hareketinde, [hareketin başlangıcı] lisan-ı hâl [hal dili] ile “Bismillâhirrahmânirrahîm” der. Yani, “Ben Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.”

Sonra, netice-i hareketinde, herbir masnu [san’at eseri] gibi, herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hâl [hal dili] ile اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 2 der ki, bir kaside-i medhiye [övgü kasidesi] hükmünde olan san’atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] birer plâğı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidât-ı [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] Rabbâniye kasideleriyle [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] o masnua[san’at eseri] konuşturan ve tesbihat-ı İlâhiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.

دَعْوٰيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 3 * سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 4 * رَبَنَّا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ 5 * اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَاِخْوَانِهِ وَسَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَسَلِّمْ دِينَنَا، اٰمِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ * 6